Pençe-1, Pençe-2, Pençe-3, Pençe-Kaplan, Pençe-Kartal, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Bahar Kalkanı… Bunlar, TSK’nin Irak ve Suriye’deki sınır ötesi askeri operasyonlarının adları. Devlet iktidarı 24 Ağustos 2016’da başlattığı Fırat Kalkanı’ndan bu yana, yukarıda adı geçen operasyonlarla Irak’ın kuzeyinde Başur, Suriye’de El Bab, İdlib ile Rojava’da Afrin ve Gre Spi’de (Tel Abyad) asker bulunduruyor. Bu bölgelerde yerel milis adıyla lanse edilen cihatçı çeteler ise Libya ve Dağlık Karabağ’da olduğu gibi “gereği görüldüğünde” mobilize edilerek “vekil güç” olarak TSK yedeğinde tutuluyor.
Ankara’nın birden fazla toprak parçasındaki bu aktif dış politikası, “Mavi Vatan” adıyla belirlenen deniz sınırlarıyla Güney Ege ve Doğu Akdeniz’de denizleri de hedefe koyarken, Libya’daki askeri varlık ise yayılmacılık eğiliminin “kıta aşırı” karakteri olarak belirginleşiyor.
Öncelikle belirtmek gerekir ki TC devletinin aynı anda bu kadar farklı coğrafyadaki askeri varlığı, Cumhuriyet’in kurulduğu 1923’ten beri bir ilk. Somut askeri varlık dışında, Güney Ege ve Doğu Akdeniz gibi bölgesel gerilimlerde, “pazu göstermek” şeklindeki meydan okuyuşlar ve Somali, Cibuti gibi bazı Afrika ülkelerinde -şimdilik- yumuşak güç olarak tezahür eden hamleler, TC dış politikasında önemli bir değişim yaşandığını gösteriyor. Bu değişimin en somut örnekleri, özellikle Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimde tanık olduğumuz, diplomaside askeri adımları önceleyen ve müzakereyi ikinci plana iten hamlelerdi. Uzlaşmaz gibi görünen bu hamlelerin sonunda, son olarak Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimde görüldüğü gibi, gidilen yer müzakere masası olsa da devlet iktidarının son yıllarda dış politikayı, iç politikada kullanışlı bir araca tahvil etme anlamında benzer başka örneklerinde de gördüğümüz üzere içeriye “yedi düvele meydan okuyan güçlü devlet” imajı çiziliyor.
Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığı yaptığı 2009-2014 arasında TC dış politikası, “sıfır düşman” söylemiyle Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da “yumuşak güç” görünümlü bir yönelişe girmişti. 2009’da gerçekleştirilen Ermenistan açılımı, Sırbistan ile kurulan ilişkiler ve Başur’da Barzani yönetimine yakınlaşma, “barışçı” yumuşak güç politikalarına örnek gösterilebilir. TC’nin o dönemdeki bu politikalarının yürütücüsü olan başlıca enstrümanlar ise inşaat sektörü başta olmak üzere şirketler ve dönemin “sıkı ortağı” Cemaat’e bağlı okullardı.
AKP üzerinden Ortadoğu’da “model ülke” olarak vitrine çıkarılan TC’nin o dönemdeki “barışçı” dış politikası küresel anlamda ABD, AB ve Körfez devletleri ile içeride TÜSİAD-MÜSİAD ve liberal çevrelerden oluşan geniş bir desteğe sahipti.
Bu “barışçı” dış politikanın satır arası okumalarında ise Nazi döneminin kolonizasyon politikalarının ana söylemlerinden biri olan Lebensraum’u (hayat sahası) görmek mümkündü. AKP’nin dış politika yapıcılarından Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı kitabında yer verilen bu yayılmacı kavrama göre TC’nin, Osmanlı bakiyesi coğrafyalarda güç ve nüfuz sahibi olması amaçlanıyordu.
