Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 10. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere buradan ulaşabilirsiniz.
Bölüm 10: Reformcu ve Politikacı
Reformcu kimdir, önerdiği şey nedir?
Reformcu ‘reform yapmak ve geliştirmek’ ister. Gerçekten neyi değiştirmek istediğinden emin değildir: Bazen “insanlar kötü” der ve onları ‘değiştirmek’ ister, bazen de koşulları ‘iyileştirmek’ ister. Bir kötülüğü tamamen ortadan kaldırmaya inanmaz. Çürümüş bir şeyi ortadan kaldırmak onun için ‘fazla radikal’dir. “Tanrı aşkına,” diye uyarır seni, “çok acele etmeyin.” Her şeyi yavaş yavaş değiştirmek ister. Örneğin savaşı ele alalım. Reformcu elbette savaşın kötü olduğunu kabul eder; bu toplu cinayet, medeniyetimiz üzerinde bir lekedir. Ama ortadan kaldırmak mı? Hayır! Onu ‘düzeltmek’ ister. Örneğin ‘silahlanmayı sınırlamak’ ister. Daha az silahla daha az insan öldüreceğimizi söyler. Tabiri caizse katliamı daha düzgün hale getirmek için savaşı ‘insanileştirmek’ ister.
Onun fikirlerini kişisel yaşamında takip edersen, ağrıdan seni mahveden çürük dişini bir anda çektirmezsin. Birkaç ay veya yıl boyunca onu her hafta biraz daha çektirirsin ve sonunda artık tamamen çektirmeye hazır olursun, böylece çok canın yanmaz. Reformcunun mantığı budur: Çok aceleci olmayın, kötü bir dişi tek seferde çektirmeyin.
Reformcu, insanları kanunla daha iyi hale getirebileceğini düşünür. Bir şey ters gittiğinde “Yeni bir yasa çıkarın.” der, “Bu, insanları iyi olmaya zorlar.”
İnsanları ‘iyi olmaya’ zorlamak için yüzlerce, hatta binlerce yıldır yasaların çıkarıldığını unutur, ancak insan doğası her zaman olduğu gibi kalır. O kadar çok yasa var ki Philadelphia’nın ünlü avukatı bile yasa labirentinde kayboldu. Sıradan insan, yasaya göre neyin doğru neyin yanlış olduğunu, neyin adil olduğunu, neyin gerçek neyin yalan olduğunu söyleyemez. Özel bir sınıf -hakimler- neyin doğru ya da yanlış olduğuna, çalmaya ne zaman ve ne şekilde izin verildiğine, dolandırıcılığın ne zaman yasal olduğuna ve ne zaman olmadığına, cinayetin ne zaman doğru ve ne zaman suç olduğuna, hangi üniformanın işlediği cinayetin suç hangisinin suç olmadığına karar verir. Tüm bunları belirlemek için birçok yasa gerekir ve yasa koyucular yüzyıllardır (iyi bir maaşla) yasa çıkarmakla meşguller. Bugünse hala daha fazla yasaya ihtiyacımız var çünkü diğer tüm yasalar seni hâlâ ‘iyi’ yapamadı.
Buna rağmen yasa koyucu, insanları iyi olmaya zorlamaya devam ediyor. Mevcut yasalar seni iyileştirmediyse o zaman daha fazla ve daha katı yasalara ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Daha sert cezaların suçu azaltacağını ve önleyeceğini iddia ederken “reformu” için bütün bir dünyayı insanlardan çalanlara başvuruyor.
Biri bir iş kavgasında para ya da başka bir şey için bir başkasını öldürürse reformcu paranın en kötü tutkuları uyandırdığını, insanları suça ve cinayete sürüklediğini kabul etmeyecektir. İnsan hayatını kasıtlı olarak almanın ölüm cezasını hak ettiğini iddia edecek, ardından devletin silahlı adamlarını yabancı bir ülkeye toplu cinayet için göndermesine hemen yardım edecektir.
Reformcu doğru düzgün düşünemez. İnsanların kendi yararlarına olduğunu düşündükleri için kötü davrandıklarını anlamaz. Yeni bir yasanın tüm bunları değiştireceğini söyler. O, doğuştan bir yasakçıdır: İnsanların kötü olmasını yasaklamak ister. Örneğin bir kişi işini kaybetmişse, bu konuda üzülüyorsa ve dertlerini unutmak için sarhoş oluyorsa reformcu ona iş bulması için yardım etmeyi düşünmez. “Hayır, yasaklanması gereken içkidir.” diye ısrar eder. Aynı şekilde, yediklerinde ve yaptıklarında, düşündüğünde ve hissettiğinde seni yeniden şekillendirmek ister.
