Gündelik yaşamdaki yoğunluğu, devlet iktidarının politikaları paralelinde gün geçtikçe artan muhafazakarlaşma, farklı veçheleriyle gündeme gelerek kendisini bir şekilde tartıştırıyor. Geçtiğimiz temmuz ayında Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi sırasında görünürlüğü artan, 15 Temmuz 2016’da sokaktaki varlığını gördüğümüz, yurtlarında cinsel saldırı haberlerinin eksik olmadığı tarikat ve cemaatler, devletin toplumu muhafazakarlaştırma politikalarında önemli bir zemin oluşturuyor. Devlet iktidarının eski ortağı olan ancak daha sonra “FETÖ” olarak kodlanan Cemaat’in yokluğunun doğurduğu “boşluk” söz konusu yapıları daha görünür kıldı.
1950’lerde iktidarda bulunan Demokrat Parti etrafında kümelenerek güç biriktirmiş olan tarikat ve cemaatler, 12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında devletin iç-dış politik tasarrufları paralelinde önemli birer ekonomik ve siyasi güç haline gelmişti. Bu noktada, söz konusu bu yapıların ekonomik güç haline gelmelerinde 12 Eylül sonrası Özal döneminde çıkarılan Özel Finans Kurumları Kanunu’na ayrı bir parantez açmak gerek. Bu yasa ile serbest piyasa hareketliliği içinde kendisine yer bulan “faizsiz bankacılık sistemi” 1980’leri izleyen on yıllar boyunca tarikat ve cemaatlerin ekonomik gücüne zemin oluşturdu.
Tarikat ve cemaat örgütlenmeleri, her ne kadar 28 Şubat 1997 sonrası “irtica ile mücadele” adı altında devletin görece hedefinde yer alsalar da hem kullanışlılıkları her zaman işe yarayacak birer enstrüman olmaları hem on yıllar boyunca devlet içindeki kökleşmiş ilişkileri nedeniyle çok ciddi bir güç yitimine uğramadılar. Kaldı ki 1994’ten beri Milli Görüş gelenekli partilerin yerellerdeki iktidarı ve 2002’de aynı kökenden gelen AKP’nin genel seçimleri kazanması, bu görece ve kontrollü güç yitimini durdurmuştu.
AKP ile Cemaat arasında 2013’e kadar yaşanan ittifak 15 Temmuz sonrası açık bir husumete dönüşürken, bu tarihten sonra başta İsmailağa ve Menzil olmak üzere farklı tarikat ve cemaatlerin adını daha sık duyar olduk.
İsmailağa Cemaati’nden Cübbeli Ahmet Hoca adıyla bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nün geçtiğimiz ay içinde yaptığı ancak farklı zamanlarda da dile getirdiği “selefi derneklere” yönelik uyarılar, gözleri bir kez daha devlet iktidarının cemaat, tarikat ve benzeri yapılarla ilişkisine çevirdi.
Cübbeli Ahmet (Ünlü), açıklamasında iki bin civarında selefi derneğinin varlığından ve bu derneklerin silahlandığından söz etti. Bu açıklamanın, son örneği Uşşaki bağlantılı bir tarikatta görülen cinsel saldırı vakaları, arazi kayırmacılığı, devlet bürokrasisindeki görünürlüklerinin artması gibi konular nedeniyle zaten gündemde olan tarikat ve cemaatlerle bağdaştırılması sonrası Ünlü, sadece dernek adı altında örgütlenen selefilerin yarattığı “tehlikeye” dikkat çekmek istediğini söyledi.
Söz konusu açıklamada tarikat ve cemaatlerin, “devletin-milletin yanında yer alan hayır kurumları” hüviyeti korunarak örgütlenme zemini bulmaları “tehlikesine” karşı dikkat çekilen selefilik, Suriye Savaşı’nda IŞİD ve El Kaide türevi cihatçı çetelerden kamuoyunun tanıdığı ve aşina olduğu bir akım. Kendisi dışındaki birçok İslam yorumunu olduğu gibi tarikat ve cemaatleri de tekfir eden (kafir ilan eden) selefilerle Cübbeli Ahmet’in açıklamasında belirginleşen tarikat ve cemaatler arasındaki iktidar savaşına devletin nasıl bir yaklaşımda bulunacağı ise önemli. Bu yaklaşıma göre ileride selefiliğin yaşadığımız coğrafyadaki örgütlenme zeminine dair fikir sahibi olunabilir.
IŞİD’in öldürülen lideri Ebubekir el Bağdadi’nin 2019’daki bir videosunda “Vilayet Türkiye” adıyla bir grubun, cihatçı çeteye biat ettiği ortaya çıktıktan uzun süre sonra İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, söz konusu “Vilayet” yapılanmasının emirinin yakalandığını duyurmuştu. Ancak aynı günlerde “Türklerin müslüman olmadığını, cihatçı çetelerle yaşanan çatışmalarda ölen TC askerlerinin şehit sayılamayacağını” ve -açık bir şekilde- IŞİD’i desteklediğini söyleyen “selefi lider” Murat Gezenler hakkında herhangi bir soruşturma açılmaması, devletin bu konuda iki farklı yaklaşım içinde olabileceği izlenimi uyandırıyor.
Yaşadığımız coğrafyada 2015-2017 arasındaki 5 Haziran HDP Amed mitingi, Suruç, 10 Ekim, Reina, Sultanahmet, İstiklal Caddesi patlamalarını hatırladığımızda, devletin kontrolü dahilinde ve dışında olmak üzere iki farklı biçimde IŞİD saldırılarının gerçekleştirildiğini görebiliriz. Bu anlamda son günlerde, tarikat ve cemaatlerle selefiler arasında yaşanan bu soğuk savaşta, devlet “Vilayet Türkiye” tarzı kapalı hücreler dışında, kontrolü altında tutabileceğini düşündüğü oranda, “sözlü davete dayalı” selefi örgütlenmenin önünü kapamayabilir.
Bu noktada önümüzdeki süreçte, devlet iktidarının muhafazakar politikalarına “biat etmiş” selefilerle onların, kendileriyle aynı hedef kitleye ve devlet bürokrasisindeki benzer kurumlara oynadığını düşünen tarikat ve cemaatler arasında yaşanacak gerilimi görebiliriz.
Şimdilik medyadaki görünürlükleri ve devlet bürokrasisinin kurumlarındaki varlıkları tarikat ve cemaatlerin bu “savaşta” bir adım önde olduğu izlenimi uyandırsa da devletin 2015-2017 döneminde selefilerle olan “iltisakını” hatırladığımızda bu gerilimde dengelerin değişebileceği unutulmamalı.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayınlanmıştır.