Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 8. bölümünün ilk kısmını sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere buradan ulaşabilirsiniz.
Bölüm 8.1: Adalet
Hayır dostum, itiraf etmek ne kadar zor olsa da dünyada adalet yok.
Daha da kötüsü: Bir kişinin diğerinin ihtiyacından yararlanmasını, onu kendi çıkarına çevirmesini ve kendi türünü sömürmesini sağlayan koşullar altında yaşadığımız sürece adalet var olamaz.
Herhangi biri bir başkası tarafından yönetildiği sürece adalet var olamaz; kişi diğerini kendi iradesine karşı zorlayacak yetki ve güce sahip olduğu sürece adalet var olamaz.
Efendi ile kölesi arasında adalet var olamaz.
Eşitlik de olamaz.
Adalet ve eşitlik ancak eşitler arasında olabilir. Sokakları temizleyen fakir erkek işçi toplumsal olarak Morgan’la eşit midir? Temizlikçi kadın işçi Lady Astor ile eşit mi?
Temizlikçi kadın işçi ve Lady Astor’un özel veya halka açık herhangi bir yere girdiğini düşünelim. Eşit şekilde karşılanacak ve muamele görecekler mi? Kendi kıyafetleri, yerlerini belirleyecektir. Çünkü kıyafetleri bile mevcut koşullar altında toplumsal konumlarındaki, yaşamsal konumlarındaki, nüfuzlarındaki ve zenginliklerindeki farklılığı gösteriyor.
Temizlikçi kadın işçi hayatı boyunca çok çalışmış olabilir, toplumun en çalışkan ve yararlı üyelerinden biri olabilir. Hanımefendi ise asla tek bir iş bile yapmamış olabilir, topluma en ufak bir faydası bile dokunmamış olabilir. Bunlara rağmen tercih edilecek ve iyi bir şekilde karşılanacak kişi zengin hanımefendidir.
Bu çirkin örneği seçtim çünkü bu durum, toplumumuzun ve uygarlığımızın özünü gösteriyor.
Dünyada en önemli olan şeyler para ve paradan kaynaklanan güç ve otoritedir.
Adaleti değil mülkiyeti var eder.
Bu örneği kendi hayatını kapsayacak şekilde genişlet, adalet ve eşitliğin yalnızca ucuz laflar ve sana öğretilen yalanlar olduğunu, para ve gücün ise tek gerçek şey olduğunu fark edeceksin.
Yine de insanlıkta köklü bir adalet duygusu vardır ve herhangi birine adaletsizlik yapıldığını gördüğünde buna her zaman hislenirsin. Öfkeli hissedersin ve buna kızarsın: Çünkü hepimiz diğer insanlara karşı içgüdüsel bir sempati duyuyoruz, çünkü doğamız ve alışkanlıklarımız gereği sosyal varlıklarız. Ancak çıkarların veya güvenliğin söz konusu olursa farklı davranırsın; hatta farklı hissedersin.
Diyelim ki kardeşinin bir yabancıya yanlış yaptığını gördün. Onu uyarır ve bunun için azarlarsın.
Patronunun bir işçiye haksızlık yaptığını gördüğünde buna kızarsın ve için isyanla dolar. Ancak muhtemelen işini kaybedebileceğin veya patronunla kötü bir ilişki kurabileceğin için duygularını ifade etmekten kaçınacaksın.
Kişisel çıkarların senin doğanın daha iyi tarafını bastırıyor. Patrona bağımlılığın ve onun senin üzerindeki ekonomik gücü davranışını etkiliyor.
Farz et ki John, yerdeki Bill’i dövüyor ve tekmeliyor. İkisi de senin için yabancı olabilir ancak John’dan korkmuyorsan yere düşen bir adamı tekmelemeyi bırakmasını söyleyeceksin.
Ancak polisin birine aynı şeyi yaptığını gördüğünde müdahale etmeden önce iki kez düşüneceksin çünkü o da seni döverek tutuklayabilir. Çünkü otoritesi var.
Yetkisi olmayan ve adaletsiz davrandığında birinin müdahale edebileceğini bilen John, ne yapacağına oldukça dikkat edecektir.
Otoriteye sahip olan ve kendisine herhangi birinin müdahale etme şansının çok az olduğunu bilen polisin adaletsiz davranma olasılığı ise daha yüksektir.