Ancak 2011 yılında patlayan Arap Ayaklanmaları ve Suriye Savaşı, AKP’nin komşularla “iyi ilişkilere” dayalı dış politikasını gözden geçirmesine vesile oldu. Tunus ve Mısır’daki seçimlerde Müslüman Kardeşler bağlantılı iktidarların iş başına gelmesi, Kuzey Afrika’dan başlayan ve Suriye’ye uzanan bir domino etkisi beklentisini doğurdu. Bölgesel dış politikadaki bu değişimin ana motivasyonunu “Saraybosna’dan Halep’e, Musul’dan Gazze’ye” Sünni Müslüman dünyasının “davasının” liderliğine oynamak oluşturuyordu. En az bunun kadar ağır basan bir diğer önemli motivasyonun da agresif bir dış politikayla, 2009 sonrası küresel bazda dünyaya arz edilen düşük faizli nakit akışı nedeniyle geçici bir refah dönemi yaşayan TC ekonomisini, kapitalist devletler liginde üst sıralara çıkarmak olduğunu belirtmek gerek.
Dönemin mevcut devlet iktidarının, söz konusu bölgesel heveslerinde ABD, AB ve Körfez monarşileri ile İran-Irak-Suriye’den oluşan Şii ekseni geriletme adına ortak bir zeminde buluştuğu da hatırlanmalı. Suriye Savaşı’nın başlarında bir araya gelen bu blok, ilerleyen yıllarda 2013’te Mısır’daki askeri darbe sonrası bu kez de Müslüman Kardeşler karşıtlığı ve destekçiliği temelinde ayrıştı.
Yaşanan bu ayrışmada AKP’nin dış politikasındaki yayılmacı yönelimin diğer devletler nezdinde, giderek ciddi bir tehdit unsuru olarak algılanmasının payının da olduğu belirtilmeli. Söz konusu ayrışma Ankara’yı, bölgesel hegemon bir güç olmak idealiyle çıktığı yolda, 19. yüzyılda ittifaklar dışı kalan ve bu nedenle denizaşırı sömürgelerine yönelen Britanya İmparatorluğu’ndan mülhem “değerli yalnızlık” söylemini yükseltmek zorunda bıraktı.
Bölgede daha aktif rol oynamaya dayalı bir dış politikayı savunan ve devletin kurucu kadrosu olan Kemalistleri bu noktada “pasiflikle” eleştiren AKP, Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığında özellikle 2011 sonrası, TC’nin önemli jeostratejik konumunun etkili bir dış politika geliştirilmesiyle daha işlevsel olacağını savunan bir hat izlemeye başladı. Bu hat aynı zamanda, Soğuk Savaş sonrası, söz konusu jeopolitiğin yeniden okunmasına dayalı bir dış politika güncellemesini zorunlu kılıyordu. TC dış politikası AKP dönemine kadar, Kürt sorunu konusunda, genellikle askeri anlamda Irak, diplomatik olarak ise kısmen Yunanistan gibi komşu ülkelere müdahaleler dışında, saldırgan olmayan bir bölgesel pratik içindeydi. Davutoğlu döneminde bu “durağan” dış politika, Neo-Osmanlıcı ve muhafazakar bir zemine oturtularak imparatorluk bakiyesi topraklar üzerinden saldırgan ve yayılmacı bir yönelim kazandı. Bu saldırgan dış politika zamanla, mevcut sınırlar haricinde, -Osmanlı İmparatorluğu’nun işgal ettiği coğrafyalar kast edilerek- bir de “gönül sınırlarının” olduğu şeklinde ifade edildi ve koyu hamaset diliyle irredantist bir tahayyül ortaya konuldu.
