Korona’da Duyarsızlaşma

Günler “Korona salgını sürecini atlattık, atlatıyoruz, atlatacağız…” diye bekleyerek geçiyor. Ne zaman geçecek ya da acaba hiç geçmeyecek mi gibi birçok soru ve bu sorulara üretilen birçok cevap, teori, yaklaşım da beklemekle geçen günlere eşlik ediyor. En iyi ihtimalle üretilecek bir aşının kendisinin değilse bile haberinin yayılması hepimizin içine -bir anlık da olsa- su serpecek.

Ama görünen o ki bu en iyi ihtimal de gerçekçi bir ihtimal olmaktan çok uzak şu anda. Aşı üretilse bile sana bana ulaşması yılları bulacağı söyleniyor. Bir süper kahraman çıkıp da bizi bu salgından kurtarmayacaksa ne kadar süreceğini bilemediğimiz bir süre boyunca salgının kendisini de etkilerini de yaşayacağız.

Tahammülsüzleşiyoruz

“Tahammül nedir? Tahammül insanlığın bir parçasıdır. Hepimizin hataları ve eksikleri var; gelin karşılıklı olarak birbirimizin hata ve eksiklerini bağışlayalım, çünkü, tahammül doğanın ilk yasasıdır.” – Voltaire

Eğer virüsün varlığından haberdar olur olmaz bir ada satın alıp ailemizle yerleşecek kadar şanslı değilsek ya da satın aldığımız güvenli alandan dışarı çıkmadan uzun bir süre yaşayacak kadar birikimimiz yoksa koronavirüs salgınının bizim için hiç de kolay geçmediğini söyleyebiliriz.

“1,5 metre mesafe” kuralının toplu taşıma araçlarının hiçbirinde işletilmediği ya da işletilemediği ortada; mesafesizlik kaçınılmaz. Mesafesizlik gerçeğiyle karşılaştığımız tek yer toplu taşıma araçları değil tabi; yürüdüğümüz yoldan marketlere, iş yerlerinden devlet dairelerine kadar her yerde aynı mesafesizliği yaşıyoruz. Üstelik işlemeyen, işletilemeyen daha pek çok “kural” da absürt şekilde uyarı tabelaları ve anonslarında yerini koruyor.

Bu absürtlüğün içinde yaşıyoruz. Bindiğimiz metrobüsteki havasızlıktan, sıkışıklıktan, mesafesizlikten duyduğumuz rahatsızlığı nasıl ifade edeceğimizi çoğu zaman bilemiyoruz üstelik. Aslında metrobüse binen her birimiz biliyoruz; bizi salgın döneminde sıkış tepiş yolculuk etmeye zorlayan da metrobüsün dolup taşmasına sebep olan da yaşadığımız sistem. Sıkıştığımız metrobüsün camından seyrettiğimiz özel araçları ve onların çoğunlukla boş koltuklarını gördüğümüzde hepimizin bedenini olduğu gibi içini de sıkıştıran aynı adaletsizlik değil mi?

Bu adaletsizliği yaşayanlar olarak birbirimize tahammülsüzleşiyoruz. Yaşadığımız sıkışma, metrobüsün kapısı açılınca binen ilk kişiye yönelen “Eh be kardeşim, yer mi var da biniyorsun?” tepkisine dönüşüyor. Toplu ulaşım araçlarında neredeyse olmazsa olmaz diyebileceğimiz bu cümle, korona salgını sürecinde yerini “Görmüyor musun, tabelada 1,5 metre mesafe yazıyor!” cümlesine bırakıyor. Metrobüse binmeye çalışıp girebildiğinde “Oh be!” diyen de muhtemelen birçoğumuz gibi koşuşturmalı bir günün yorgunluğunu üzerinde taşıyanlardan olsa bile bizi sıkıştıranın o kişi olduğunu düşünüyor, adeta onu günah keçisi ilan ediyor ve ona öfkeli gözlerle, tüm beden hareketlerimizle rahatsızlığımızı ifade ediyoruz. Binilen metrobüste karşılığını bulan tahammülsüzlük, başka bir tahammülsüzlüğün de sebebi oluyor ve aynı toplumsal sorunun parçası olan binlerce kişi birbirimizle kurduğumuz duygudaşlık bağını yitiriyoruz.

Kendimizi Bir Başkasının Yerine Koymak

Theodor Lipps duygudaşlığı şöyle tanımlıyor: “Bir insanın kendisini karşısındaki bir nesneye yansıtması, kendini onun içinde hissetmesi ve bu yolla o nesneyi içine alarak/özümseyerek anlaması sürecidir.”

Duygudaşlığı yitirmek, birbirimizle kurduğumuz empati ilişkisini yitirmenin de bir parçası aynı zamanda. Her koyunun kendi bacağından asıldığını iddia eden kapitalist işleyiş herkesin yalnızca kendi çıkarını düşündüğü bir toplum oluşturmaya çalışırken böyle bir toplumda birimizin yaşadığı sorun diğerlerinin yaşadığı sorundan bağımsızmış gibi görünmekte ve aynı toplumsal sorunları yaşadığımız insanların yerine bile kendimizi koyamaz hale gelmekteyiz. Birçok yabancılaşma tanımının kapsayabileceği bu durum aslında bireylerin birbiriyle ve toplumla ilişkisizleşmesi, mesafelenmesidir.