‘Reformlarının’ bastırmaları gerekenden daha büyük kötülüklere; daha fazla aldatmacaya, yolsuzluğa ve kötülüğe neden olduklarını reddeder. Bir grup insanı diğerlerini gözetlemek için koyar ve ‘ahlak standardını yükselttiğini’ düşünür; seni iki yüzlü olmaya zorlayarak ‘daha iyi’ bir hale getirdiğini iddia eder.
Seni reformcudan bahsederek uzun süre meşgul etmek istemiyorum. Politikacıdan bahsederken reformcudan tekrar bahsedeceğiz. Ona karşı kaba davranmak istemiyorum, açıkçası reformcu dürüst olduğunda bir aptaldır ancak o bir politikacı olduğunda tam bir sahtekara dönüşür. Her iki durumda da -birazdan göreceğimiz gibi- dünyayı nasıl daha yaşanası bir yer haline getirebileceğimiz konusundaki sorunumuzu çözemez.
Politikacı, reformcunun yakın kuzenidir. Reformcu “Yeni bir yasa geçirin ve insanları iyi olmaya zorlayın.” derken politikacı “Yasayı geçirmeme izin verin,” der “işler daha iyi olacak.”
Politikacıyı konuşmasından tanıyabilirsin. Çoğu durumda, omuzlarına tırmanmak isteyen bir leş yiyicidir. Oraya vardığında ciddi sözlerini unutur, yalnızca kendi hırslarını ve çıkarlarını düşünür.
Politikacı dürüst olduğunda seni en az bir hırsız kadar yanlış yönlendirir. Belki de ondan daha da kötüdür çünkü ona güvenirsin ve sana iyilik yapmadığında daha çok hayal kırıklığına uğrarsın.
Reformcu da politikacı da yanlış yoldadır. İnsanları kanunen değiştirmeye çalışmak, yeni bir ayna edinerek yüzünüzü değiştirmeye çalışmak gibidir. İnsanlar yasaları değiştirir, yasalar insanları değil. Yasa sadece tıpkı bir ayna gibi insanları yansıtır.
Reformcu ve politikacı “İnsanları suçlu olmaktan ancak yasa korur.” der.
Bu doğruysa -eğer yasa suçu gerçekten önlüyorsa- o zaman ne kadar çok yasa olursa o kadar iyidir. Yeterince yasa çıkardığımızda artık suç kalmayacaktır. Buna neden gülüyorsun? Bunun saçma olduğunu bildiğin için gülüyorsun, yasanın yapabileceği en iyi şeyin suçu cezalandırmak olduğunu biliyorsun; yasa suçu önleyemez.
Yasanın bir insanın aklını okuyup orada bir suç işleme niyetini tespit edebildiği bir zaman gelirse, yasa o zaman suçu önleyebilirdi. Ancak bu durumda, yasanın bu önlemeyi yapacak polisi olmayacaktır, çünkü polisler hapishanede olacaktır. Ve eğer hukukun idaresi dürüst ve tarafsız olursa ne hakimler ne de yasa koyucular olacaktır çünkü onlar da polislerle birlikte hapishanede olacaktır.
Ciddi konuşacak olursak; yasa suçu nasıl önleyebilir? Bunu ancak suç işleme niyeti açıklandığında veya bir şekilde öğrenildiğinde yapabilir. Ancak bu tür durumlar çok nadirdir. Suçlu, planlarının reklamını yapmaz. O halde yasanın suçu engellediği iddiası tamamen temelsizdir.
“Ama cezalandırma korkusu,” diye itiraz ediyorsun “suçu engellemiyor mu?”
Eğer durum bu olsaydı, suç uzun zaman önce durdurulurdu. Yasa bugüne kadar yeterince cezalandırmıştır ancak insanlığın tüm deneyimi, cezanın suçu engellediği fikrini çürütür. En ağır cezaların bile insanları suçtan korkutmadığı görülmüştür.
