Zehirli otlar gibi en fena kötülükler
Büyür hapishane havasında;
İyi olan ne varsa İnsanda
Burada harcanır, yok olup gider.
Soluk bir Keder tutar ağır kapıyı,
Ve Umutsuzluktur gardiyanı.
Oscar Wilde,
Reading Zindanı Baladı
İktidarın baskısına, mülkiyetin yoksullaştırmasına, yerli ve milli ya da uluslararası otoritelerin şiddetine boyun eğmeyenlere ve bu baskı, yoksullaştırma ve şiddetin hazırladığı suçların uygulayıcılarına karşı bir çözüm bulmak; devletlerin en büyük problemlerinden biri haline gelmiştir.
Yaşadığımız coğrafyada da bu problem kendisini sürekli tekrar üretmektedir. Yaşanılan her krizde çözümü bulunamayan, aksine daha da büyük bir probleme dönüşen suç-toplum-devlet ilişkisi ayyuka çıkmaktadır. Bugün içinden geçtiğimiz korona virüs salgını, kendisi gibi bir hastalık olan “suçun” en görünür semptomunu tartışmaya açmıştır: Hapishaneler!
Mevcut iktidar odağı kendi ittifakları içinde kararını çoktan aldığı, halkın uzunca bir süredir “af yasası” olarak bahsettiği kanun değişikliklerini hayata geçirdi. İktidarda oldukları süre boyunca yeni hapishaneler inşa ettikleri hâlde doluluk oranı azalmadı. Onlar da hem kirli ittifaklarını devam ettirmek amacıyla belli başlı “devlet mafyaları”nı dışarı çıkartmak ve belki de hapishaneye yeni gelecek tutsaklara yer açmak için hapishaneleri boşaltmayı seçti. Bu yasadan faydalanabilecek insanların içinde siyasi tutsakların olmaması ise şaşılır bir durum değil. Kişilere karşı işlenilen suçlar af kapsamındayken “devlete karşı işlenilen suçlar” kapsam dışı tutuldu. Yasanın hayata geçirilmesinden hemen önceki verilere göre hapishanelerde toplam 286 bin kişi tutulmaktaydı. Kadın tutsak sayısı yaklaşık 11 bin iken 18 yaşından küçük yaklaşık 2 bin 500 kişi hapishanelerde tutsaktı. Bu istatistiklerdeki her bir sayının bir insan hayatına denk geldiği gerçeğini aklımızda tutarak, hapishanelerin varlığını tartışmaya başlamalıyız. Bunun için de önce hapishanelerin varlık nedeni olan “suçu” anlamamız gerekmektedir.
Suç, Sebep mi Sonuç mu?
Bize hep suçun çoğunlukla ahlaksız, kötü, yozlaşmış ve/veya öfkeli kişiler tarafından işlendiği öğretildi. Yönetenler tarafından propagandası yapılan çoğu fikir gibi bu fikir de hemen herkesin zihnine yerleşti. Peki bu durum gerçekten böyle midir? Ekmeğin ve suyun fiyatıyla hırsızlık arasında bir bağ yok mudur? Polisin copu ve askerin postalıyla şiddet suçlarının bir ilişkisini olduğunu reddedebilir miyiz? Bu eylemlerin gerçekleştirilmesinden sadece bu suçun uygulayıcıları mı sorumludur?
Yukarıdaki sorulara vicdanımızla cevap verecek olursak; suçun bireysel bir eylem olmadığını, toplumun örgütlenme şeklinin bizzat suçun sebebi olduğunu görebiliriz. Havelock Ellis’in suçlunun antropolojisini tartıştığı ve suçluların karakteristik özelliklerini anlamaya çalıştığı 1890 yılındaki çalışması “The Criminal”, içerisinde bu konuyla ilgili onlarca örnek barındırıyor. Milanolu bir hırsız şöyle diyor: “Ben çalmıyorum, yalnızca zenginlerin fazlalıklarını alıyorum; dahası, avukatlar ve tüccarlar çalmıyor mu?” Bir katil ise kendi suçundan şöyle bahsediyor: “Toplumsal erdem denen şeylerin dörtte üçünün alçakça kötülükler olduğunu bildiğim için, zengin bir adama açıkça saldırmanın temkinli yapılan düzenbazlıklardan daha az alçakça olacağını düşündüm.” Bu açıklamalar bize suçluları suça iten en temel şeyin, toplumun adaletsizce örgütlenmesi olduğu gerçeğini göstermiyor mu? Aynı cevabı 130 yıl önce yazılmış bir kitaba gerek duymadan, kendi coğrafyamıza bakarak da bulabiliriz. Antep’te sadece baklava çaldıkları için 24 yıl hapis cezası verilen çocukları unuttuk mu? Benzer örneklerin hem günümüzde kendi yaşadığımız bölgede hem de asırlar öncesinde bambaşka coğrafyalarda yaşanması bize gösteriyor ki “suç kavramının sebep değil sonuç olması” kapitalist devletli toplum yapısı içerisinde değişmez bir olgudur.