Bu basit örnekte bile, otoritenin ona sahip olan ve onu uygulayanlar üzerindeki etkisini gözlemleyebilirsin. Otorite, sahibini adaletsiz ve keyfi davrandırtabilme eğilimindedir; kurbanlarınıysa yanlış, itaatkâr ve köle olarak kabul ettirir. Otorite sahibini yozlaştırır ve kurbanlarını küçük düşürür.
Bu, varoluşun en basit ilişkileri için doğruysa endüstriyel, politik ve toplumsal yaşamımızın daha geniş alanında kim bilir ne ölçüde doğrudur?
Patronuna olan ekonomik bağımlılığının eylemlerini nasıl etkileyeceğini gördük. Benzer şekilde, ona ve onun niyetine bağımlı olanları da etkileyecektir. Dolayısıyla, açıkça farkında olmasalar bile, çıkarları onların eylemlerini de yönlendirecektir.
Ya patron? O da kendi çıkarlarından etkilenmez mi? Onun tavırları, tutumu ve davranışı kişisel çıkarlarının bir sonucu olmayacak mı?
Gerçek şu ki herkes esas olarak kendi çıkarları tarafından kontrol ediliyor. Duygularımız, düşüncelerimiz, eylemlerimiz, tüm hayatımız bilinçli ve bilinçsiz olarak çıkarlarımız tarafından şekilleniyor.
Sıradan insan doğasından, ortalama bir insandan bahsediyorum. İstisna gibi görünen durumlar bulabilirsin. Örneğin büyük bir fikir veya ideal, bir insanı öylesine ele geçirebilir ki o insan kendisini tamamen ona adayabilir ve hatta bazen onun için hayatını feda edebilir. Böyle bir durumda, o kişi kendi çıkarlarına aykırı hareket etmiş gibi görünebilir. Ama böyle düşünmek hatadır. Çünkü gerçekte, insanın uğruna yaşadığı, hatta uğruna yaşamını verdiği fikir ya da ideal onun asıl çıkarıydı. Tek fark idealist, asıl çıkarını bir fikir için yaşamakta bulurken ortalama bir insanın en güçlü çıkarı ise dünyaya ayak uydurmak, rahat ve huzur içinde yaşamaktır. Ancak her iki insan da asıl çıkarları tarafından kontrol edilir.
İnsanların çıkarları farklılık gösterir ancak hepimiz birbirimize benziyoruz. Çünkü her birimiz kendi özel çıkarlarımıza göre hissediyor, düşünüyor ve hareket ediyoruz.
O halde patronunun çıkarlarına aykırı davranmasını bekleyebilir misin? Kapitalistin, çalışanlarının çıkarları tarafından yönlendirilmesini bekleyebilir misin? Maden sahibinin işini madencilerin çıkarları için yürütmesini bekleyebilir misin?
Patronun ve işçilerin çıkarlarının farklı olduğunu gördük; o kadar farklı ki birbirlerine karşıtlar.
Aralarında adalet olabilir mi? Adalet, herkesin hakkını alması anlamına gelir. Kapitalist toplumda işçi, hakkını ya da adaleti elde edebilir mi?
Öyle olsaydı, kapitalizm var olamazdı: Çünkü o zaman işveren işinden herhangi bir kar elde edemezdi. Eğer işçi hakkını alırsa -yani ürettiği şeyler ya da eşdeğerleri- kapitalistin karı nereden gelir? Emek, ürettiği servete sahip olsaydı kapitalizm var olmazdı.
Bu, işçinin ürettiklerini alamayacağı, kendi hakkı olanı alamayacağı ve bu nedenle ücretli kölelik varken adaleti sağlayamayacağı anlamına gelir.
“Eğer durum buysa,” diyorsun, “hukuka, mahkemelere başvurabilir.”
Mahkeme nedir? Hangi amaca hizmet eder? Yasayı korumak için vardır. Birisi paltonu çaldıysa ve bunu kanıtlayabilirsen mahkemeler senin lehine karar verir. Sanık zenginse veya zeki bir avukatı varsa her şeyin bir yanlış anlaşılma olduğu veya bunun bir sapkınlık olduğu sonucuna varılabilir ve hırsız büyük olasılıkla serbest kalabilir.
Fakat patronunu, emeğinin büyük bir kısmını çalmakla, seni kişisel menfaati ve karı için kullanmakla suçlarsan hakkını mahkemelerde alabilir misin? Hakim, davayı reddedecektir çünkü patronunun senin emeğin üzerinden kar elde etmesi yasalara aykırı değildir. Bunu yasaklayacak bir kanun yok. Adalete bu şekilde ulaşamayacaksın.
