“Savaş Barıştır. Özgürlük Köleliktir. Cehalet Güçtür.”
Eric Arthur Blair’in -bildiğimiz adıyla George Orwell’ın- dünyanın en çok okunan kitaplarından biri olan romanı 1984’teki baş karakter Winston Smith’in çalıştığı Gerçek Bakanlığı’nın girişinde yazar yukarıdaki sözler. Winston’ın işi gazete, dergi vb. tüm yayınlardaki verileri Parti ve Büyük Birader’in istediği gibi değiştirmek ya da imha etmektir. Gerçek Bakanlığı’nın temel işleviyse -Nazi Almanyası’ndaki Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı gibi- Parti’nin yalanlarını gerçekmiş gibi sunmaktır: “Barış Bakanlığı savaşın, Gerçek Bakanlığı yalanların, Sevgi Bakanlığı işkencenin, Varlık Bakanlığı yokluğun bakanlığıdır. Bu çelişkiler rastlantısal olmadığı gibi, sıradan bir ikiyüzlülükten de kaynaklanmaz; bunlar, ÇiftDüşün’ün bilinçli uygulamalarıdır.”
Kitapta Okyanusya’da INGSOS (İngiliz Sosyalizmi) ideolojisini savunan, kelimeleri değiştirerek ya da kaldırarak insanların düşünme biçimlerini kısıtlamak amacıyla YeniKonuş denilen bir dil bile oluşturan bu Parti, gerçekliği denetleyebilmek ya da yenisiyle değiştirmek için geçmişi de unutmuş bir toplum yaratmak ister. Bu amaçla Parti öncesi dönemdeki EskiKonuş’ta “gerçeklik denetimi”, YeniKonuş’ta ise “ÇiftDüşün” denilen bir işlem oluşturmuştur. ABD’nin “Irak’a demokrasi götürme” vaadiyle giriştiği işgale “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu”, Türkiye’nin “Suriye’nin kuzeyinde barışı sağlama” vaadiyle başlattığı işgale “Barış Pınarı Harekatı” denilmesi Büyük Birader’in partisinin ÇiftDüşün örneklerine benzerdir ve bunu, kitaptaki karakterlerden biri dillendirseydi hemen “Düşünce Polisi” tarafından yakalanırdı. “2+2=5” kitapta Parti’nin dikte ettiklerine iyi bir örnektir. Düşünce suçu işlemek istemeyen herkesin buna inanması gerekirdi. Bir yerlerden tanıdık geliyor sanki, değil mi?
“İnsanı Suçtan Arındırmanın Tek Yolu Onu Özgürlükten Arındırmaktır.”
Orwell’ın 1984’te gönderme yapıp yapmadığı bilinmez ama “2+2=5” Sovyetler Birliği’nde de kullanılmıştı. 1928’de başlayan 5 yıllık kalkınma planları kastedilerek kullanılıyordu; işçilerin çalışma coşkusunun o “artı değeri” yaratacağı söyleniyordu. Bu yalandan 8 yıl önce, 1920’de yalanları yeni doğrular haline getirme kurumları -açıktan ya da örtük bir şekilde- bütün devletlerde çalışırken Sovyetler Birliği’nde Yevgeni Zamyatin bir kitap yazmıştı: Biz. Ki bu kitabı basmak, yazıldığı coğrafyada 67 yıl boyunca yasaktı. Kitapların basımının bile yasak olması, hatta bazılarının daha basılmadan yasaklanması tıpkı “Biz” gibi bizim de tecrübe ettiğimiz bir durum.
Biz -bilimkurgunun tarihi kimi kaynaklarda MS 2. yüzyılda yaşadığı söylenen Yunanlı Samsatlı Lukianos’a ve onun yazdığı “Gerçekmiş Gibi Sunulmuş Yüz Olay”daki “Gerçek Öykü” başlıklı hikayeye dayandırılsa da- bugün anladığımız anlamıyla bilimkurgunun ilk distopyalarından sayılır ve ardıllarına ilham kaynağı olduğu söylenir. Bu kitapta cam evlerde yaşayan ve böylece 24 saat gözetlenebilen, yaşamlarının her alanı şeffaf olmak zorunda olan bireylerin her biri bir numara ya da ünif (üniforma) olarak anılır; isimleri bile yokken bireyliklerini de olabildiğine yitirmişlerdir. Bu ünifler ya da numaralar 1984’ün proleterlerini andırır.