İngiltere ve diğer ülkeler sadece cinayeti değil çok sayıdaki daha küçük suçları da ölümle cezalandırdı. Yine de başkalarını aynı suçları işlemekten caydıramadı. İnsanlar daha sonra daha büyük bir korku uyandırmak için giyotinle asılarak ya da boğularak alenen idam edildi. Bu korkunç cezalar bile suçu önleyemedi veya azaltamadı. Halka açık infazların insanlar üzerinde acımasız bir etkiye sahip olduğu ve bir infaza tanık olan kişinin, tanık olduğu infazına tanık olduğu suçu derhal işledikleri vakalar kayıtlarda var. Bu yüzden yarardan çok zararı olan kamu infazları kaldırıldı. İstatistikler, idam cezasını tamamen ortadan kaldıran ülkelerde suç artışının olmadığını gösteriyor.
Elbette cezalandırılma korkusunun bir suçu engellediği durumlar olabilir ama genel olarak tek etkisi suçluyu daha dikkatli yapmaktır, böylece onun tespit edilmesi daha zor olur.
Genel olarak konuşursak iki tür suç vardır. Bazıları öfke ve tutku hararetinde işlenir; bu gibi durumlarda kişi sonuçları düşünmek için durmaz ve bu nedenle ceza korkusu bir faktör olarak devreye girmez. Diğer suç türü ise çoğunlukla profesyonelce ve soğukkanlılıkla düşünerek işlenir; bu gibi durumlarda cezalandırılma korkusu, suçluyu iz bırakmamak için daha dikkatli hale getirmeye hizmet eder. Profesyonel suçlunun iyi bilinen bir özelliği -ne sıklıkla yakalanırsa yakalansın- yeterince zeki olduğunu düşünmesidir. Tutuklandığı için her zaman belirli bir durumu, kaza eseri bir nedeni veya sadece ‘kötü şansı’ suçlayacaktır. “Bir dahaki sefere daha dikkatli olacağım.” der veya “Artık arkadaşıma güvenmeyeceğim.” Ama ona verilebilecek ceza yüzünden suçtan vazgeçmeye dair en zayıf düşünceyi bile onda bulamazsın. Binlerce suçlu tanıdım, neredeyse hiçbiri olası cezayı dikkate almadı.
Ceza korkusunun caydırıcı bir etkisi olmadığı için suç tüm kanunlara ve mahkemelere, hapishanelere ve infazlara rağmen var olmaya devam ediyor.
Cezanın caydırıcı bir etkisi olduğunu varsayalım. Verilen tüm ağır cezalara rağmen insanların suç işlemesine neden olan bazı güçlü nedenler olmalı, değil mi?
Bu sebepler neler?
Her hapishane müdürü işsizlik arttığı zaman, insanlar zorda kaldığında hapishanelerin dolduğunu söyleyecektir. Bu gerçek, suçun nedenleri araştırıldığında da ortaya çıkar. En büyük oran doğrudan koşullardan, endüstriyel ve ekonomik nedenlerden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden hapishane nüfusunun büyük çoğunluğu fakir sınıftan gelir. Yoksulluk ve işsizliğin, beraberindeki sefalet ve çaresizlikle birlikte suçun başlıca kaynakları olduğu tespit edilmiştir. Peki yoksulluğu ve işsizliği önlemeye yönelik herhangi bir yasa var mı?
Bu suç nedenlerini ortadan kaldıracak herhangi bir yasa var mı? Bütün yasalar yoksulluğu ve sefaleti doğuran koşulları sürdürmek ve böylece her zaman suç üretmek için tasarlanmıyor mu?
Evinde bir boru patladığını varsayalım. Sızan su için patlayan yerin altına bir kova koyarsın, oraya kova koymaya devam edebilirsin ama patlayan boruyu onarmadığın sürece -ne kadar yakınırsan yakın- sızıntı devam eder.
Dolu hapishaneler bu kovalara benzer. İstedikleri kadar kanun geçirsinler ya da suçluları cezalandırsınlar; sızıntı, kırılan toplumsal boru tamir edilene kadar devam edecektir.
Reformcu ya da politikacı bu boruyu gerçekten onarmak istiyor mu?
Suçların çoğunun ekonomik nitelikte olduğunu söylemiştim. Yani parayla, mülkle, en az çabayla bir şey elde etme arzusuyla, sahtekarlık veya dolandırıcılıkla geçimini güvence altına alma arzusuyla ilgisi vardır.
