“İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin öyküsüdür.” der ve anlatmaya başlar Marquez. Bu cümle bütün hikâyeyi özetler niteliktedir çünkü Santiago Nasar dışında herkes Santiago’nun öldürüleceğinden haberdardır.
Olay kısaca şöyle gelişir: Angela adında bir kadın, kasabaya yeni gelen bir adamla evlenir. Düğünden sonraki sabah Angela’nın bakire olmadığı anlaşılır ve Angela, bu durumun suçlusunun Santiago Nasar olduğunu söyler. Bütün kasaba durumun bir “namus meselesi”ne dönüştüğünde hemfikirdir. Marquez buralarda toplumsal cinsiyet rollerini bizlere bir kez daha sorgulatırken kadının görevini, ondan beklenenleri “Aşk da öğrenilir.” diyerek anlatmaya başlar.
Velhasıl, Angela’nın iki erkek kardeşi Santiago’yu öldürmeye karar vererek evden çıkarlar.
Kasaba gidilir, bıçaklar bileyletilir. Bıçakları ne yapacaklarını soran kasap dahil, yolda karşılaşıp selamlaştıkları herkese söylerler Santiago’yu öldüreceklerini. Yani artık bütün kasaba bu sabah saatlerinde Santiago’nun ölmek üzere olduğunu biliyordur. Ve öldürülür Santiago. Marquez, şöyle yazar: “Zahmet etmeyin, Lusia Santiago, onu öldürdüler bile.”
Evet, kimse zahmet edip Santiago’nun ölümüne engel olmaya calışmamıştır. Bütün kasabanın basireti bağlanmış, kimse olaya müdahil olmamıştır. Toplumsal duyarsızlaşmayı 1959 yılında bir roman aracılığıyla anlatır bize Marquez. Ne acıdır ki kitap her devrin bir aynası olmuştur aslında. Kasaba halkının bazıları bu cinayetin işleneceğini konduramaz, bazıları nasıl olsa birileri söylemiş, Santiago’yu uyarmıştır diye düşünür. Kasaba halkının bu tavrında cinayetin sebebi de etkilidir. Çünkü “namus kavramı” her coğrafyada bir şey yapmamanın bahanesi olmak için güçlü bir sebep.
Santiago cinayet sabahına kadar herkesin sevdiği, “iyi’ olarak tanımladığı biri iken cinayet sabahı, bütün kasaba halkı bu cinayetin vicdani olarak meşru olduğuna kendisini ikna etmeye çalışır. Yani “tartışmaya kapalı” bir konu ile karşı karşıya kaldıklarını düşünerek, durumu kabul ederler.
İşin kötüsü ikna olma, durumu kabullenme işini kişiler kendi kendine yapar. Hâlbuki Angela’nın Santiago’ya iftira attığı roman boyunca alttan alta hissettirilmişti.
Marquez, ölmek üzere olan bir adamı, ellerinde bağırsakları varken konuşturmuş; toplumsal duyarsızlaşmayı, yaşanacağını sağır sultanın bile bildiği bir olaya müdahil olmayışımızı yüzümüze çarpmak için Santiago Nasar’ı anlatmış bize.
Macit Koper, kitabı tiyatro oyununa uyarlamış ve Hrant Dink‘e ithaf etmiş zamanında. Seyirci koltuklarına “Santiago Nasar, seni öldürecekler.” yazılı notlar bırakılmış, bir umut müdahale eden olur diye…
Yaşadığımız coğrafyada kaç tane Santiago’nun öldürüldüğüne tanık olduk diye sormakta fayda var. Alışması zor öyle çok şey yaşıyoruz ki. 15 yaşında bir çocuk, polisin gaz fişeği ile vurulup öldürülüyor. Cenazesinde sokaklara sığamıyoruz. 7 yıl sonra, bugün, ne kadar aklımızda kaldı o cenaze günü, o öfke?
Alıştıklarımız, sivriliklerimizi köreltiyor. Her gün öldürülen kadınlar, çalınan hayatlar ne kadar süre yüreğimizde, bizimle kalabiliyorlar? Evet, bir de hiç aklımızda olamayanlar var. Arsız Kızılay gibi. Bütün canlılara ve doğaya kötülükten başka bir şey getirmeyecek olan Kanal İstanbul gibi.
Marquez’e dönüp bir daha bakmalıyız belki de. Bugünden bakmalıyız. Çünkü Kırmızı Pazartesi’ler bitebilir. Biri çıkıp çocukların evlenebileceğini söylediğinde bunun kavgasını verebiliriz. Elazığ’da depremden sonra kiralara zam yapan mülkiyet sahiplerine, 1.3 milyon dolarlık elmas klozeti olanlara iki çift laf edebiliriz. Tanıdık ya da tanımadık, yoksullukla, sistemle baş edemeyip biri yaşamına son verdiğinde O’nun için bir duvarın önüne gidebiliriz, bir sprey boya ile. Ya da herhangi bir meydana çıkabiliriz elimizde bir dövizle.
Unutmak istemezsek, unutmak istemeyenlere bakmalıyız. 775 haftadır unutmayan annelerimiz var, onlara bakmalıyız. Unutmamak için birbirimize bakmalıyız.
Evet, eğer Marquez ölmek üzere olan bir adamı, ellerinde bağırsakları varken konuşturduysa vardır bize söylemek istedikleri.
Marquez’i duymalıyız…