Korona virüs salgını bu mesafelenmenin boyutlarını ortaya koydu. Yaşadığımız sistem bireyin toplumla ilişkisini yasalarla ve kurallarla, türlü sınırlamalarla öylesine belirliyor ki bir salgın anında, bireyin toplumla kurduğu ilişkiye dair kendiliğinden sorumluluk geliştirmesi “hassasiyet” meselesi oluveriyor. Oysa virüsün birimizden bir diğerine bulaşma riskinin, kendimizi ve tanıdığımız tanımadığımız herkesi önemsemek konusunda bir önleme dönüşmesi olağan değil mi?

Değersizleştiriliyoruz

Kuşkusuz yaşadıklarımız sadece tahammülsüzlük olup birbirimize verdiğimiz tepkilerde sınırlı kalmıyor ve toplumla mesafelenmemiz yalnızca birbirimizle kurduğumuz empati ilişkisinden bizi yoksun bırakmıyor; aynı zamanda kapitalizmin davranışlarımızda alışkanlık haline getirmeye çalıştığı bu ilişki biçimleriyle, oluşturulan büyük bir değersizliğin de parçası haline geliyoruz. Değersizlik, ilk önce kendimizi değersiz hissetmekle başlıyor ve çember giderek genişliyor. Bir yanda yaşamak için çalışmak zorunda olanlar varken diğer yanda çalışanların sırtından kazandıklarıyla bir ömür çalışmadan yaşayabilenler var. Yaşamını “en asgari” şekilde sürdürenler, yani bizler, değersiz değiliz de neyiz bu sistemin içinde? Sistemin çarklarını döndürebildiğimiz sürece ihtiyaçlarımızı karşılayabiliyorsak ve çarklar dönmediğinde ölüme bile terk edilebiliyorsak çevremizle nasıl değerli ilişkiler geliştirebiliriz?

Yabancılaştırılıyoruz

Georg Simmel diyordu ki: “Cemaat olgusu bir yanda, yabancılaşma diğer yanda insanların dışsal kimliğinin iki kutbunu oluştururlar.” Weber de “Akılcılaşma bir yandan eski metafizik umutları ve inançları yıkarken, diğer yandan da insanlara yeni yükler getirmektedir. Bu yük insanın üzerine baskı yaparak onun yabancılaşmasına neden olur.” diyordu. Bu sözler kulağa güzel geliyor ama bizim için çok da bir anlam ifade etmiyor. Biz çoğu şeyi bildiğimiz gibi yabancılaşmayı da kendi yaşamlarımızdan biliyoruz.

Her gün aynı şeyleri yapmaktan önce kendimize yabancılaşıyoruz. Yaptığımız şey ne olursa olsun, onun toplumsal alandaki karşılığını göremiyoruz. Bazılarımız ne işe yaradığını bile tam olarak bilmediği makinelerin karşısında saatler boyu çekiç sallıyor; bazılarımız ise hiç inanmadığı yalanları sırf salgın döneminde evine ekmek götürebilmek ve faturalarını geç de olsa ödeyebilmek için ardı ardına sıralıyor. Kendimize, gün içerisinde yaşadıklarımıza yabancılaşıyoruz. Sabah kalkıyoruz, sonra aradaki saatler yaşanmamış gibi kendimizi yorgun argın evde buluyoruz. Kiminle konuştum, neye güldüm bunların hiçbirini hatırlamıyoruz bile. Otobüslerdeki, yollardaki yüzlerce binlerce insanın da bizim gibi olduğunu; onlarla beraber yaşadığımızı da unutuyoruz haliyle. Sonra kendimizi yalnız hissediyoruz ve içinde yaşadığımız toplum da bize yabancı gelmeye başlıyor. Ne saatlerimizin ne kendimizin ne de toplumun farkında değiliz artık. Çünkü ancak bu hale getirilirsek el uzatmayacağız diğerimize, ancak böyle davranmaya devam edersek bizi her gün açıklanan sayılarla uyutabilecekler. Peki biz kendine ve topluma yabancılaştırılanlar nasıl olacak da tekrardan kendimizi, dostlarımızı ve diğer insanları tanıyacağız? Nasıl olacak da hayatımızı gerçekten “yaşayacağız”?

Dayanışma Duygusu Olmadan Olmaz

Dayanışmayı belki de en iyi anlayan ve anlatan Kropotkin’e göre diğer insanlarla kurulan ve onları destekleyen faaliyetlerin kaynağı çıkar ilişkisi değil içgüdüsel dayanışma duygusudur. Dayanışma duygusunu bu sisteme rağmen koruyabildiğimizde birbirimizin acılarına ve mutluluklarına ortak olabilir, birbirimizi anlayabilir ve ortak değerler üretebiliriz. Ancak dayanışma duygusuyla birbirimizi önemseyebiliriz ve özgürleşebiliriz. Dünyanın görüp geçirdiği bütün sistemlerde ve en büyük felaketlerde bile varlığını korumayı başaran dayanışma duygusu olmadan toplumun kendini sürdürebilmesi, çökmeden kalabilmesi mümkün değilken bu duyguyu yaşayanlar, her gün daha fazla kişinin bu duyguyu yeniden yaşamına alabilmesi için mücadeleyi sürdürüyor.

Şeyma Çopur

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.