Geçtiğimiz yılın Aralık ayı sonlarında ilk kez Çin’in Wuhan kentinde görülen yeni tip koronavirüs (daha sonra tanımlanmış adıyla Covid-19) Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından 12 Mart’ta pandemik bir salgın olarak ilan edildi. Virüsün insandan insana bulaşma özelliği ve hızla yayılması nedeniyle WHO, bu kararı geç almış olmakla eleştirildi.
Üzerinde yaşadığımız coğrafyada ise, koronavirüsün varlığı devlet makamlarınca ilk kez 11 Mart’ta telaffuz edildi. Ancak öncesinde, Çin ile karşılıklı uçak seferleri 5 Şubat’ta durduruldu. Bunu 23 Şubat’ta, virüsün yayıldığı bir diğer ülke olan İran ile sınırların kapatılması izledi. 29 Şubat’ta ise uçuşların askıya alındığı ülkelere İtalya, Irak ve Güney Kore eklendi.
12 Mart’ta yayınlanan genelgelerle ilk,orta öğrenim ve liseler bir, üniversiteler ise 3’er hafta tatil edildiler. Bu kararlar daha sonra uzatıldı ve tüm okullarda uzaktan öğrenime geçildi. Kreşler ve gündüz bakım evleri de alınan bir kararla kapatıldı.
Spor karşılaşmalarının 13 Mart’ta seyircisiz oynanmasına karar verildi, ancak 19 Mart’ta yayınlanan bir genelge ile bu karar, tüm liglerin koronavirüs nedeniyle ertelenmesi olarak güncellendi.Aynı gün alınan bir başka kararda sergi, konferans, konser gibi topluluk halinde yapılan etkinlikler iptal edildi.
Kafe, bar, gece kulübü gibi eğlence yerlerinin 15 Mart’tan itibaren kapatılmasına karar verildi. Bu karara daha sonra büfe ve lokantalar eklendi. 17 Mart’tan itibaren müzeler, 21 Mart’tan itibaren de berber, kuaför,sauna ve güzellik salonları kapatıldı.
Virüsün en hızlı yayılma potansiyelini taşıyan hapishanelere yönelik de bazı uygulamalara gidildi. Öncelikle tutsakların kapalı ve açık görüşlerinde süresiz kısıtlamaya gidilirken, geçtiğimiz günlerde çıkarılan bir yasayla ağırlıkla taciz, tecavüz, uyuşturucu satışı ve cinayet davası hükümlüleri olmak üzere “kısmi bir af ” yasası çıkarıldı.
İnsanların toplu halde bir arada bulunduğu camilerle ilgili alınan ve “alınmayan” kararlar ise kafa karışıklığı ve virüsün yayılma potansiyeline dair endişelere neden oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı önce, cuma namazı vakti ve kandil gecesi camilerin kapalı tutulacağını duyurdu. Ancak Diyanet, 16 Mart’ta aldığı bir kararla camilerde kılınan vakit namazlarına dair kafa karışıklığına yol açtı. Karardaki “…camiler münferiden namaz kılmak isteyenler için açık kalacaktır…” ibaresi, camilerde vakit namazları sırasında küçük çaplı da olsa cemaatlerin oluşmasına sebep oldu. Cuma Namazlarına dair de Diyanet’in çelişkili kararları dikkat çekici nitelikteydi. Virüsün resmi ağızlardan ilk dillendirildiği haftanın cuması olan 13 Mart’taki cuma namazı iptal edilmedi. O gün kılınan Cuma Namazı’nda Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş hutbesinde camide bulunan yüzlerce kişiye, “Koronavirüs tedbiri almamak kul hakkına girer. Kalabalıktan uzak durun” uyarısında (!) bulunmak gibi bir tuhaflığa imza attı.