Tek devletteki tek yönetici olan “Velinimet” Büyük Birader’in öncülü sayılır. Her yıl yapılan ve Fikir Birliği Günü adı verilen seçimlerde Velinimet’in tekrar seçileceği bellidir. “İnsanı suçtan arındırmanın tek yolu onu özgürlükten arındırmaktır.” Özgürlükten arındırmaksa düşlemesini engellemekle mümkündür. Numaralardaki düş gücünden sorumlu nöral merkezin yeri tespit edildiği için artık lobotomiyle düşleme hastalığından kurtulmak kolaydır. Numara düşlediği halde tedaviden bir şekilde kaçınırsa cam bir çanın altında basınçlı havayla yapılan işkencenin ardından tedavi kabul ettirilir ya da Velinimet’in Makinesi’nde imha edilir. Bu yüzden hastalığa yakalananlar başkalarının yanında düşlerinden bahsetmezler.
“İnsanlar Hiçbir Şeyden Bahsetmiyor.”
-Bir şeylerden bahsediyorlardır mutlaka?
+Hayır, hiçbir şeyden bahsetmiyorlar. Genellikle bir sürü araba veya giysi markası sayıp, ne güzel diyorlar! Ama hepsi aynı şeyleri söylüyor ve kimse kimseden farklı bir şey söylemiyor.
Ray Bradbury’nin 1953 yılında yayınlanan Fahrenheit 451 adlı distopyasında tekdüzelik devlet desteklidir. Okumanın özgür düşünceyi yaygınlaştırıp toplumda mutsuzluk ve kaosa sebep olacağını düşünen devlet, bütün kitapları yasaklayarak yok etmiştir. İnsanlar kitabın neye benzediğini bile unutmuşken tek bilgi kaynağı dev ekranlardır. Bunlardan ise sadece devletin vermek istediği bilgi alınabilir. Devlete itaatin ve sorgulamamanın sürmesi için maruz kaldıkları propaganda yayınlarının yanında bir de ilaç kullanmaktadırlar ki daha da duygusuz ve itaatkar olsunlar. Birbiriyle iletişimi oldukça sınırlı olan bireyler birbirlerinin denetçisi ve ihbarcısıdır.
Devlet ihbarları değerlendirecek “İtfaiyeciler” adında bir kolluk kuvveti oluşturmuş, onlara birçok yetki vermiştir. Asıl görevleri gizlice saklanıp okunan kitapları ele geçirmek, onları yakarak imha etmek ve bu suçta parmağı olanların cezalarını bulmalarını sağlamaktır. Coğrafyamızda 1980 Darbesi sonrası yaşananları deneyimlemeyen Bradbury elbette insanların polise yakalanmamak için kendi kitaplarını kendi sobalarında yaktıklarını düşleyecek kadar yaratıcı olamamış, bu işten sorumlu bir kolluk kuvveti ona daha mantıklı gelmişti.
“Bizim Uygarlığımız Makineleri, Tıbbı ve Mutluluğu Seçti.”
Aldous Huxley’in 1932’de yayınlanan kitabı Cesur Yeni Dünya’da ise çoğunlukla herhangi bir cezalandırma işlemine gerek kalmaz. Ford’dan sonra 632 yılında Dünya Denetçileri tarafından yönetilen Dünyadevlet’te geçen romanda insanlar bir Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’ndeki cam fanuslarda üretilir. Henry Ford’un sanayi ilkeleri ve teknolojiyle şekillendirilen toplumda bireyler “Bizim uygarlığımız makineleri, tıbbı ve mutluluğu seçti.” diyen tüketiciler konumundadır.
