Bazılarına göre, ortaya çıkan patlama görüntüleri nedeniyle bugünlerde 75. yılı geride bırakan Hiroşima ve Nagazaki bombalamalarına benzetilen, kimilerine göre de “Lübnan’ın 11 Eylül’ü” şeklinde nitelenen, patlama sonucu ortaya çıkan yıkımı gören ve ülkede uzun zamandır süren ekonomik krizi bilen bazı kent sakinlerine göre ise “Sevgili Beyrut’umuz geri gelmeyecek şekilde sona erdi” diye yorumlanan Beyrut Patlaması’nın etkileri uzun süre silinmeyecek gibi görünüyor.
Feyruz’un bu kadim kente adadığı şarkısındaki gibi, “ışıklarını söndürerek kapılarını kapatmış” bir hale bürünen Beyrut’ta yaşanan patlamaya dair cevaplanmayan onlarca soru ortada duruyor. Beyrut Limanı’nda iki gün önce gerçekleşen patlamanın nedeninin ihmaller zinciri mi, yoksa -olayın yaşandığı yerin Ortadoğu coğrafyasının en çetrefilli bölgelerinden Lübnan’da olmasını akılda tutarak- sabotaj mı olduğu konuşuluyor ve öyle görünüyor ki belirsiz bir geleceğe kadar da konuşulmaya devam edecek.
Beyrut’ta yüzlerle ifade edilen sayıda insanın yaşamını yitirmesine neden olan amonyum nitratı 7 yıl önce kentin limanına boşaltan geminin şaibeli seyahatinin detayları yukarıda bahsi geçen sorular arasında.
23 Eylül 2013’te Gürcistan’ın Batum Limanı’ndan yüklediği 2 bin 750 ton amonyum nitratı, 2-3 Ekim 2013’te geçtiği İstanbul Boğazı’nın ardından Süveyş Kanalı’nı geçerek Güneydoğu Afrika ülkesi Mozambik’e ulaştırmak üzere yola çıkan Moldova bayraklı Roussus adlı geminin, 21 Ekim 2013’te, iki gün önceki patlamanın yaşandığı tarihe kadar Beyrut Limanı’nda demirlediği, genel olarak dolaşımda olan bilgi. Ancak, gemi ve uçakların güzergahlarını takip ederek dış politika yorumları yapan jeo-analist Yörük Işık’ın açık kaynaklardan edindiği verilere dayanarak verdiği bilgi, Roussus’un 16 Kasım’da Yunanistan’ın Pire Limanı’na girdiği yönünde.
Roussus’un bu “gizemli seyahatinde” tarihler kadar, geminin izlediği güzergah da kafa karıştırıcı. Süveyş Kanalı’nı geçecek bir geminin arızası nedeniyle, Antalya ya da Mersin limanları dururken -arızalı olduğu halde- Kıbrıs’ın doğusundaki Beyrut Limanı’na ulaşabilmesi bir başka soru işareti.
Seyahat, liman tarihleri ve kafa karıştıran güzergahı ile birlikte Roussus’un “son durağının”, kontrolü halen İsrail ile fiili savaş halindeki Hizbullah’ta olan ve Suriye’nin de “dünyaya açılan kapısı” olarak değerlendirilen Beyrut Limanı olduğu düşünüldüğünde, sabotaj ihtimalini dillendirenlerin argümanları güçleniyor.
Ancak bu ihtimali de dışlamadan, Lübnan’daki devlet yapısının, Beyrut Patlaması ve benzeri vakaların hayata geçmesine olanak tanıyan karakterine odaklanmakta yarar var. Lübnan’da “enkaz devlet” şeklinde tanımlanan bu yapı biraz incelendiğinde, “ihmaller zinciri” olasılığının doğru olduğu koşullarda bile zaten bu devlet mekanizmasının Beyrut Limanı’nda fiili bir sabotajı hayata geçirdiğini görürüz.