Bir sonraki cumaya denk gelen 20 Mart’ta Cuma Namazı saatinde camiler kapalı tutuldu. Ancak onu izleyen cuma, yani 27 Mart’ta Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından belirlenen “seçkin” ve kısıtlı sayıdaki bir cemaatle Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın bulunduğu yerleşkedeki camide Cuma Namazı kılındı. “VİP Cuma Namazı” olarak eleştirilen uygulama sonraki haftalarda da devam ettirildi.
Koronavirüsün yayılmasına dair, soru işaretleri ve endişe oluşturan bir başka başlık da “umreden dönenlerdi”. 15 Mart’ta Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, son bir hafta içinde umreden dönen bir kişinin “pozitif” çıktığını açıkladı. Koca, umreden dönenlere kapsamlı bir karantina uygulanması yerine, “evlerinizde karantinaya çekilin, ziyaretçi kabul etmeyin” gibi telkinlerde bulundu.
İlerleyen süreçte ise, Suudi Arabistan’daki umre sırasında kaç kişinin hangi zaman diliminde orada bulunduğu, ne zaman döndükleri, ne kadarının karantinaya alındığı ve kaç kişinin pozitif çıktığı gibi sorular asla gerçek yanıtlarını bulmadı. Aynı günlerde, Ankara Üniversitesi’nde görevli doktor Güle Çınar’ın, “Aslında kontrollü gidiliyordu ama Umre işi mahvetti.” ifadelerini kullandığı video sosyal medyada paylaşıldı. Ancak daha sonra Ankara Üniversitesi yönetimi,bu videodaki sözleri nedeniyle Çınar’a özür diletti.
11 Mart’ta TC Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın ilk vakayı resmen ilan etmesi sonrası, 18 Mart’a kadar geçen bir haftada Koca hariç, herhangi bir devlet yetkilisi, virüsün yayılmasına dair “sosyal alanların kapatılması” dışında, alınacak diğer önlemlere dair bir açıklamada bulunmadı. Koronavirüs gündeme ağırlığını hissettirmeden önce her gün ve her konuda kamuoyu önünde açıklamalarda bulunmayı bir siyaset yapma tarzı olarak benimseyen devlet iktidarının bu “suskunluğu” esasında devletin apaçık bir “Korona Krizi” içinde olduğunu gösteriyordu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Korona Krizi sonrası ilk kez, 18 Mart’ta patronların da bulunduğu bir toplantıda kamuoyu önüne çıktı. Erdoğan toplantıda topluma yönelik “birlik,beraberlik, kardeşlik” gibi argümanlarla “krizin üstesinden gelinebileceği” mesajı verirken, koronavirüs ile mücadelede başarı için 3 haftalık bir süre öngörüyordu. Geldiğimiz noktada vaka ve yaşamını yitirenlerin sayısındaki artış hızı bu öngörünün ne kadar “isabetli” olduğu konusunda bir fikir veriyor. Erdoğan’ın toplantısında halka yönelik bu söylemlerde bulunulurken, salonda hazır bulunan patronlara ise “neşeniz yerinde” komplimanları eşliğinde vergi indirimi, faiz ertelemesi, konut satışlarında kredilendirme artışı mesajları verildi. Koronavirüsün üstesinden gelmek için ilerleyen günlerde devletin mottosu haline gelen “Evde kal” söyleminin asıl muhatapları olan, sanayi, hizmet gibi sektörlerde çalışan işçiler için ise, beklendiği üzere “ücretli izin” gibi bir karar çıkmadı.
21 Mart’ta alınan 65 yaş üzeri bireylere yönelik sokağa çıkma kısıtlaması, Erdoğan’ın 25 Mart’ta ikinci “Korona Krizi” toplantısının ana hatlarını belirledi. Erdoğan burada, Özellikle yaşlılarımızın, hem kendilerinin hem de diğer insanların sağlıkları için, bu süreçte kesinlikle ve kesinlikle dışarıya çıkmadan, hayatlarını evlerinde sürdürmeleri şarttır” sözleriyle yine, çalışanlara yönelik ücretli izin gibi bir kararın olmadığının mesajını verdi. Böylece aslında, “evde kal” telkininin muhatabının, her açıklamada tekrarlanan, “çarkların dönmesini” sağlayan işçiler olmadığı da vurgulanıyordu.
