İzmir’de 30 Ekim tarihinde gerçekleşen deprem nedeniyle, devlet kurumlarının verilerine göre 114 kişi yaşamını yitirdi, 1035 kişi yaralandı.
Veya…
İzmir’de 30 Ekim tarihinde gerçekleşen devlet nedeniyle, deprem kurumlarının verilerine göre 114 kişi yaşamını yitirdi, 1035 kişi yaralandı.
Hangi cümlede daha çok anlam düşüklüğü var? Birçoğumuza göre şüphesiz ikinci cümlede. Neden? Çünkü birçoğumuzun bilinci, ikinci cümlenin öznesince oluşturulmuş da ondan. Neden? Çünkü ikinci cümlenin öznesi, birçoğumuzun doğru bildiğini yanlış, yanlış bildiğini doğru yapmış da ondan.
Deprem Doğaldır, Kriz Devlettir
Deprem, herkes tarafından bir kriz anı olarak tariflenir. Gerçekleştiği an, bir kriz anıdır. Ve hiç şüphesiz, devletli toplumlarda kriz anlarında ilk önce gerçekler ölür. Devletlerce bir kriz anı haline getirilen depremlerde de bu böyledir, depremde ilk önce gerçekler ölür. İzmir depremi gerçekleştiği andan itibaren böyle oldu. Depremin ilk saatlerinde büyüklüğü bile farklı kurumlar tarafından farklı rakamlarla açıklandı. Bugün 1000 kişiye İzmir depreminin büyüklüğünü sorsak en çok 6.6, 6.7, 6.9, 7.0 olmak üzere birçok farklı cevap alırız. Bunun nedeni de elbette bu 1000 kişinin dikkatsizliği, ilgisizliği, unutkanlığı, cahilliği olmaz; devletin farklı farklı kurumları tarafından, hiçbirimizin anlamak bile istemeyeceği farklı bürokratik gerekçelerle gerçeğin bile isteye öldürülmesi olur.
İzmir depreminde yine devletin bir kurumunun verilerine göre 58 bina yıkıldı. Herhalde öldürülemeyen gerçeklerden biri bu. Öyle değilse –bu konuda bile yanıltılabiliyorsak- vay halimize…
Yıkılan binaları incelediğimiz zaman hepsinin aşağı yukarı aynı iki ilçede olduğunu görüyoruz. Ama bu inceleme üstü örtülemeyecek bir gerçeği daha gösteriyor bize. 58 binanın neredeyse her biri farklı sokak, semt veya mahallede karşımıza çıkıyor. Neredeyse bir tane bile yan yana iki bina yıkılmamış. Kilometrelerce alanı etkileyen bir deprem farklı 400-500 metrekarelik alanları –bir binanın alanının ortalama 400-500 metrekare olduğunu varsayarsak- farklı şiddetlerde etkilemiyor olsa gerek. Bu bize neyi gösterir? 58 ayrı çürüğü! Eksik malzemeyi, deniz kumunu, paslı demiri, ucuz yaşamı, kesik kolonu, rantı, talanı, rüşveti, birkaç bin lira uğruna binlerce insanın yaşamının çalındığını…
Enkaz Üzerinde Bir Bakan
Arama kurtarma çalışmalarının ilk saatlerinde ekranlarda devletin bir bakanını gördük. Onlarca kamera, mikrofon ve ışık bakanın karşısına birikmişti. Ne kadar da iyi bir bakandı bu bakan, depremin haberini alır almaz tüm programını iptal etmiş, anında olay yerine gelmişti. Acaba bakan hazretleri ne yapacaktı? Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, enkaz altındaki bir çocukla canlı yayında telefonla konuşuyordu. Enkaz altından gelen telefondaki ses imdat diye bağırıyordu. Pek yardımseverdi bakan, canını dişine takmış, o enkaz senin bu enkaz benim geziyordu. Kameralar da onunla geziyordu tabii…
Öyle fedakar bir bakandı ki, yıkıntıların üzerinde dolaşırken bir arama kurtarma görevlisinin, muhtemelen enkaz altındaki biriyle canhıraş telefonla konuştuğunu gördü. Görevliye doğru yöneldi, koronavirüs nedeniyle taktığı maskesini çıkarıverdi. Bir çırpıda telefonu görevlinin elinden aldı, enkaz altındaki kişiyle konuşmaya başladı. Yüzünü, o ana kadar arkasına aldığı kameralara doğru döndü. Sol işaret parmağını kaldırmış telaşlı ama mümkün olduğu kadar ne yaptığını bilen bir yüz ifadesiyle bir şeyler söylüyordu. Olur da gazeteciler bu anları kaçırır diye takım elbiseli bir kişi de telefonla kaydediyordu bu anları.
