Zaten kötü durumda olan biz öğrencilerin ve işçilerin yaşamı Covid19 ve tedbir olarak gösterilen yasaklarla beraber iyice çöküş noktasına geldi. Gerek maddi gerekse manevi sıkıntıların tavan yaptığı bu dönemde devlet “tedbir almış” gibi görünmenin ötesine geçemiyor. Sözümona bilimi, tekniği, teknolojiyi olabilecek en uç noktaya taşıdığı iddiasıyla, bizlerin düşüncelerini ütopik, gerçek dışı, ilkel diye yaftalayan kapitalizmin biliminin; biz ezilenlerin hiçbir işine yaramadığını bir kez daha gördük.
Bakanlar, devlet personelleri ve patronlar lüks yaşamları sayesinde fiziksel mesafeli steril ortamlarda, keyfi olarak günde 1-2 defa Covid19 testi yaptırabilirken sokağa çıkma yasakları biz işçilerin vardiya saatlerine göre ayarlanıyor. Biz bu süreçte dip dibe çalıştırılırken ağır belirti göstermeden test yaptıramıyor ve ölümle burun buruna gelmeden hastanelerde tedavi olamıyoruz. Bu süreçte vaka sayıları bizden gizlenmiş, apaçık bir şekilde ölüme terk edilmişiz.
Bu saçmalıkların içinde yaşamaya çalışırken karantina, sokağa çıkma yasakları gibi “tedbir”lerin başka sonuçları da olmuş. Zaten fazla olan sosyal medya kullanımımız daha da artmış ve “bilgiye” daha hızlı şekilde ulaşmışız. Bazı adaletsizlikler, cinayetler, taciz ve tecavüzler teşhir edilmiş ve toplumsal tepki oluştuğu için bunların üstünün örtülmesi bir nebze daha zor hale gelmiş. Peki devlet durur mu? Durmamış ve yapıştırmış cevabı: “Sosyal Medya Sansür Yasası”!
Tıpkı televizyon gibi bu mecrayı da kontrol altına almak isteyen devletin aslında bir ölçüde başarıya ulaştığı söylenebilir. Çünkü görünen köyün ardında Servet Turgut’u helikopterden attılar, Şerali Dereli’yi evinin önünde katlettiler, Özcan Erbaş’ı vurup “havaya ateş ettik” dediler, “Kemal Kurkut’un katili serbest kaldı” haberini yapanı ise 20 yılla yargıladılar. Evin Kanlı’nın isminin duyulmuş olma ihtimali bile oldukça düşük. Hele daha geçmişe dönüp anlatmaya başlasak ne kimsenin gözü keser okumaya ne ömür yeter olan biteni yazmaya…
Gelelim asıl soruya, biz ne yapacağız? Gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz birçok haksızlığa sessiz kalıp vicdan muhakemesinin ardından bir kılıf mı uyduracağız?
Neymiş efendim, “izahı olmayan şeylerin mizahı olur”muş… Gizlenen vaka sayılarıyla, içinde bulunduğumuz ekonomik krizle, saçma sapan tedbirlerle, katliamlarla dalga mı geçelim? Başımıza gelen tüm felaketlerde suçu 2020’ye mi yıkalım? Yıkmamız gereken o kadar kurum varken…
Asıl suçluların kim olduğunu hepimiz çok iyi bilirken etrafımızda dört duvar yok diye kendimizi özgür mü sanalım? Hiç olmayan ve olmayacak olan konfor alanlarımızı terk edemiyor gibi mi yapalım? Hepimiz borç batağında değilmişiz gibi bireysel çıkarlarımızı mı gözetmeye çalışalım? Bu çıkarları kaybetme korkusuyla tükenelim mi, tükenmişliğin içerisinde hapsolmak bizi biçareliğe itmiş gibi? Gibi diyorum çünkü direnenler hala var ve umut hepimizin ekmeği. Peki tek başına umut etmek yeterli mi? Cevabı hepimiz biliyoruz, o halde neyi bekliyoruz?
Özgürlüğümüzü kimlerin kısıtlayacağını, kanımızı hangi zümrenin emeceğini kendi ellerimizle seçeceğimiz o günü mü bekliyoruz, “dümenden demokrasi” gününü? Oy vermek 3-5 senede bir dolup taşan öfkenin başka yöne kanalize edildiği, sonuçları merakla takip edilen lakin bize hiçbir zaman faydası olmayıp çözümmüş gibi gösterilen basit bir aldatmacayken… Tabi çözümden anladığımız doğalgaza zam yapılmaması, asgari ücretin bilmem kaç lira olması değilse.
Gençliğimizin en güzel zamanlarını birilerini daha fazla zengin etmek için harcamaya mecbur bırakıldığımız bu düzende daha ne kadar ezilebiliriz ya da buna nasıl sessiz kalabiliriz ki? Bu düzeni sürdürmeyecek, kılıflar uydurmayacak, sessiz kalmayacağız; şimdiden söyleyelim.
Çünkü “İzahı Olmayan Şeyin İsyanı Olur!”