Bundan tam beş yıl önce Ankara’da savaşa karşı düzenlenen Barış Mitingi’nde yüzden fazla insan katledildi. Binlerce insanın olduğu alanda üç saniye arayla gerçekleştirilen iki patlamanın altındaki “direkt imza” her ne kadar IŞİD’e ait olsa da katliamın önünün açıldığına yönelik birçok kanıt mevcut. Katliama giden yolda katillerin miting alanına ulaşmasına engel olunmaması, patlama alanına ambulanstan önce intikal eden TOMA’lar, bir tiyatro müsameresinden farksız “yargılama” süreci ve her yıl 10 Ekim’de katliamda yaşamını yitirenleri anmak isteyenlere yönelik polis saldırıları gösteriyor ki katliamın ardındaki “dolaylı imza” bir “olağan süpheliyi” işaret ediyordu.
TC tarihinin en kanlı katliamı olarak hafızalara kazınan 10 Ekim Ankara Gar Katliamı’na giden süreci, o süreçte planlananların nasıl adım adım hayata geçirildiğini asla unutmamak ve affetmemek için tekrar anımsayalım. Çok da uzak sayılmayacak bu beş yılın öncesine geriye döndüğümüzde 10 Ekim Katliamı’nı, 20 Temmuz’da Suruç’ta patlayan bombadan, iki gün sonra Ceylanpınar’da iki polisin şüpheli ölümlerinden, 5 Haziran’da Amed’deki HDP mitingine yapılan saldırıdan, 20 Mayıs’ta HDP’nin Adana ve Mersin binalarına bırakılan bombalı paketlerden ayrı düşünemeyeceğimiz bir planlamayı göreceğiz.
Seçimler özellikle son yıllarda devlet iktidarı tarafından, meşruluğun temel hatta tek dayanağı olarak gösteriliyor. 7 Haziran 2015 öncesi ve sonrasında yaşananlarla birlikte hatırlandığında iktidarın dilinden tehdit eksik olmuyordu. Seçim öncesi çıkılan mitinglerde dillendirilen, başkanlık için gerekli olan “400 vekili verin” talebindeki “bu iş huzur içinde çözülsün” açık bir tehditti. Sonuç itibarıyla 7 Haziran akşamında gelen sonuçlar, devlet iktidarının bu tehditkar talebini karşılamadığı için devletin “B Planı” hayata geçmeye başladı.
Haziran seçiminden sonra koalisyon kurulma iddiasıyla siyasi arena planlı bir şekilde kilitlendi. Davutoğlu’nun hükümeti kuramaması sonrası, olası bir koalisyon kurma görüşmeleri için CHP’ye hükümet kurma görevi verilmedi ve 26 Ağustos’ta 1 Kasım için “tekrar seçim” tarihi belirlendi. “Tekrar seçim” ilanından 15 gün önce Erdoğan tarafından, 2013’ten beri sürmekte olan ve “Çözüm Süreci” olarak adlandırılan ve zaten kırılgan olan fiili ateşkes sonlandırıldı. Nitekim ateşkes sonlandırılmadan önce 20 Temmuz Suruç Katliamı sonrası 23-24 Temmuz’da “terör operasyonları” adı altında baskınlar gerçekleştirilmiş, aynı gece Kandil’e yönelik hava saldırıları yapılmıştı. Bütün bu yaşananlar, devlet iktidarının 26 Ağustos’ta deklare ettiği 1 Kasım Tekrar Seçimi için, fiilen kararı çok önceden aldığı ve söz konusu seçime “savaş konsepti içinde” gitme yönünde bir yol haritası çizdiği konusundaki izlenimi güçlendiriyor.
“Hendek savaşları” olarak literatüre geçen süreçte ise 7 Haziran ya da benzeri bir başka seçimin olası sonuçlarından bağımsız bir başka plan, katliamlarla pratiğe geçirildi. Eylül 2014’te Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nın hazırlayıp Genelkurmay’a sunduğu Çöktürme Planı’nda, 10 bin ila 15 bin insanın katledilmesi ve 150-300 bin civarı insanın göç etmesinin simülasyonu yapılmış, Ağustos 2015-Mart 2016 tarihleri arasında yapılan saldırılarda resmi olmayan sonuçlara göre “bu sayılara ulaşılmıştı.”
Coğrafyanın batısında da söz konusu çatışmalı süreç bahane edilerek HDP binaları ile muhalif oldukları bilinen bazı kitabevleri yakıldı, linç saldırıları yaşandı. 6-8 Eylül saldırıları ve saldırganların önceki birçok benzerinden tanıdığımız “öfkeli kalabalıklar” şeklinde tanımlanarak herhangi bir soruşturmaya tabi tutulmamaları, devletin söz konusu savaş konseptinde “sokak ayağının” nasıl işleyeceğine dair ipuçları veriyordu.
Yaklaşık 5 yıldır süren, birden fazla devletin müdahil olduğu Suriye Savaşı’nda ise işler TC adına iyi gitmiyordu. IŞİD’in ilerleyişi önce Kobané, ardından Tel Abyad’da durdurulmuş, cihatçı terör çetesine karşı mücadelede Ankara, “ayak direyen” tavrı nedeniyle fiilen denklem dışı kalmış, devletlerarası arenada Kürtler öne çıkmıştı. Haziran 2014’te IŞİD’in Irak’ın Musul kentini işgali sırasında rehin alınan TC’nin konsolosluk personelinin, 20 Eylül 2014’te cihatçı terör çetesinden geri alınması sırasında yapılan pazarlıkların içeriği “ne verdiysek verdik” denilerek, karanlıkta bırakıldı ve konu kapatıldı. Dolayısıyla 2014 sonrası IŞİD’in yaşadığımız coğrafyadaki saldırılarına dair olasılıkların, “karanlıkta bırakılan” bu çerçevede de okunabileceği unutulmamalı…
7 Haziran-1 Kasım arasında yaşanan bu kritik süreçte gerçekleşen 10 Ekim Ankara Gar Katliamı, bu nedenle devlet iktidarının istediğini elde edemediği bir seçim sonrası gelişen reaksiyoner bir planın yanı sıra, öncesinde yaşanan bu gelişmelerle birlikte de düşünülmeli. Ayrıca katliamın, toplumsal muhalefette yarattığı şok ve panik halinin, devletin geleneğinde zaten var olan, ancak mevcut iktidarın 2013’ten itibaren adım adım hayata geçirdiği, sokağın kriminalize edilmesi politikasına hizmet ettiğinin altı çizilmeli. Bütün bu gerçekler ışığında, 10 Ekim Ankara Gar Katliamı ile tepe noktasına vuran IŞİD saldırılarının, devlet iktidarı için hasbelkader bir kullanışlılıktan çok daha fazlasını ifade ettiği açık.