Televizyondaki ses maç anlatır gibi anlatıyordu: “Sayın bakan telefonu aldı. Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli şu anda telefonla konuşuyor. Az önce ekranlarınıza getirmiştik, havadan incelemelerde bulunmuştu, şu anda Bayraklı’da bizzat enkazın başında kendisi…”
Bir depremde enkaz altındaki kişiyle temas kurulabilmişse, hem ne durumda olduğunu anlayabilmek hem de sakin kalabilmesi ve sağlıklı bir şekilde enkaz altından çıkabilmesi için gündelik şeylerin konuşulması, sohbet edilmesi gerektiği biliniyor. Bakanın bu konudaki bilgisi veya deneyiminin görevliden daha fazla olup olmadığını bilmiyoruz, biz bakanı sadece telefonun mikrofonuna sakin ol diye bağırırken gördük o kadar.
Bir Başka Enkaz
Günler ilerledikçe enkazlar kaldırıldı, her enkazın altından ezilenlerin yaşamları çıkarılıyor, aynı televizyonlarda “72 saat sonra gelen mucize” diye servis ediliyordu. Kriz anlarında gerçeğin öldüğünü söylemiştik. Kriz anlarında bazı kavramların anlamları da değişebilir. Örneğin mucize, “devletin rant uğruna işlenmiş bu kadar büyük bir cinayetin üzerini örtmek için ihtiyaç duyduğu şey” anlamını alıverir hemen.
Devletin suçunu örtecek mucizeye dönüşemeyenler, bir rakama dönüşüverir. 13, 58, 76, 102, 114…
Enkazlar kaldırıldıkça yeni enkazlar altında kalmaya başladık. 91 saat sonra enkazdan çıkarılan 4 yaşındaki Ayda Gezgin’in durumu iyiydi. Öyle iyiydi ki, canı köfte ayran istiyordu. Bunu da bir başka bakandan, korona krizinden tanıdığımız Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’dan öğrendik. Depremde annesi yaşamını yitirmişti Ayda’nın. Bunu bakan söylemedi bize, bunu biz öğrendik.
Milyonlarca Ayda’nın çocukluğunu, gençliğini, yaşamını çalan yüzlerce şirket hemen açıklamalar yayınladı. Biri ömür boyu eğitim masrafını karşılayacaktı, biri kıyafet. Bir zincir restoran Ayda’ya köfte ayran gönderiyoruz diye paylaşım yaptı sosyal medya hesabından. Gazeteler sayfa sayfa mucizeyi yazdı, canlı yayınlar yapıldı. O kadar gürültüden sonra, sessiz sakin babasının kucağında dün taburcu oldu Ayda. Trendyol isimli alışveriş sitesinde hediyelik ürün satışı yapan bir şirket hemencecik bir kupa bardak tasarlamış, üzerine Ayda’nın enkazdan çıkarılırken çekilmiş bir fotoğrafını iliştirivermişti. Arama kurtarma görevlisinin kocaman parmağını tutan Ayda’nın küçücük elinin yanında “Umudunu Asla Kaybetme” yazıyordu. Satılık Umut! Üstelik kargo bedava, kapıda ödeme ve iade garantisi!
