Rusya destekli Suriye Arap Ordusu’nun geçtiğimiz aralık ayında İdlip’e yönelik olarak başlattığı operasyonda beklenen kıvılcımın ilk ışıklarını dün gece gördük. Dün gece geç saatlerde İdlip’i Halep’e bağlayan M5 karayolunda bir başka önemli karayolu M4 ile kavşak konumundaki Serakib kasabası yakınlarında yaşanan çatışmada Ankara’nın açıklamalarına göre 6 TSK askerinin Suriye ordu güçlerince öldürüldüğünü öğrendik. Ocak ayının ortaları itibarıyla bölgede artan gerilim, Rusya’nın hava desteğindeki Suriye birliklerinin operasyonlarını artırmasıyla paralellik arz ederken, Ankara’dan ise AB ve ABD’ye yönelik, bu operasyonlar karşısında artan sivil hareketliliğini işaret eden bildik “göçmen kartı” sallanıyordu. Nitekim Batı medyasında bu minvalde haberler de, özellikle operasyonların yoğunlaştığı geçtiğimiz hafta içinde çokça yer aldı.
Peki, Suriye’de 2011’den bu yana devam eden ve tüm cephelerde çatışmaların neredeyse sonlandığı savaşta “aktif” olan son cephe İdlip’te bugüne nasıl gelindi? 2016 Aralık ayında,bir taraftan Doğu Halep TSK-MİT desteğindeki cihatçı çetelerden temizlenirken, aynı ayın sonlarında -destekledikleri taraflar bağlamında- aslında karşı saflarda bulunan- TC ve Rusya’yı, kısa süre öncesine kadar Ankara’nın “Pers yayılmacılığı” eleştirilerine hedef olan İran ile birlikte Moskova Deklarasyonu’nu imzalarken görecektik. Kasım 2015’teki uçak düşürme olayı sonrası, 2016 yılı içinde Moskova ile Ankara arasında “uçak düşürme özrü” , 15 Temmuz “darbe girişimi” bağlamında TC’ye sunulan destek, Fırat Kalkanı için verilen olur şeklinde sıralanabilecek ve kısa vadede TC’nin, uzun erimde ise Rusya’nın elini güçlendiren gelişmeler yaşandı. İşte Moskova Deklarasyonu da, Ocak 2017’de Astana Deklarasyonu, Mayıs 2017’de ‘Gerilimi Azaltma Bölgeleri Anlaşması’ gibi bir kısmı kağıt üzerinde kalan mutabakatlarla, Rusya’nın, TC’ye Suriye’nin önce bütün haritasını gösterip, Eylül 2018’de Soçi’de ise, sığındıkları son çatışma cebi olan İdlip’te, cihatçı çeteleri temizleme “misyonunu yüklediği” süreci başlatmıştı. Soçi’de yüklendiği imkansız misyonda Ankara, şunları taahhüt ediyordu: 17 Eylül 2018’de imzaladığı anlaşmanın üzerinden bir ay bile geçmeden, 10 Ekim’e kadar cihatçı çetelere ait ağır silahlar İdlip çevresinde yine Ankara’nın gözetiminde oluşturulacak 20 kilometre civarında genişlikteki bir alandan bölge dışına çıkarılacak, 15 Ekim’e dek tüm çeteler İdlip’i terk edecek ve aynı yılın son günü 31 Aralık tarihine kadar Şam ve Lazkiye’den Halep’e dek uzanan geniş bir bölgeyi birbirine bağlayan M5 ve M4 karayolları Rusya ve Suriye’nin tereddütsüz biçimde terörist olarak tanımladığı, ancak bir kısmı TC tarafından da açıkça desteklenen söz konusu bu grupların denetiminden çıkarılacak(tı).
Mayıs 2017’de varılan “Gerilimi Azaltma Bölgeleri Mutabakatı” ile aynı yılın Ekim ayında, BM’nin terör örgütleri listesindeki Heyet Tahrir -eş Şam (HTŞ) eskortluğunda oluşturulan 12 gözlem noktası aynı günlerde, Suriye Savaşı’nı her daim iç politika enerjisi olarak gören TC’nin, iktidar medyası tarafından Osmanlı bakiyesi topraklara geri dönüş müjdesi havasında “Askerimiz İdlip’te” manşetleriyle verildi. Ekim 2017’den 2018 sonlarına kadar ise Ankara’dan, bu bölgelerin cihatçı çetelerden temizlenmesine, ya da yüklenen bir başka “misyon” gereği “ılımlılarla-radikallerin” ayrıştırılmasına dair ise somut bir gelişme olmadı. Tam tersi, El Kaide bakiyesi HTŞ 2019 başları itibarıyla, TSK-MİT kontrolündeki “ılımlıları” tasfiye ederek İdlip’in neredeyse %90’ına hakim oldu. Şam’ın denetimine geçmesi durumunda İdlip’in cihatçıların kontrolünden çıkmasına yol açarak fiilen savaşı sonlandıracak olan M4 ve M5 karayollarının açılması bir yana, dün geceki çatışmalarda gördüğümüz üzere, bu karayollarını açmak için ilerlemeye çalışan Suriye birliklerinin önüne barikatlar kuruldu. Böylelikle, Ekim 2017’den bu yana İdlip’teki varlığı cihatçılara kalkan olmak şeklinde yorumlanan TC’ye yüklenen bu anlamın, dün gece hayata geçirilen bu hareketle ete kemiğe bürünmüş olduğunu gördük.