Devletlerin Suça Cevabı: Hapishaneler
Suçun sebebi olan devletli şekilde örgütlenen toplum suça karşı nasıl bir tepki veriyor? Emma Goldman şöyle açıklıyor: “İlkel insanın doğal dürtüsü olarak kötülüğe karşılık vermek, intikam almak artık demode oldu. Bunun yerine, cesaret ve cüretten yoksun uygar insan, kendisinin artık yapacak yiğitliğe ya da tutarlılığa sahip olmadığı şeyi devletin yapmaya hakkı oldugu gibi ahmakça bir inançla kötülüklerin öcünü alma görevini örgütlü bir aygıta devretmiştir.” Devletlerin bu öç alma görevini yürütme şekli de geri kalan bütün mekanizmaları yürütme şekliyle aynıdır: Şiddettir. Kendini bazen 15 yaşında bir çocuğun kafasında patlayan gaz fişeğinde, bazen köylülerin bedenindeki mermilerde, bazen gerçeklerle baş edemedikleri için devrimcileri tutsaklaştırmak amacıyla uydurulmuş yalanlarla dolu iddianamelerde gösteren devlet şiddeti; kendini suça karşı mücadele adı altında hapishanelerde üretir.
Hapishane mekanizması çok temel bir iktidar oluşturma geleneğine dayanıyor; mahrum bırakmak. Suçlu kişi en temel hakkı ve varoluşu olan özgürlükten mahrum bırakılıyor. TCK’da “hürriyetten yoksun kılma” suçunun tanımlanması ise devlet örgütünün varoluş çelişkisini gözler önüne seriyor. Bu, sadece bu suçla da sınırlı değil üstelik. Eğer siz bir kişiyi bir yere kapatırsanız bu bir suçtur, eğer devlet yaparsa bir cezadır. Eğer siz hayatınızı idame ettirmek için hırsızlık yaparsanız bu bir suçtur, devlet yaparsa vergidir; patronlar sizin emeğinizi ve kanınızı çalarsa da bunun adı kârdır, ticarettir, iştir. Birini öldürürseniz bu bir suçtur, eğer devlet birini öldürürse bunun adı “operasyon” olur. Örnekler, yürürlükteki her bir suç için çeşitlendirilebilir. Sözün özü şudur; devlet belli bir toprak parçası üzerinde yasal olarak suç işleyebilen tek yapıdır ve uygun görürse bu “sorumsuzluğunu” çetelerle, mafya artıklarıyla, patronlarla paylaşabilir.
Devletler ne kadar fazla suç işlerse toplumları ve o toplumları oluşturan bireyleri de o denli suça itiyor. Suç ve Adalet Araştırmaları Enstitüsü’nün en son açıkladığı verilere göre; adaletsizliklerin dünya üzerindeki en büyük merkezlerinden biri olan ABD’de 2.121.600 tutsak var. Bu tutsakların %90’ı şiddet içermeyen suçlardan tutuklu. Çin’de 1.700.000 insan parmaklıklar ardında, bu sayı Rusya’da 518.391 iken T.C’de ise 286.000. Dünya’nın en fazla tutsağına ve hapishanesine sahip bu devletlerin ortak özelliği ise giderek daha da otoriterleşen, dışa kapalı devletler olmaları. ABD kendisinden beklenildiği gibi bu krizi kârâ dönüştürme peşinde. Hapishaneleri özelleştiren, mahkumların emeğini yok pahasına “güvenlik şirketlerine” peşkeş çeken bir ceza sistemi uyguluyor. Fiilen diktatörlük rejimiyle yönetilen diğer ülkeler için ise hapishanelerin doluluğu bir güç göstergesine dönüşmüş durumda. Terörle ne kadar iyi mücadele edildiği hapishanelere bakarak anlaşılabilir. Bireysel suçlar, infaz yasasında gördüğümüz gibi, affedilebilir suçlarken “terör suçları” affedilemez konumda.
Hapishanelerin toplumun gözünde meşruluk kaynağı nedir? Bu sorunun cevabı ise şüphesiz ki şu inanç ve ön kabuldür; hapishaneler suçluların rehabilite edilmeleri ve topluma geri kazandırılmaları için oluşturulmuş kurumlardır. Gelin bu argümanı da irdeleyelim. Hepimizin aklında yer eden gündemdeki bir örnekten bahsetmek istiyorum. Antep’te eşini bıçaklama suçundan hüküm giymiş ve son çıkan aftan yararlanan bir mahkum 21 Nisan’da kızını hortumla döverek katletti. Bu insanın topluma geri kazandırılmış bir birey olmasından bahsedebilir miyiz? Başka bir örnek ise İzmir’de infaz yasasından yararlanan Mehmet I. adındaki mahkumun tartıştığı bir kişinin başını taşla ezerek öldürmesi… Hapishanelerin bu kişiyi “ıslah” ettiğini nasıl söyleyebiliriz?