“Adaletin gözü kördür” deniyor. Bununla kastedilen statü, güç, ırk, inanç veya renk ayrımını tanımamasıdır.
Bu önermenin tamamen yanlış olduğunun görülmesi gerekir. Çünkü adalet insanlar, yargıçlar ve jüriler tarafından idare edilir ve her insanın kendi çıkarları vardır; kişisel duyguları, görüşleri, beğenileri, hoşlanmadıkları ve önyargılarından yalnızca yargıç cübbesi giyerek ve bankta (jürilerin oturduğu bank) oturarak kurtulamazlar. Yargıcın tutumu -herkes gibi- eğitimi ve yetiştirilmesi, yaşadığı çevre, duyguları ve düşünceleri ve özellikle çıkarları ve ait olduğu toplumsal grubun çıkarları tarafından bilinçli veya bilinçsiz olarak belirlenecektir.
Yukarıdakileri göz önünde bulundurduğunda mahkemelerin iddia edilen tarafsızlığının gerçekte psikolojik olarak imkânsız olduğunu anlamalısın. Böyle bir şey yoktur ve olamaz. En iyi ihtimalle yargıç ne duygularının ne de çıkarlarının -bir birey veya belirli bir sosyal grubun üyesi olarak- herhangi bir şekilde ilgili olduğu durumlarda nispeten tarafsız olabilir. Bu gibi durumlarda adalet elde edebilirsin. Ancak bunlar genellikle düşük öneme sahiptir ve adaletin genel idaresinde çok önemsiz bir rol oynarlar.
Bir örnek düşünelim. İki iş adamının, politik veya toplumsal bir önemi olmayan bir mülkün sahipliği konusunda tartıştığını varsayalım. Böyle bir durumda, konuyla ilgili hiçbir kişisel duygusu veya ilgisi olmayan yargıç davanın esasına göre karar verebilir. O zaman bile tutumu büyük ölçüde sağlık durumuna ve sindirim sistemine, evi terk ettiği ruh haline, eşiyle olası bir tartışmaya, görünüşte önemsiz ve ilgisiz ancak çok belirleyici diğer insan faktörlerine bağlı olacaktır.
Ya da iki işçinin bir tavuk kümesinin mülkiyeti nedeniyle mahkemede olduğunu varsayalım. Yargıç, böyle bir durumda adil bir şekilde karar verebilir çünkü davacılardan birinin veya diğerinin lehine verilen bir karar yargıcın konumunu, duygularını veya çıkarlarını hiçbir şekilde etkilemez.
Ama önündeki davanın, ev sahibiyle veya patronuyla davalık olan bir işçinin davası olduğunu varsayalım. Bu tür durumlarda, hakimin karakter ve kişiliği kararını etkileyecektir. Sonuç mutlaka adaletsiz olacak değil. Bahsetmeye çalıştığım nokta bu değil. Dikkatinizi çekmek istediğim şey söz konusu davada yargıcın tavrının tarafsız olamayacağı ve olmayacağıdır. İşçilere yönelik duyguları, toprak ağaları veya işverenlerle ilgili kişisel görüşü ve toplumsal görüşleri yargılarını -hatta bazen kendisinin farkında olamayacağı şekilde- etkileyecektir. Kararı adil olabilir veya olmayabilir; koşullar ne olursa olsun karar yalnızca kanıta dayalı olmayacaktır. Kişisel duyguları, emek ve sermaye ile ilgili görüşlerinden etkilenecektir. Tutumu genel olarak arkadaş çevresi ve toplumsal grubu ile ilgili olacak ve bu konudaki görüşleri o grubun çıkarlarına uygun olacaktır. Hatta kendisi bir ev sahibi olabilir veya emek sömüren bir şirkette hisse sahibi olabilir. Duruşmada verilen delillere yönelik bilinçli veya bilinçsiz görüşü, kendi duyguları ve önyargılarıyla biçimlenecek, kararı bunun bir sonucu olacaktır.
Ayrıca iki davacının görünüşü, konuşma ve davranış tarzları, özellikle zeki bir avukat çalıştırma yetenekleri yargıcın izlenimleri ve dolayısıyla kararı üzerinde çok önemli bir etkiye sahip olacaktır.
Bu nedenle bu tür durumlarda kararın, davanın esasından ziyade belirli bir yargıcın zihniyetine ve sınıf bilincine bağlı olacağı açıktır.