Ancak bu, tüm yaşamımızın, tüm uygarlığımızın tutkusudur. Varoluşumuz bu tür bir ruha dayandığı sürece, suçu ortadan kaldırmak mümkün olacak mıdır? Toplum, elinden gelen her şeyi alma ilkesi üzerine inşa edildiği sürece, bu şekilde yaşamaya devam etmeliyiz. Bazıları bunu ‘kanun dahilinde’ yapmaya çalışacak; daha cesur, umursamaz veya çaresiz olan diğerleri bunu kanunların dışında yapacaklardır. Yani hepsi aslında aynı şeyi yapıyor olacaktır.
Kanun dahilinde yapabilenler diğerlerine suçlu der. Yasaların çoğu ‘yasadışı’ suçlular için ve böyle olabilecekler için çıkarılmıştır.
‘Yasadışı’ suçlular sıklıkla yakalanır. Mahkumiyetleri ve cezaları esas olarak suç kariyerlerinde ne kadar başarılı olduklarına bağlıdır. Ne kadar başarılı olursa mahkûmiyet ihtimali o kadar az, cezası o kadar hafiftir. Nihayetinde kaderlerini belirleyecek olan işledikleri suç değil pahalı avukatlar tutma yetenekleri, siyasi ve sosyal bağlantıları, paraları ve nüfuzlarıdır. Yasanın tüm ağırlığını hissedecek olan genellikle fakir olan ve çevresi olmayanlar olacaktır. Hızlı bir ‘adalet’ tecelli edecek ve en ağır cezayı alacaklardır. Yüksek mahkemelere yapılan itirazlar, parasız suçlunun yararlanamayacağı pahalı lüksler olduğundan, yasanın daha zengin suçlulara sunduğu çeşitli gecikmelerden yararlanamaz. Bu nedenle hapishane parmaklıklarının arkasında neredeyse hiç zengin insan görmezsin. Bunlar zaman zaman ‘suçlu bulunur’ ancak çok nadiren cezalandırılır. Hapishanede çok sayıda profesyonel suçlu da bulamayacaksın. Bunlar ‘oyunu’ bilir; arkadaşları ve bağlantıları vardır, sadece hapishaneden çıkmak için rüşvet verdiklerinde ‘para kaybederler’. Hapishanelerde görebileceğin kişiler şunlardır: Toplumun en fakirleri, kaza sonucu suça bulaşmış kişiler, çoğunlukla yoksulluk ve talihsizlikten ya da işsizlik ve genel çaresizlikten parmaklıkların arkasına düşmüş işçi ve köylü çocuklarıdır.
En azından bu insanlar maruz kaldıkları ceza tarafından değiştirilir mi? Nadiren. Bedenleri ve zihinleri zayıflamış, maruz kaldıkları ya da tanık oldukları kötü muamele ve zulümle katılaşmış, kaderlerine küsmüş şekilde hapishaneden çıkarlar. Onları en başta suçlu hale getiren koşullara geri dönmek zorundadırlar, artık ‘suçlu’ olarak etiketlenmişlerdir, Onlara eski arkadaşları bile üstten bakar ve polis tarafından “sabıka kaydı” sebebiyle her yerde takip edilirler. Parmaklıkların arkasına dönmeleri çok da uzun sürmez.
Böylece toplumsal atlıkarıncamız dönüyor. Ve bu talihsizleri suçlu haline getiren koşullar her zaman yenilerini üretmeye devam ediyor, ‘yasa ve düzen’ eskisi gibi sürüyor. Reformcu ve politikacı ise daha fazla yasa çıkarmakla meşguller.
Kanun çıkarma işi karlı bir iştir. Mahkemelerin, polisin ve sözde adalet mekanizmasının suçu gerçekten ortadan kaldırmak isteyip istemediğini hiç düşündün mü? Suçu ortadan kaldırmak polisin, dedektifin, şerifin; yargıç, avukat, hapishane müteahhitleri, gardiyanlar, milletvekilleri ve ‘adalet idaresi’ ile yaşayan diğer binlerce kişinin yararına mı? Suçlu olmadığını varsayarsak bu ‘yöneticiler’ işlerini koruyabilirler mi? Onları finanse etmek için vergilendirilebilir misin? Artık herkes gibi bir iş yapmak zorunda kalmazlar mı?
Bir düşün ve suçun “adalet dağıtıcıları” için kârlı bir gelir kaynağı olup olmadığını gör. Suçu gerçekten ortadan kaldırmak istediklerine inanabilir misin?