Bütün insanlar doğumlarından önce Alfa, Beta, Gamma, Delta, Epsilon olarak sınıflara ayrılmışlardır; Alfalar en zekilerden oluşan yöneticiler olarak üretilirken Epsilonlar kas gücü gerektiren işler için üretilen düşük zekalılardır. Bu bireyler doğumlarından itibaren uykuda şartlandırma uygulaması olan “hipnopedia” ile parçası oldukları sınıfın söylemlerine şartlandırılırlar. Yine de bireyleşme eğilimi gösterirlerse kendilerini soma adı verilen uyuşturucularla hazza boğup zararsız hale getirirler. Biz, Fahrenheit 451 ve 1984’teki polis ve işkence tehdidiyle gerçekleşen kontrolün yerini Cesur Yeni Dünya’da embriyo halindeykenki cam fanustan tabuta dek biyolojik müdahale almıştır. Gözetleme tümünde vardır ama diğerlerinde gerçek daima bireylerden saklanırken bu kitapta tüketim toplumunun bireyleri gerçeklere boğularak duyarsızlaştırılmıştır. Sonsuz haz ve eğlenceyle oyalanmaktadırlar. Ki bu duyarsızlığa denk geldiğimiz tek devletin kurgusal “Dünyadevlet” olduğunu söyleyemeyiz.
“Artık Düşünceler de Yargılanabilecek!”
Arka planında soğuk savaş metaforları ve iktidar eleştirisi olan Biz, Cesur Yeni Dünya, 1984 ve Fahrenheit 451 “Kara Dörtleme” olarak anılırken bu dörtlüye giremese de birlikte anılması gereken başka bir distopya vardır: Karin Boye tarafından 1940’ta yazılan Kallokain. Kallokain’de devlet, birey öğütme makinesine dönüşmüş bir canavardır. Birey bağlı olduğu devlet mekanizmasının parçası olmaktan başka değer taşımaz. Ve bu işlevini yerine getiremediği noktada ortadan kaldırılır. Yerleşim yerin altındadır ve binalar birbirine tünellerle bağlı, insanlar birbirine değil devlete bağlıdır. Duvarları Propaganda Bakanlığı’nın “Kimse emin olmamalı! En yakınınız bir hain olabilir!” afişleriyle dolu Kimya Şehri No.4’te yaşayan Leo Kall Deney Bölümü’nde bir madde üretir. Kallokain adını verdiği bu madde ile “suç” tamamen ortadan kaldırılacaktır çünkü bu madde insanların kendilerinden bile sakladıkları düşüncelerini anlatmalarını sağlamıştır. Cesur Yeni Dünya’daki gibi iyi işlemeyen sistem Kallokain adı verilen madde sayesinde onarılacak, iyileştirilecektir. Baskı, ihbar, fişleme gibi hem yaşamlarımızda hem de Kara Dörtleme’de karşımıza çıkan silahlar bu kitapta da varken üstüne bir de “Artık düşünceler de yargılanabilecek!”tir.
“Yaşamı Yok Edene Dek Çalışacağız!”
İçinden geçtiğimiz günlerde, yukarıda bahsi geçen farklı distopyalardan farklı bölümleri hatırlatan yeni bir kitap yazılmakta. Henüz sonu yazılmasa da giriş ve gelişme bölümlerini okuma fırsatı bulduğumuz Bir 2020 Distopyası isimli kitabı spoiler vermekten çekinmeden anlatabiliriz, belki tanıdık gelir.
Kurgu bir evrendeki 2020 yılını anlatan distopyanın geçtiği coğrafya hidroelektrik santraller, nükleer ya da termik santraller, maden ocakları, büyük endüstri sahaları vb. araçlar kullanan devlet ve kapitalizmin işbirliğiyle talan edilmektedir. Kadınları katledenler devlet tarafından türlü bahanelerle ödüllendirilirken kadınlar aile ya da hapishane gibi kurumlara kapatılmakta, halklar türlü bahanelerle ötekileştirilmekte; yaşamın her alanında ezilenler daha da ezilmekte ve sömürülmekte, yeterince sömürüldüyse imha edilmektedir.
Devletin topluma kendi kendini yönetme illüzyonu olarak sunduğu temsili demokrasi yalanı ayyuka çıkmakta, meclisteki muhalifler bile cezalandırılmaktadır. Bu devletin mottosu “Yaşamı yok edene dek çalışacağız!”dır. Bu sırada bu dünyayı kasıp kavuran bir salgın hastalıktan bu coğrafya da nasibini almıştır.