Bu deneyim o kadar geneldir ki toplum kendini “yoksullar zenginlerin karşısında adalet bulamaz” duygusuyla ifade etmiştir. Arada sırada istisnalar olabilir ancak bu durum genellikle doğrudur ve toplum farklı çıkarlara sahip farklı sınıflara bölündüğü sürece başka türlü olamaz. Durum böyle olduğu sürece adalet tek taraflı, sınıf adaleti olacaktır; yani bir sınıf lehinedir ve diğerine karşı adaletsizlik anlamına gelir.
Belirli sınıf meselelerini, sınıf mücadelesi vakalarını içeren davalarda bu durum daha net bir şekilde görünür.
Örneğin bir şirkete veya zengin bir patrona karşı işçilerin grevini ele alalım. Yargıçları, mahkemeleri hangi tarafın yanında bulacaksın? Yasa ve devlet kimin çıkarlarını koruyacak? İşçiler daha iyi yaşam koşulları için grev yapıyorlar; evlerinde, uğurlarına yarattıkları servetten biraz daha büyük bir pay almaya çalıştıkları eşleri ve çocukları var. Yasa ve devlet bu değerli amaç için onlara yardım ediyor mu?
Gerçekte ne olur? Devletin her kolu, emeğe karşı sermayenin yardımına koşar. Mahkemeler grevciler hakkında tedbir kararı çıkaracak, grevcilerin insanları sömürülmemeye ikna etmelerine izin vermeyerek grevcileri yasaklayacak veya etkisiz hale getirecek, polis grev gözcüsünü dövecek ve tutuklayacak, hakimler para cezalarını dayatacak ve onları hapse atacak. Devletin tüm mekanizması grevi kırmak, mümkünse sendikayı parçalamak ve işçilere boyun eğdirmek için kapitalistlerin hizmetinde olacaktır. Eyalet valisi bazen milisleri bile çağırır, başkan ise orduya görev emrini -sırf emeğe karşı kapitalistleri desteklemek için- verir.
Bu arada grevin gerçekleştiği vakıf veya şirket, çalışanlarına şirket lojmanlarını boşaltmalarını emredecek. Onları ve ailelerini soğukta dışarı atacak ve fabrika, maden veya atölyedeki yerlerini senin emeğin ve vergilerin ile finansa edilen polisin, mahkemelerin ve devletin koruması altındaki grev kırıcılarla dolduracak.
Böyle durumlarda adaletten bahsedebilir misin? Yoksulların zenginlere, emeğin sermayeye karşı mücadelesinde adaletin mümkün olduğuna inanacak kadar saf olabilir misin? Bunun acı bir mücadele, karşıt çıkarların mücadelesi, iki sınıflı bir savaş olduğunu görmüyor musun? Savaşta adalet bekleyebilir misin?
Gerçekte kapitalist sınıf, bunun bir savaş olduğunu bilir ve emeği yenmek için kullanabileceği her yolu kullanır. Ancak işçiler maalesef durumu efendileri kadar net görmüyorlar ve bu yüzden hala “adalet”, “kanun önünde eşitlik” ve “özgürlük” konusunda gevezelik ediyorlar.
İşçilerin bu tür masallara inanması kapitalist sınıf için faydalıdır. Efendilerin hâkimiyetinin devamını garantiler. Bu nedenle bu inancı devam ettirmek için her türlü çabayı gösterirler. Kapitalist basın, politikacı, konuşmacı, hukukun adalet anlamına geldiğini, herkesin hukuk önünde eşit olduğunu, herkesin özgürlüğün tadını çıkarması ve hayatta herkesin diğeriyle aynı fırsata sahip olması konusunda seni etkileme fırsatını asla kaçırmazlar. Bütün yasa ve düzen, kapitalizm ve devlet mekanizması, tüm uygarlığımız bu devasa yalana dayanmaktadır. Bu yalanın okul, kilise ve basın tarafından yapılan sürekli propagandası koşulları olduğu gibi tutmak, ücretli köleliğinin ‘kutsal kurumlarını’ korumak, seni yasalara ve otoriteye itaatkâr kılmak içindir.