Lübnan’da 1975-1990 yılları arası yaşanan ve 150 bin kişinin yaşamını yitirdiği savaş, 1943 yılında Fransa işgali sonrası oluşturulan Ulusal Pakt’ı güçlendirme ve güncelleme vurgusu yapan Taif Anlaşması’yla sonlanmıştı. Buna göre ülkenin ekonomik, sosyal, siyasal yapısında ve devlet yönetiminde mezhepsel, dinsel ve etnik dengeyi gözeten bir anlayışa gidildi.
Cumhurbaşkanının Maruni Hristiyan, başbakanın Sünni Müslüman, Parlamento Başkanı’nın Şii Müslüman olduğu, Parlamento’daki sandalye dağılımının bu dinsel-mezhepsel gruplara ek olarak Müslüman kimliği altında Şii, Sünni, Alevi, Dürzi; Hristiyanlık kimliği altında da Ermeni, Rum, Süryani, Asuri, Keldani, Kıpti etnisiteleri etrafında Ortodoks ve Katolik olarak ayrıldığı Lübnan’da “sıra dışı” bir devlet yapısı oluştu.
Lübnan’da her biri devletsi bir yapıyı andıran bu gruplaşmalara ek olarak, ülkede devlet yönetiminde önemli yerlere gelmiş ve Suudi Arabistan, İsrail, İran gibi devletlerin desteğini arkasına alan Hariri, Canbulat, Cemayel gibi ailelerin de güçlü varlığının altı çizilmeli.
Ancak Lübnan’daki bu devlet yapısı, söz konusu mezhepsel ve dinsel aidiyetler bağlamında bazı bölgesel ve küresel devletlerin müdahalesine de açık hale geldi. Bu kimi zaman açık, kimi zaman örtülü müdahaleler, Ortadoğu’nun bu çok kimlikli coğrafyasının, bölgesel gerilimlerin odağı olmasına neden oldu.
Lübnan’da başbakanın Sünni olması şartını, kendi nüfuz alanını genişletmek için kullanan Suudlar, sınırlarını mevcut sınırlarının ötesinden başlatan ve Direniş Ekseni olarak anılan Şii kuşağının ülkedeki temsilcisi Hizbullah üzerinden İran, Lübnan’daki Filistinli nüfusunu güvenlik sorunu olarak algılayan İsrail, Ortadoğu’nun bu küçük ülkesini sağından solundan çekiştiren devletlerden sadece birkaçı. TC Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank da Beyrut’taki patlama ile ilgili “Hepimizin yüreğinin yandığı patlamaya neden olan 2750 ton amonyum nitrat, 6 sene önce Beyrut’a giderken İstanbul Boğazı’ndan geçti. Sayın Cumhurbaşkanımızın ısrarla üzerinde durduğu Kanal İstanbul basit bir konu değil, Türkiye için stratejik bir güvenlik meselesidir.” şeklinde attığı tweeti ile çekiştirme ve nemalanma yarışına bir şekilde dahil olmaya çalıştı.
Bölgedeki devletlerin çekişmelerinin Lübnan üzerindeki büyük tezahürlerinden biri de 2005 yılında Lübnan Başbakanı Refik Hariri’ye yapılan suikastti. 1990’dan itibaren Lübnan’da bulunan 30 bin Suriye askeri, Suriye’nin suikastten sorumlu tutulduğu uluslararası baskılar sonucunda Lübnan’dan çekilmişti.
Bu devletlere angaje ya da kendi ajandasına sahip ABD, Fransa, Rusya gibi küresel aktörlerin bölgedeki varlığı da belirtilmeli. Ancak ülkenin bu çok kimliliği paralelindeki “çok devletli” yapısının, Lübnan halklarının muzdarip olduğu sorunların başında geldiği söylenmeli. Geçtiğimiz yıl sonlarında ekonomik krize karşı aylarca süren eylemler, Lübnan’da kendi içlerinde otorite ve nüfuz alanları oluşturan tüm bu devlet ve devletçiklere “artık yeter” çığlığıydı.
Sokaklarında ezilenlerin devletlere karşı adalet aradığı Lübnan, artık enkaz bir devlet. Bu devlet ve devletsi yapıların varlığının bir sonucu olarak yaşanan patlamanın gerçekleştiği Beyrut ise bu enkazın altında kalmak üzere olan bir yıkık şehir.