Adalet Bakanlığı’nın 2015 yılında hazırladığı rapora göre hapishaneden çıkan 3 kişiden biri tekrar hapishaneye dönüyor. Bu insanlar, özgürlüklerinden yıllar boyunca mahrum kalmalarına ve suç işlerlerse oraya tekrar döneceklerini bilmelerine rağmen onları tekrar hapishaneye iten şey nedir? Bunun cevabı kuşkusuz hapishanelerin nasıl işlediği ile alakalıdır. Goldman bu konuyu şöyle açıklıyor: “Amerika Birleşik Devletleri’nde tek bir cezaevi ya da ıslahevi yoktur ki, insanlar ‘iyi hale getirmek’ adına sopa, cop, deli gömleği, su fışkırtma, ‘sinek kuşu’ (bütün vücutta dolaştırılan elektrikli bir cihaz), hücreye kapatma, arena dövüşü ve açlık vasıtasıyla işkenceden geçirilmesin. Bu kurumlarda kişinin iradesi kırılır, ruhu hapishane hayatının ölümcül yeknesaklığı ve rutini tarafından hizaya getirilir.” Coğrafyamızda da hapishanelerin benzer şekilde işlediğini biliyoruz. Gitgide koğuştan oda sistemine geçilen, darbe zamanı Diyarbakır ve Mamak Hapishaneleri başta olmak üzere bütün hapishanelerde uygulanan işkence yöntemlerinin artık kalıcı hâle dönüştürülmesi, tecrit vb. uygulamalar en açık örneklerdendir. Geçtiğimiz aylarda ölüm orucunda yaşamını yitiren Mustafa Koçak’a direnişi süresince tuvalete izin vermeme, fiziksel şiddet, zorla tedavi işkenceleri yapılmıştı. Ne yazık ki bu da günümüzün binlerce işkence ve kötü muamele örneklerinden sadece bir tanesi. Bu veriler ve çıkarımlar doğrultusunda hapishanelerin çözüm değil Emma Goldman, Pyotr Alekseyevich Kropotkin ve nice anarşistin haklı tespitlerinde olduğu gibi “Toplumsal Bir Suç ve Başarısızlık” olduğu su götürmez bir gerçektir.
Çözüm Ne?
Bütün bu şiddet, suçun üretimi, toplumun yozlaştırılması meseleleri görüldüğü üzere modern anlamda, en az 2 asırdır varlığını devam ettiriyor. Problemler kendini tekrardan üretiyor ve asla nihai bir çözüme ulaşmıyor. Çözüm ne olmalı?
Hapishanelerin koşullarının iyileştirilmesinin bir aşama olduğunu düşünen temiz yürekli insanlar var. Ya da eğitimin iyileştirilmesinin ve genele yayılmasının suç oranını düşürdüğüne dair iddialar ve araştırmalar var. Genellikle bu araştırmalar ve hapishane koşulları örnekleri için “Refah Ülkeleri” de denilen Norveç, İsveç, Danimarka gibi İskandinav coğrafyası devletleri öne sürülüyor. “Başarılı Refah Devletleri”nin kandırmacası da tam buradadır. Onlar iktidarlarını hapishanelere çok da gerek duymadan -ama hapishaneleri tamamen de kapatmadan- başka bir kapatma kurumu olan eğitim ile çözümlemektedir. Ceza ve eğitim sisteminde yapılacak değişiklikler, toplumun kanseri haline dönüşmüş hastalığın semptomlarına karşı iyileştirici bir etkiye sahip olabilir. Unutulmaması gereken ise şudur; önemli olan hastalığı yenmektir. Hastalığın etkilerini yok etmek hastayı belli bir süre rahatlatsa da sonu ölüm olan hastalığa karşı işlevsizdir. Hapishane koşullarının iyileştirilmesi kazanda kaynayan bir kurbağayı çaresizleştirmekten başka bir işe yaramaz. Eğitim meselesi ise başlı başına ayrı bir şiddet ve iktidar mekanizmasıdır; işlevi de hapishane ile özdeştir. Eğitimin işlevi halka, yönetenlerin çizdiği sınırları benimsetmek ve iktidarı içselleştirmelerini sağlamaktan başka bir şey değildir. Eğitimin modernizmin doğumuyla genele nasıl yayıldığını, hemen hemen bütün ülkelerdeki “vatandaşlık” derslerinin içeriklerinin “makbul vatandaş” yaratmak için dizayn edildiğini hatırlamakta fayda var. Kropotkin bir yandan hapishaneleri “Suç Okulu” olarak tanımlarken bir yandan da okulları hapishaneye benzetiyordu. Daha sonraları Foucault tarafından iktidarın üretildiği kurumlardan başlıcaları olan “Okul” ve “Hapishane” benzerlikleri de bize bu noktada fikir verebilir.
Eğitim ve ceza reformları da çözüm değilse o zaman ne yapmalı? Birileri semptomlarla uğraşabilir ama doğrusu kanserin kendisiyle savaşmaktır. Kanserin kendisi ise asıl suçlu olan devlet, mülkiyet; kısaca iktidarlardır. Devletli ve kapitalist örgütlenmeyi yok edip yerine kişilerin özgür birlikteliklerine dayanan bir toplum örgütlemeliyiz ki ancak böyle bir durumda suçtan ve onu besleyen hapishanelerden kurtulabiliriz.
Burak Aktaş
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.