Onların ‘işi’ suçluyu yakalamak ve cezalandırmaktır ama suçu ortadan kaldırmak onların çıkarına değildir. Çünkü onların ekmeği ve suyu suçtur. Suçun nedenlerine bakmamalarının nedeni budur. Her şeyden oldukça memnunlar. Onlar mevcut sistemin, ‘adalet’in ve cezanın, ‘yasa ve düzen’in en sadık savunucularıdır. ‘Suçluları’ yakalar ve cezalandırırlar ancak suçu ve sebeplerini hiçbir şekilde umursamazlar.
“Buna karşı bir yasa yok mu?” diye soruyorsun.
Yasa, ‘yasa ve düzeni’ korumak için mevcut koşulları sürdürmektir. Sürekli olarak daha fazla yasa yapılıyor, hepsi de aynı amaç için: Mevcut düzenin korunması ve sürdürülmesi. Reformcu buna ‘insanları şekillendirmek’ diyor; politikacı ise ‘koşulları iyileştirmek’.
Ancak yeni yasalar insanları olduğu gibi bırakıyor ve koşullar genel olarak aynı kalıyor. Kapitalizm ve ücretli kölelik başladığından beri milyonlarca yasa çıkarıldı ancak kapitalizm ve ücretli kölelik hala varlığını sürdürüyor. Gerçek şu ki tüm yasalar yalnızca kapitalizmi güçlendirmeye ve işçilerin boyun eğmesini sürdürmeye hizmet ediyor. Seni, bedenini ve zihnini soyan, aldatan ve köleleştiren sistemi ayakta tutmaya hizmet ederken yasanın seni ve çıkarlarını koruduğuna inandırmak politikacının işidir: Bu, “siyaset bilimi”dir. Toplumun tüm kurumlarının tek bir amacı vardır: Sana hukuk ve devlet saygısı aşılamak, onun otoritesi ve kutsallığıyla seni korkutmak ve böylece cehaletine ve itaatine dayanan toplumsal düzeni desteklemek. İşin sırrı, efendilerin çaldıklarını gizlemek istemeleridir. Hukuk ve devlet, bunu yapmak için kullanılan araçlardır.
Devlet ve yasalar meselesinde büyük bir gizem yok. Onlar hakkında kutsal veya ruhani bir şey de yok. Eski yasalar kaldırılır ve yeni yasalar çıkarılır. Hepsi insanlar tarafından çıkarılır. Bu nedenle yasalar yanılabilir ve geçicidir. Onlarda ebedi veya değiştirilemez hiçbir şey yoktur. Ancak hangi yasayı çıkarırsanız çıkarın ve onları nasıl değiştirirseniz değiştirin, her zaman tek bir amaca hizmet ederler: İnsanları belirli şeyleri yapmaya zorlamak, onları başka şeyler yaptıkları için sınırlamak veya cezalandırmak. Yani yasaların ve devletin tek amacı insanları yönetmek, onların kendi istediklerini yapmalarını engellemek ve diğer insanların onlardan yapmalarını istediklerini onlara emretmektir.
Ama neden insanlar istediklerini yapmaktan alıkonulsun? Yapmak istedikleri şey nedir?
İnsanların yaşamak, ihtiyaçlarını karşılamak, hayattan zevk almak istediklerini göreceksin. Daha önce de belirttiğim gibi, bu meselede tüm insanlar birbirine benzer. Ancak insanların yaşamaları ve hayatlarından zevk almaları engellenecekse aramızda bunu yapmakla ilgilenen bazılarının olması gerekir.
Öyleyse aslında bizim yaşamamızı ve hayattan zevk almamızı istemeyen insanlar var çünkü hayatımızdan neşeyi aldılar ve bize geri vermek istemiyorlar. Kapitalizm ve kapitalizme hizmet eden devlet bunu başardı. İnsanların hayattan zevk almasına izin vermek, onları soymayı ve ezmeyi bırakmak anlamına gelir. Bu yüzden kapitalizmin devlete ihtiyacı var, bu yüzden bize ‘yasanın kutsallığına’ saygı duymamız öğretiliyor. Yasayı çiğnemenin suç olduğuna inandırıldık ancak yasaları çiğnemek ve suç genellikle tamamen farklı şeylerdir. Yasaya aykırı herhangi bir eylemin toplum için kötü olduğuna inandırıldık ancak bu, yalnızca efendiler ve sömürücüler için kötü olabilir. Zenginlerin mal varlığını tehdit eden her şeyin ‘kötü’ ve ‘yanlış’ olduğuna, zincirlerimizi zayıflatan ve köleliğimizi yok eden her şeyin ‘suç’ olduğuna inandırıldık.