Bu sıralarda envai çeşit devlet yöneticisi açıklama üstüne açıklama yapıyordu. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum Türkiye’ye sesleniyor, riskli binalarda oturmayalım diye salık veriyordu. Sıreti isminde gizli Devlet Bahçeli hiç geri kalmadı, “keşke birkaç metrekare fazla pay alma uğruna riskli binalarda oturmak tercih edilmeseydi” diye konuştu. Tercih, hani şu ipotekli, kefilli, 10 yıl geri ödemeli, %40 faizli tercih.
Enkaz Devlettir
Kaldır kaldır bitmedi enkaz. İlerleyen günlerde tamamen yerle bir olmamış bir binadaki dairesinden eşyalarını almak isteyen insanlardan asansör ücreti talep edildiğini öğrendik. Bunu bakanları gösteren televizyonlar söylemedi. Bunu bir cep telefonu kamerasının karşısında “Ben bu devlete yıllardır vergi ödüyorum. Hani nerede bu devlet? Eşyalarımı alamayacak mıyım? Vali, kaymakam, bakan neredesiniz? 65 sene yemedim içmedim vergi verdim, bir kuruş çalmadım. Nerede bu devlet? Yaşamak istemiyorum artık. Artık yeter. Ölmek istiyorum ben. Çıkıp o balkondan atlamak istiyorum.” diye isyan eden bir devletzededen öğrendik. Evet devletzededen, bize günlerdir depremzede diye anlatıp duruyorlar ama biz onun devletzede olduğunu biliyoruz. Söylediklerinden anlaşıldığı üzere o da biliyor.
Devlet nerede diye soruyordu devletzede. Devlet tam da oradaydı aslında. Kameraların karşısında, enkazın üzerindeydi. Bize çimento hisselerinin arttığını gösteren karmaşık grafiklerin; Bayraklı bölgesinde kira fiyatlarını yarı yarıya arttıran, deprem sırasında işyerini terk eden işçilerin maaşlarından kesinti yapan karanlığın içindeydi. Yarattığı enkazın tepesine çıkıp poz veren bakanın ta kendisiydi. Deprem olurken bir mağazada kıyafet deneyen bir kadının, üzerinde kıyafetle mağazadan çıkmasına izin vermeyen güvenlik görevlisine, o kadını durdurtan dürtüydü. Tepemize çöken kolonlar, vücudumuza giren kirişler, ağzımıza doluşan toz duman, ayağımızı sıkıştıran beton, tümüyle enkazın ta kendisiydi devlet. Deprem olur olmaz, gölgesini hiç eksik etmedi İzmir’in üzerinden.
Depremin Devası, Devletin Derdi: Dayanışma
Depremden sonra İzmir’in belli noktalarında dayanışma çadırları kuruldu. İzmir’de yüzlerce gönüllü, evi yıkılan devletzedelerin ihtiyaçlarını paylaşmak için stantlar kurdular. Battaniye, gıda malzemeleri, çorba, yemek, kitap, kimin elinde ne varsa, olmayanla paylaşıyordu. Aşık Veysel rekreasyon alanında depremde yaşamını yitiren Arda Baran Demir’in anısına, onun adı verilen bir kitaplık kurulmuştu. Devlet hemen dikildi kitaplığın tepesine. Polis amiri “savcıya anlatırsın bandrolsüz kitap dağıtmak nasılmış” diyerek insanları tehdit ediyordu. Polisler kitapların hepsini toplayıp kitaplığı dağıttılar.
Devlet Manavkuyu’da açılan dayanışma standlarına da uğradı tabii ki. Dayanışma malzemelerini dağıtarak toplamda 9 gönüllüyü gözaltına aldılar. Akıl alır gibi değil evet. Depremden sonra evsiz kalan insanların ihtiyaçlarını paylaşmak için gönüllülerin kurduğu dayanışma standına saldırdı devlet.
Bu kadar şeyin üzerine gerçekten insan düşünmeden edemiyor değil mi? Depremzede miyiz, devletzede mi?