Halka her yöntemle bu ‘adalet’, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’ yalanını aşılamaya çalışırlar, tüm güçlerinin ve statülerinin bu inanca dayandığını gayet iyi bilirler. Her uygun ve uygunsuz durumda seni bu saçmalıkla doldururlar; bu dersi sana daha vurgulu bir şekilde vermek için özel günler bile yarattılar. Onların büyücüleri 4 Temmuz’da seni bu şeylerle doldurur, sefaletini ve tatminsizliğini havai fişeklerle atmana, büyük gürültü ve kargaşada ücretli köleliğini unutmana izin verilir. Bu büyük olayın -III. George’un zulmünü ortadan kaldıran ve Amerikan Kolonileri’ni bağımsız bir cumhuriyet haline getiren Amerikan Devrim Savaşı’nın- görkemli hatırasına ne kadar da büyük bir hakaret! Şimdi o olayın yıldönümü, işçilerin ne özgürlüğe ne de bağımsızlığına sahip olduğu ülkedeki köleliğini maskelemek için kullanılıyor. Yaralarına tuz basmak için, sahip olmadığın şeyler için dindar bir şükran sunabileceğin bir Şükran Günü bile verdiler!
Efendilerinin güvencesi -senin aptallığın sayesinde- o kadar büyük ki böyle şeyler yapmaya cesaret edebiliyorlar. Seni bu kadar aldatılmış olarak bırakıp ve doğal olarak isyankâr ruhunun gözlerini açıp öfkeli bir şekilde meydan okuyarak, yüreğinden çığlıklar atarak asla izin vermeyeceğin türden iğrenç bir ‘yasa ve düzen’ ibadetine sıkıştırdıklarında kendilerini güvende hissederler.
İsyanının en ufak bir belirtisi bile başına devletin, yasanın ve düzenin polis copundan başlayan hapishane ve darağacıyla veya elektrikli sandalyeyle biten tüm ağırlığını çeker. Bütün kapitalizm ve devlet sistemi, her tatminsizlik ve isyan belirtisini ezmek için seferber edilmiştir; evet, bir işçi olarak koşullarını iyileştirme girişimlerini bile. Çünkü efendilerin durumu çok iyi anlıyor ve davanın gerçeklerini, köle olduğun gerçeğini fark etmenin tehlikesini tam olarak biliyorlar. Kendi çıkarlarının ve sınıflarının çıkarlarının farkındadırlar. İşçiler karmakarışık ve kafası karışmış haldeyken onlar sınıf bilincindeler.
Sanayi lordları, seni örgütsüz ve düzensiz tutmanın veya sendikaların güçlü ve militan olduklarında onları dağıtmanın kendileri için iyi olduğunu bilirler. Sınıf bilinçli bir işçi olarak her ilerlemene karşı çıkmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Emeğin koşullarını iyileştirmek için yapılan her hareketten nefret ediyorlar, buna karşı sertçe savaşıyorlar. Bir işçi olarak koşullarını iyileştirmek yerine kendi kurallarının sürdürülmesine hizmet eden eğitim ve propagandaya milyonlar harcıyorlar. Kârlarını azaltabilecek veya üzerindeki hakimiyetlerini tehdit edebilecek herhangi bir düşünceyi veya fikri bastırmak için ne masraftan ne de çabadan kaçınıyorlar.
Bu nedenle daha iyi koşullar için emeğin bütün arzusunu ezmeye çalışıyorlar. Örneğin günde sekiz saat hareketini düşün. Nispeten yakın bir tarih ve muhtemelen patronların emeğin bu çabasına karşı ne kadar sert ve kararlı olduğunu hatırlıyorsun. Amerika’daki bazı endüstrilerde ve çoğu Avrupa ülkesinde mücadele hala devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1886’da başladı ve patronlar işçileri eski koşullarda fabrikalara geri götürmek için vahşetle saldırdı. Lokavtlara başvurdular, binlerce kişiyi işsiz bıraktılar; işçi meclislerine, işçi meclislerinin aktif üyelerine karşı kiralık haydutlar ve Pinkertonlar (1850 yılında Allan Pinkerton tarafından kurulan özel bir ABD güvenlik ve dedektiflik şirketi) tarafından uygulanan şiddete, sendika genel merkezlerinin ve toplantı yerlerinin yıkılmasına başvurdular.
‘Yasa ve düzen’ neredeydi? Devlet mücadelenin hangi tarafındaydı? Mahkemeler ve hakimler ne yaptı? Adalet neredeydi?
Yerel, eyalet ve federal otoriteler patronlara yardım etmek için emirlerindeki tüm teçhizatı ve gücü kullandılar. Cinayetten çekinmediler bile. Hareketin en aktif ve yeteneklileri, işçilerin çalışma saatlerini azaltma girişimlerinin bedelini hayatlarıyla ödemek zorunda kaldı.
Çev. Burak Aktaş