Kısacası, zamanla sadece yöneticiler ve efendiler için yararlı olan bir ‘ahlak’ geliştirildi. Bir sınıf ahlakı; bir köle ahlakı çünkü bizi kölelikte tutmaya yardımcı oluyor. Ve bu köle ahlakına karşı çıkana ‘kötü’, ‘ahlaksız’, ‘suçlu’, anarşist deniliyor.
Sahip olduğun her şeyi elinden alırsam, sonra yaptığım şeyin senin için iyi olduğuna ve ganimetimi başkalarına karşı koruman gerektiğine seni ikna edersem, bu benim açımdan çok akıllıca bir hamle olur, değil mi? Ben çalıntı eşyalarımla güvence altında olurum. Ayrıca seni çalınan servetime kimsenin dokunmayacağına ve aynı şekilde daha fazla biriktirmeye devam edebileceğime, düzenlemenin adil ve senin çıkarlarına uygun olduğuna dair seni bir kural koymamız gerektiğine ikna etmeyi de başarabileceğimi varsayalım. Böylesine çılgın bir plan gerçekten uygulansaydı, o zaman bugün sahip olduğumuz devlet ve kapitalizmin ‘yasası ve düzenine’ sahip olurduk.
Elbette insanlar onlara inanmasa ve onlara itaat etmese, yasaların hiçbir etkisinin olmayacağı açıktır. Bu yüzden yapılacak ilk şey, onları yasaların gerekli ve kendileri için iyi olduğuna inandırmaktır. Ve onları, kanunları kendilerinin koyduğunu düşünmeye yönlendirebilirsen daha da iyidir. O zaman yasaya itaat etmeye istekli ve hevesli olacaklardır. Demokrasi denen şey budur: İnsanları kendilerinin yöneticileri olduklarına ve kendi ülkelerinin kanunlarını kendilerinin geçirdiklerine inandırmaktır. Bir demokrasinin veya cumhuriyetin monarşiye göre en büyük avantajı budur.
Eski zamanlarda insanları yönetme ve soyma işi çok daha zor ve tehlikeliydi. Kral ya da toprak ağası, insanları kendisine hizmet etmeye zorlamak zorunda kalırdı. O, tebaasının kendisine itaat etmesi ve haraç ödemesi için silahlı ekipler tutardı. Ama bu pahalı ve zahmetliydi. Daha iyi bir yol, halkı krala karşı sadık ve onun kutsal hizmetine karşı “borçlu” olduklarına inanmaları için ‘eğitmek’te bulundu. Yönetmek daha sonra çok daha kolay hale geldi, insanlar kralın onların efendisi ve komutanları olduğunu biliyorlardı. Bununla birlikte bir cumhuriyet, yöneticiler için çok daha güvenli ve rahattır çünkü orada insanlar kendilerinin efendi olduğunu zannederler. Ne kadar istismar edildiklerinin ve ezildiklerinin önemi yoktur, bir ‘demokrasi’de kendilerini özgür ve bağımsız zannederler.
Bu nedenle, örneğin Birleşik Devletler’deki ortalama bir işçi kendisini egemen bir yurttaş olarak görür ancak ülkesinin yönetimi hakkında Rusya’daki açlıktan ölmüş köylünün Çar döneminde olduğundan daha fazla söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. Gerçekte sadece ücretli bir köle olmasına rağmen, özgür olduğunu düşünür. Günleri, haftaları, yılları ve tüm yaşamı madende veya fabrikada patrona peşkeş çekilirken ‘mutluluğun peşinde koşmak için özgürlüğe’ sahip olduğuna inanır.
Zulüm altındaki insanlar köleleştirildiklerini bilirler ve bazen isyan ederler. Amerika halkı esaret altında ve bunu bilmiyor. Bu yüzden Amerika’da devrim yok.