Latince “terra irredanta – geri alınmamış toprak” anlamındaki söz dizisinden ortaya çıkan irredantizm kavramı, Türkçeye “kurtarımcılık” olarak geçmişti. 1870’te İtalya devletinin “ulusal birliğini” oluşturma politikaları çerçevesinde ortaya çıkan irredantizm, 20. yüzyıl başlarında ise devletlerin yayılmacılık idealleri için kullanılmaya başlandı.
Devletlerin, eski imparatorluk bakiyesi olduğunu öne sürdüğü coğrafyalardaki “dil, din, ırk, kültür birliği” içinde olduğu iddia edilen halklar, irredantist politikalar sonucu savaşlar yaşadı, yaşam alanlarından sürüldü ya da katledildi. Bugün Rojava’da yaşananlara baktığımızda, Kürt ve Arap nüfus özelinde yaşanan coğrafi yer değiştirmeler ve askeri operasyonlar sırasında yaşanan katliamlar, Ankara’nın Osmanlı bakiyesi olduğunu iddia ettiği coğrafyalara dair tasarruflarının irredantist sonuçlarını görüyoruz.
Ahmet Davutoğlu döneminde TC’nin bölgesel rolünde, o döneme kadar kullanıldığı gibi “köprü” değil “merkez” devlet olduğu iddiasıyla ortaya konan kültürel ve siyasal hegemonya idealleri, 2016’dan beri Suriye’ye yönelik operasyonlarla askeri belirginliği artan bir hüviyete büründü. TC devletinin kuruluşundan bu yana bir şekilde var olan bu politikanın “sınırlı” örneklerini, 1939’da Antakya’nın ilhakı ve 1974’te Kıbrıs’taki askeri darbe gerekçe gösterilerek adanın kuzeyinin işgalinde görmek mümkün. İçinden geçtiğimiz süreçte ise AKP, 2016’daki Fırat Kalkanı’ndan beri bu “sınırlılığı” farklı coğrafyalara dair attığı askeri adımlarla zorluyor. Diğer taraftan, devletlerin otoriter yönetimlerinin güçlenmesiyle doğru orantılı olarak yayılmacılık idealleri artan irredantist politikalar, AKP tarafından “Kızıl Elma” gibi milliyetçi söylemlerle aynı zamanda içerideki muhalifleri sindirmeye odaklı bir “iç fetih” aracı olarak da kullanılıyor.
Ancak tüm bu fetihçi dış politika hamlelerinin tıkandığı, istikbal vaat etmediği ve sürdürülebilir olmadığına dair güçlü veriler mevcut. Orta ölçekte güce sahip bir bölgesel devletin cari kapasitesinin çok üzerindeki söylem ve iddialar, bu verileri doğrular nitelikte bir okuma yapmayı kolaylaştırıyor.
Suriye ve Rojava’daki askeri varlığını Rusya ile ABD arasında gidip gelen ve kırılganlığa müsait denge politikasına oturtan Ankara, son süreçte özellikle İdlip’teki gözlem noktaları üzerinden Rusya ile bir gerilim yaşayabileceğinin işaretlerini veriyor. Son olarak Ermenistan-Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ çatışmalarına gönderilen cihatçı çeteler, TC’nin İdlip’teki varlığını bir vadeye kadar daha uzatma, Tel Rıfat-Menbiç ve Kobané’yi de pazarlık konusu haline getirme kozu olarak görülmeli. Bununla beraber bu kozun Rusya’nın, Kuzey Kafkasya’da Çeçenistan Savaşı’ndan bu yana, terörist olarak tanımladığı ve “yuvasında yok etmek üzere” Suriye Savaşı’ndaki varlık koşullarından biri olan cihatçı çeteleri, arka bahçesi olan Güney Kafkasya’da bir tehdit olarak bulması halinde, ters tepen bir silaha dönüşmesi muhtemel. Aynı ifadeleri, bu çetelerle mezhepsel düşmanlık halindeki İran için de kullanmak mümkün.