Nitekim Erdoğan, bu basın toplantısının iki gün sonrasında yaptığı bir diğer açıklamada, yine üretimin devam etmesine yönelik önceliğe vurgu yaparken, devletin kapitalist meşrebine uygun bir biçimde patronları kast ederek “sanayicilerimiz ve ihracatçılarımızı rahatlatacak tedbirleri hayata geçirdik” ifadelerini kullandı. Söz konusu açıklamadaki “rahatlatıcı tedbirlerin” ise, sosyal mesafenin olmadığı toplu taşıma araçlarında işe gitmeye mecbur bırakılan işçilerin sağlığı hiçe sayılarak hayata geçirildiğinin altı çizilmeli.
30 Mart’ta bir kez daha kameralar karşısına geçen Erdoğan, özetle halktan fedakarlık talebinde bulunulan bir “Milli Dayanışma Kampanyası’nın” başlatıldığını duyurdu. Kampanyanın TC’nin kuruluş yıllarında, savaş koşullarında çıkarılan “Tekalif-i Milliye” yasası ile benzerliğine gönderme yapıldı. Ağustos 1921’de çıkarılan “Tekalif-i Milliye” yasasıyla, halktan “geri ödemek üzere” zorla vergi toplanmış ve bu vergilerin %75’i o dönem yaşayan Ermeni ve Rum nüfustan alındığı için söz konusu “geri ödeme” yapılmamıştı. Tekalif-i Milliye Yasası, savaş koşullarındaki halka, dönemin iktidar sahiplerince bir “beka sorunu” olarak sunulmuştu. Günümüzün iktidar sahiplerinin de Milli Dayanışma Kampanyası ile, beka argümanını”aynı gemideyiz” manipülasyonu eşliğinde kullandığı görülüyor. O dönem “geri ödeme” söylemiyle zorla alınan vergiler bugün, çalışanların maaşlarından “zorunlu bağış” kesintileri olarak tezahür ediyor.
Geçtiğimiz günlerde ise devlet Korona Krizi’nde, çalışanların ücretli izin talebine “işten çıkarmaların yasaklandığı” şeklinde ambalajlanan bir yasa tasarısı ile cevap verdi. Aslında devletin, patronları rahatlatma hamlelerinin bir devamı olan tasarı, işçileri günlüğü 39 liradan “ücretli izne” çıkarmayı öngörüyor. İşten çıkarmaların iddia edildiğinin aksine yasaklanmadığı, üç aylığına ertelendiği tasarıda, işçilere ödenecek günlük 39 lira da patronların cebinden değil, işsizlik sigortası fonundan tahsil edilecek.
Devlet Korona Krizi’ni, bekası ve patronların “rahatlaması” için kendi tabiriyle “Allah’ın lütfuna” çevireceğinin işaretlerini bu hamleleriyle güçlü bir biçimde veriyor. Ancak dün gece “ansızın” ilan edilen iki günlük sokağa çıkma yasağı sonrası açığa çıkan krizi yönetememe tablosu, iktidar cenahından acil ihtiyaçları için evlerinden çıkan halka yönelik aşağılayıcı üslup ve söylenen yalanlar bağlamında ilerleyen süreçte “mızrağın çuvala sığmama ihtimali” devletin Korona Krizi’nin derinleşeceğinin de işaretlerini veriyor. Üstelik Korona Krizi’nin küresel büyüklüğü düşünüldüğünde, bu krizin altından, Kanal İstanbul ihalesi için fırsat yaratmak ya da salgının yayılması karşısında suçu “önlem almayan halka” atmak gibi sığ politikalarla kalkılamayacağı açık.