Modern kapitalizm bilgedir. Kendisinin, halkın kanun koyucu organlara kendi temsilcilerini seçtiği ve dolaylı olarak cumhurbaşkanı için bile oy verdiği ‘demokratik’ kurumlar altında gelişeceğini bilir. Kapitalist efendiler, ister Cumhuriyetçi ister Demokrat olsun, nasıl ve kime oy verdiğinle ilgilenmezler. Onlar için ne fark eder? Kimi seçersen seç, her şeyi olduğu gibi korumak için ‘yasa ve düzen’ lehine yasa çıkaracaklardır.
İktidarların temel kaygısı, halkın mevcut sisteme inanmaya ve onu desteklemeye devam etmesidir. Bu yüzden seni kapitalizme ve hükümete inanman için ‘eğiten’ okullar, kolejler ve üniversiteler için milyonlar harcarlar. Siyasetçiler ve politikacılar, valiler ve kanun koyucular sadece onların kuklalarıdır. Çıkarlarına aykırı bir yasa çıkarılmayacağını bilirler. Arada sırada belirli yasalarla mücadele edip başkalarını desteklediklerini gösterirler, aksi takdirde oyuna ilgini kaybedersin. Ancak yasalar, ne olursa olsun, efendilerin işlerine zarar vermemeye özen gösterecekler. İyi maaşlı avukatları, günlük deneyimlerin de gösterdiği gibi her yasayı ‘büyük çıkarlar’ın yararına nasıl çevrileceğini bilirler.
Bunun çok çarpıcı bir örneği, ünlü Sherman Antitröst Yasası’dır. Bu yasayı geçirmek ve organize edebilmek için binlerce dolar ve yıllarca enerji harcandı. Yasa demir bir el ile işçilere egemen olan ve büyüyen kapitalist tekele karşıydı. Uzun ve pahalı çabalardan sonra Sherman Yasası nihayet kabul edildi, işçi liderleri ve politikacılar emekçileri coşkuyla güvence altına aldıkları için bu yasanın yarattığı “yeni çağ” konusunda sevinçliydi.
Bu yasa neyi başardı? Tröstler bundan zarar görmedi; güvende ve sağlam kaldılar, aslında geliştiler ve büyüdüler. Ülkeye hükmediyorlar ve işçilere sefil köle muamelesi yapıyorlar. Her zamankinden daha güçlü ve refah içindeler.
Ama Sherman Yasası’nın başardığı önemli bir şey daha var. Özellikle ’emeğin çıkarlarının’ üzerinden geçti, işçilere ve sendikalarına karşı çevrildi. Artık işçi örgütlerini ‘serbest rekabetin önlenmesi’ kapsamında bölmek için kullanılıyor. Kapitalist tröstler rahatsız edilmeden yollarına devam ederken işçi sendikaları artık bu anti-tröst yasasıyla sürekli tehdit altındalar.
Dostum, sana siyasetin rüşvet ve ahlaksızlığından, mahkemelerin yolsuzluğundan ve ‘adalet’in kötü yönetiminden bahsetmeme gerek var mı gerçekten? Sana büyük Teapot-Dome Skandalı* ve petrol kiralama yolsuzluklarını, her gün yaşanan bin bir küçük skandalı hatırlatmama gerek var mı? Herkesin bildiği şeyler üzerinde durmak zekanı aşağılamak olur çünkü bunlar her ülkede siyasetin bir parçası ve bileşenidir.
Büyük kötülük, politikacıların yozlaşmış olması ve hukukun idaresinin adaletsiz olması değildir. Tek sorun bu olsaydı tıpkı reformcu gibi, siyaseti ‘saflaştırmaya’ ve daha ‘adil bir yönetim’ için uğraşmaya çalışabilirdik. Ama asıl sorun bu değil. Sorun saf olmayan siyasette değil bütün siyaset oyununun kökünden çürümüş olmasında. Sorun, hukukun idaresindeki aksaklıklarda değil bu hukukun kendisinin halkı edilgen hale getirmek ve insanları ezmek için bir araç olmasında.
Bütün hukuk sistemi ve devlet, işçileri köleleştirmek ve emeklerini çalmak için bir makinedir. Devlet ve yasaya bağlı gerçekleşen her reform da bu sebeple başarısız olmaya mahkumdur.
“Ama sendika!” diye haykırıyor arkadaşın; “İşçi sendikası, işçinin en iyi savunmasıdır.”
*Teapot Dome skandalı, 1921’den 1923’e kadar Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olan Warren G.Harding’in yönetimini içeren bir rüşvet skandalıydı.
Çev.Burak Aktaş