Libya’da var olan iki hükümetten, Trablus’taki Müslüman Kardeşler bağlantılı Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile kurulan ortaklık ise Mısır, Suudi Arabistan ve BAE ile halihazırda var olan gerginliğe yeni bir gerilim başlığı ekledi. Müslüman Kardeşler hamiliği üzerinden belirginleşen bu gerilim, diğer taraftan da eski Osmanlı işgal coğrafyası olan Kuzey Afrika’daki TC varlığı üzerinden BAE’nin ideolojik ve finansal desteğinde, yeni tip bir Arap milliyetçiliğinin yükselmesini sağladı. Buna göre Irak, Suriye, Libya’daki askeri varlığı ile TC, en az Şii İran kadar, Sünni Arap dünyasında ciddi bir tehdit olarak algılanmaya başlandı.
Diğer yandan geçtiğimiz yıl sonu Trablus’taki UMH ile Avrasyacı amirallere ait olan Mavi Vatan Projesi kapsamında imzalanan anlaşmadaki “deniz sınırlarının” doğu ucu, ülkedeki diğer iktidar olan Tobruk hükümetinin kontrolünde bulunan Bingazi’de kalıyor. Dolayısıyla “ölü doğan” bu anlaşmanın uygulanabilirliği için, devlet medyasının geçtiğimiz günlerdeki “başarı” haberlerinin aksine, Ankara destekli UMH’nin Rusya, Mısır, BAE ve Fransa destekli Tobruk hükümetine bağlı güçlerle savaşması ve Bingazi’yi alması gerekiyor.
Güney Ege’de 12 mil, kıta sahanlığı, tartışmalı adacık ve kayalıklar için Yunanistan ile yaşanan gerilimde de bu içeride çok ses çıkaran, ancak bir o kadar da başarısız dış politika nedeniyle, normal şartlarda Ege’ye kıyısı olan iki devlet arasında çözülebilecek bu sorun AB ve ABD’nin de dahil olduğu bir gerilime dönüştü.
Ankara’nın bu saldırgan dış politikasının bir sonucu da Doğu Akdeniz’de ABD’nin NATO müttefikleri üzerinden kurduğu dengeyi bozması nedeniyle karşı karşıya kaldığı yalnızlaşma oldu.
NATO müttefiklerinin bölgedeki uyumuna dayalı bu dengeye göre TC İsrail ile gerilim yaşamayacak, karşılığında ABD Güney Kıbrıs’a ambargo uygulayacak, Yunanistan’ı da Ege’de TC’nin hassas olduğu 12 mil sınırını aşmaması noktasında frenleyecekti. Amacı Rusya’yı Akdeniz’den dışlamak olan bu dengenin, Ankara’nın bölgedeki bu saldırgan dış politikası nedeniyle bozulma ihtimali karşısında Yunanistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa, Mısır, İsrail, Güney Kıbrıs tarafından oluşan TC karşıtı blok ABD tarafından desteklendi.
Ekonomisi kriz altında, orta ölçekte bir bölge devletinin boyunu çok aşan bu dış politika hamlelerinin orta ve uzun vadede yenilgi ile sonuçlanması kaçınılmaz görünüyor. Müzakere dili yerine savaş dilinin kullanılması, fiili propaganda bakanlığı işlevindeki İletişim Başkanlığı aracılığıyla kof hamaset yüklü videolar yayınlanması, “şehit” temalı devlet propagandası bu politikanın görünürlüğünü bir süre için gizleyebilir belki, ancak yenilgisini engellemek söz konusu olamaz.
Umalım ki bu yenilgi emperyal hayaller gören devlet iktidarı ile sınırlı kalsın. Aksi halde tarih, ekonomik ve siyasal anlamda sıkıştıkça içeride baskıyı artıran, dışarıda da yayılmacı emelleri uğruna savaş naraları atan otoriter iktidarların müsebbibi olduğu, ancak ezilen halkların bu savaşların bedelini ağır şekilde ödediği örneklerle dolu.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.