Yazının başlığında sorduğumuz sorulardan ikincisi “ne oldu”ya dair ise son iki hafta içinde önemli gelişmeler yaşandığına şahit olduk. Recep Tayyip Erdoğan’ın, 20 Ocak’ta Libya’yı görüşmek için gittiği Berlin dönüşü İdlip’i kast ederek -biraz da temenni havasındaki- “burada herhangi bir sıkıntı yaşayacağımıza ihtimal vermem mümkün değil” sözleri, ilerleyen günlerde yaşanacaklara dair ipuçları niteliğindeydi Nitekim 29 Ocak’ta bu kez Afrika seyahati dönüşü aynı Erdoğan’ın, İdlip’te Rusya desteğinde süren Suriye operasyonlarını kast ederek “Rusya Astana’ya da Soçi’ye de sadık değil; bundan sonra biz göbeğimizi keseriz; Astana Süreci diye bir şey de kalmadı” sözleri “göbeğimizi biz kendimiz keseriz” metaforunun kullanıldığı, Ankara kaynaklı başka gerilim bölgelerini hatırlattı. Son olarak, geçtiğimiz Ekim ayında Rojava’daki SDG-YPG bölgelerine yönelik bu sözlerin meali, Kürt güçleriyle çatışmaya girmek anlamı taşıyordu. Bu cümledeki özneyi Suriye ordusu olarak değiştirdiğimizde ise, savaşılacak güç Aralık 2016’dan bu yana varılan mutabakatlarda masada birlikte poz verilen, sahada ise fiilen karşı karşıya olunan Moskova ve Tahran’ın açık desteğindeki Şam yönetimi mi olacak? Şimdilik spesifik çatışmalar şeklinde tezahür eden TSK-Suriye arasındaki saldırıların tonuna ve Rusya ile gerilimin artıp artmayacağına dair ise ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in geçtiğimiz haftalarda yaptığı Türkiye ziyaretindeki açıklamaları bir fikir veriyor. TC’nin İdlip’teki askeri varlığına destek verdiklerini söyleyen Jeffrey’in bu ifadeleriyle, satır arasında Suriye Savaşı’nın “bir şekilde” sürmesini de desteklediklerini bir anlamda itiraf ederek, Şam’ın istikrarsızlığı noktasında Washington ile Ankara’nın aynı dalga boyunda buluştuğunu gördük. Savaşın bu “bir şekilde” sürdürülebilirliğinden her iki devletin murad ettikleri ise elbette birbirinden farklı. Ankara’nın, bu “sürdürülebilirlikten” iç politikaya daha fazla milliyetçilik enjekte etmek istediği aşikar. Bunun yanı sıra, Afrin ve El Bab’ta oluşturulan Selefi-Sünni-Arap bariyerinin, Rojava’daki Kürt varlığının üzerinde bir tehdit sopası olarak sallandırılmasından kolay kolay vazgeçilmeyecektir. Washington’da ise neredeyse 10 yıla dayanan bir savaş nedeniyle -Rusya gibi bir müttefiki olsa dahi- istikrarsızlığa kavuşamayan bir Suriye’nin, ne denli “gerekli” olduğunun satır aralarını, son günlerde gündemde olan ve “Yüzyılın Barışı” olarak sunulan anlaşmada aramak gerek. Filistin’in bölgedeki önemli ve kadim müttefiklerinden olan Suriye’nin, kendi sorunlarıyla uğraşırken, yüzünü Filistin mücadelesine çeviremeyeceği açık.
Osmanlı bakiyesi topraklarda tekrar egemenlik kurma hayallerinin son duraklarından olan İdlip, Ankara’nın idareli kullanması gereken son mermilerinden biri. Ancak bu konuda aklı selim ile hareket edildiği son derece şüpheli. Rusya ve ABD arasındaki ihtilaflara oynayan “denge politikasında” her iki devletle olan gerilim ve uzlaşma başlıklarına baktığımızda, Ankara’nın eksiler verdiği görülüyor. TC burada, HTŞ dışında hiçbirini o şekilde tanımlamadığı, Rusya ve Suriye’nin ise HTŞ dahil hepsini “terör örgütü” olarak nitelediği cihatçı çetelerle “mücadele ediyor görünerek” mevcut stakükoyu koruma şeklindeki oyalama politikasının sınırlarına gelmiş bulunuyor. Bu sınırı zorlamanın yolu ABD ile tekrar yakınlaşma olabilir mi? İhtimal dışı değil elbette. Ancak böyle bir “eski dostlar düşman olmaz” hikayesinin yazılması için TC’nin , hem de birden fazla başlıkta tavizler vermesi gerektiği açık.