Baskı ve adaletsizlikler sebebiyle çıldırmanın eşiğine gelen toplumu bir de salgın korkusu sarmışken iktidarın bakanlarının, başkanlarının keyfi yerindedir. Yukarıda bahsi geçen distopyalarda olduğu gibi yalanlar -onların keyfi sürsün diye- yeni doğrular gibi sunulmaktadır. Salgının bu coğrafyaya da sıçradığının iddia edildiği günden itibaren her gün hasta sayılarını şeffafça açıklama iddiasındaki Sağlık Bakanı’nın yalanları ortaya çıktığında bu bakan, kelime oyunu yaparak “salgınla mücadeleye” girişip “Her vaka hasta değildir.” demiş, “hasta” tanımını değiştirmiştir.
Cesur Yeni Dünya’daki hipnopedia’yı anımsatan ve çocukları sisteme uyumlu hale getirme işlemini yerine getiren kurumlar olarak kullanılan okullar salgın sebebiyle açılamazken ve eğitim internet üzerinden -herkesin internete erişimi varmış gibi- sürdürülmeye çalışılırken EBA (Eğitim Bilişim Ağı) çöktüğünde Milli Eğitim Bakanı çıkıp “Bu olumlu bir haber.” demiştir. İlgi sebebiyle ortaya çıkan yoğunluğun EBA’yı çökerttiğini eklemiştir.
Zaten var olan ancak salgın sırasında daha da derinleşen krizde bu devletin para birimi, başka bir devletin para birimi olan dolar karşısında gün geçtikçe değer kaybederken -1984’te yoksulluğu yükselten Varlık Bakanı’nı aratmayan- Ekonomi Bakanı “Maaşınızı dolarla mı alıyorsunuz?” sorusunu yönelterek karşıtlarının beyinlerini yakmaya çalışmaktadır. Toplumun yoksulluğunun temel sebebi devletin ve kapitalizmin kendisi olsa da ikincil sebeplerden biri maaş dışında neredeyse her şeyin dolarla alınmasıdır.
Bütün bakanlar bütün ezilenlerin cebelleştiği adaletsizlikleri bir yandan üretir bir yandan da yalanlarıyla aklamaya çalışırken Büyük Birader’i, Velinimet’i ve daha birçok distopya iktidarını aratmayan Başkan her gün başka bir devlet hakkında konuşup “Bizi kıskanıyorlar.” demektedir. Bu devletin önceki yöneticileri gibi sadece bir basın sözcüsü vb. ile yetinemeyen Başkan, 2018 yılında kendisine özel bir bakanlık gibi işleyen İletişim Başkanlığı’nı (İB) kurmuştur.
2020’de İB bünyesinde algı yönetimine yoğunlaşmak için kurulan Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Daire Başkanlığı’yla beraber İB, Kallokain’deki Propaganda Bakanlığı’nı aratmayacak şekilde işlevselleştirilmiştir.
Devletin kolluk kuvvetleri birilerini helikopterden attığında atanların değil bunu haberleştirenlerin tutuklandığı bir coğrafyada İB’nin yetki alanlarının genişlemesi birçok alanda zaten zor olan koşulları daha da zorlaştıracaktır. Hangi haberin veya yorumun manipülasyon olduğuna karar verilecek ve gündemin toplum tarafından iktidarın istediği şekilde algılanması için daha fazla yalan uydurulacaktır. Basın kartları sadece iktidarın kalemşörlerine dağıtılacak, muhaliflerin kartları iptal edilecek ve gazeteler daha fazla ekonomik yaptırıma maruz kalacak, devrimci basının imhası için daha çok çalışılacaktır.
İyi ki bahsi geçen devletin sınırları dahilinde yaşamıyoruz, yoksa bu yazıyla hayat boyu basın kartı alamamayı garantilemenin yanında muhtemelen açılacak soruşturmalarla uğraşıp bir ihtimal de hapishaneye kapatılırdık diye düşündürten ve şükrettiren kitabın giriş ve gelişme bölümünde oldukça karanlık bir atmosfer tasvir ediliyor ancak sonunun yazılmadığını hatırlatmakta fayda var. Bahsettiğimiz distopyaların en eskisi olan Biz’den bir cümleyi unutmamakta da fayda var: “İnsanda düş gücünü yok edecek bir yol bulmadıkça kazanamazsınız.”
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.