1 Ocak 2021’de cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Melih Bulu Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum olarak atandı. Atandığı günden beri Melih Bulu’yu ve kayyumluğu kabul etmeyen Boğaziçi öğrencileri devletle birçok kez karşı karşıya geldi. Devlet bu atamanın yasal olduğu ve Cumhurbaşkanı’nın böyle bir yetkisinin hali hazırda var olduğu teziyle kendini savunurken öğrenciler bu tartışmayı devletin çizdiği “yasallık” sınırından çıkardı, bu atamanın yasal olsa da meşru olmadığı savunuluyor.
Yasa devlet tarafından kısaca şöyle tanımlanıyor; yasama gücünce belli biçimlere uyularak düzenlenen ve yürürlüğe girdikten sonra herkesin uyması zorunlu olan, uyulmadığı zaman belli yaptırımlarla karşılaşılan kural. Devlet yasaların toplumsal düzenin sağlanması ve devam ettirilmesi için gerekli olduğunu iddia ediyor. Yani sınırsız ihtimalin eş zamanlı gerçekleştiği toplumsal ilişkileri, sınırlı yasalarla düzenlemeye çalışıyorlar ve biliyoruz ki genelde toplumsal düzeni bozup kaosa sürükleyen şeyler, bu yasalardan çıkıyor. Çünkü bir şeyin yasal (yasaya uygun) olması onu kabul edilebilir yani meşru kılmıyor. Bir şeyin meşru olup olmaması ise ondan etkilenen grup başta olmak üzere toplumsal adalet duygusunda/ toplumsal vicdanda karşılık bulup bulmaması ile ilişkili. En son örnekse Boğaziçi Direnişi. Boğaziçi öğrencilerinin yazdığı açık mektupta da aynı durum gözlemleniyor. Başkan’ın üniversitelere kayyum atama yetkisi yasayla sabit fakat bu durum o yasadan etkilenen toplumsal grup tarafından kabul edilebilir bir şey değil. Peki iktidarın içinde bulunduğu krizin yarattığı bu belirsiz durum neyi doğuruyor? Cevap toplumsal mücadelelerin hepsi için aynı: Direniş.
Direnişin ne olduğunu anlatmak için kendisini “anarşist mücadelenin dostu” olarak tanımlayan Chomsky’nin kullandığı bir benzetmeyi hatırlayalım. Kırmızı ışıkta durup yeşilin yanmasını beklerken birisinin elinde makineli tüfeğiyle kalabalığa ateş edeceğini görürsen -senin canın tehlikede değilse bile- kalabalığa ateş açmak isteyen kişinin üzerine kırmızı ışığı umursamayıp arabanı sürebilirsin. Kırmızı ışıkta geçmek devlete göre yasal olmayan bir eylem olmasına rağmen toplumsal vicdanda kabul göreceği için aklı başında hiçbir hâkim seni kırmızı ışıkta geçmekten suçlu bulamaz. Yani sen bir suçun oluşmasını engellemek için meşru ama yasal olmayan bir eylem yapabilirsin. Direniş tam da budur. Boğaziçi’nde başlayan ve bu coğrafyanın çeşitli yerlerine yayılan şey tam da budur. Yasal olana meşru olanla direnmek.
Bu direniş kısa sürede toplumsal muhalefetten karşılık buldu. 2 Şubat günü Boğaziçi öğrencilerinin çağrısıyla Kadıköy’de bir eylem gerçekleştirilecekti. İktidar partisinin kapalı alanlarda gerçekleştirdiği ve medya tarafından bir zafermiş gibi yayınlanan toplantılar serbestken öğrencilerin eylemi, eyleme saatler kala valilik tarafından koronavirüs bahanesiyle, dalga geçer gibi yasaklandı. Öğrenciler -devletin kendi yasasına bile aykırı olacak şekilde- eyleme gelememeleri için otobüslerden gözaltına alındılar. Boğaziçi kimliği olan öğrenciler vapura alınmadılar. Devlet aslında her zaman olduğu gibi tarafını tuttu, bu sefer sadece biraz daha açıktan yaptı bunu. Devlet bir kez daha gerçek yüzünü gösterdi. Toplumsal vicdana karşı suç işledi ve bu suçu durdurmak için meşru tepkilerini gösterenler, karşılarında yasanın koruyucusu devletin kolluk kuvvetlerini buldu.
Devlet birazdan TOMA’sını, suyunu, gazını, copunu kullanacak. Toplanan kalabalığın o an için tek isteği Rıhtım’a gitmek ve açıklamayı okumak ama devlet izin vermiyor. Kalkanlardan, bariyerlerden, gözaltı araçlarından set çekilmiş önlerine. “Dikkat dikkat! Kalabalık gruba sesleniyoruz, yaptığınız eylem kanunsuzdur!” Önlerinde iki seçenek var: Ya yasal olana yani haksızlığa, suça su taşımak; yüreğin ateşini devletin baskısıyla söndürmek ve aşağıya bakıp boyun eğmek. Ya da meşru olanı yapmak ve bu suçu, haksızlığı durdurmak için kırmızı ışıkta geçmek. Peki onlar ne yaptı?
O gün bu soruya direnişle cevap verenleri devlet hedef gösteriyor. Kırmızı ışıkta geçenleri, yüreği yetenleri, direnenleri ev hapisleriyle, tutuklamalarla, gözaltılarla yıldırmaya çalışıyor. Devlet her gün suç işliyor; katlediyor, sömürüyor, çalıyor, tecavüz ediyor. Aynı soru her gün karşımıza çıkıyor. Her gün bu haksızlıkları, bu suçları görüyoruz. Soru şu: Ne yapacağız? Aşağıya mı bakacağız? Kırmızı ışıkta geçmeyecek miyiz? Ya da yüreğimiz yetecek ve direnecek miyiz?
Burak Aktaş