Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 22. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.
Önceki bölümde gördüğümüz gibi, hiçbir yaşam adalet ve doğruluk ilkeleri üzerine inşa edilmedikçe özgür ve güvenli, uyumlu ve tatmin edici olamaz. Adaletin ilk şartı ise herkes için özgürlük ve fırsat eşitliğidir.
Devlet ve sömürü altında ne eşit özgürlük ne de fırsat eşitliği var olabilir. Günümüz toplumunun tüm kötülükleri ve sıkıntılarının sebebi budur.
Anarşist komünizm, bu tartışılmaz gerçeğin anlaşılmasına dayanmaktadır. Zorlamama ve baskılamama ilkesi üzerine kurulmuştur; başka bir deyişle, özgürlük ve fırsat eşitliği üzerine kurulmuştur.
Böyle bir temelde yaşanan yaşam, adaletin tüm taleplerini tam anlamıyla karşılar. Tamamen özgür olacaksın ve diğer herkes özgürlüğün tadını çıkaracak. Bu hiç kimsenin bir başkasını zorlama veya baskılama hakkına sahip olmadığı anlamına gelir çünkü herhangi bir türden baskı, özgürlüğüne müdahale anlamına gelir.
Benzer şekilde fırsat eşitliği herkesin hakkıdır. Bu sebeple varoluş araçlarının tekeli ve özel mülkiyeti, fırsat eşitliğinin güvencesi amacıyla ortadan kaldırılacak.
Bu basit herkes için özgürlük ve fırsat eşitliği ilkesini akılda tutarsak, anarşist komünist toplumun inşa edilmesinin önündeki sorunları çözebiliriz.
O halde insan kendisini politik olarak zorlayabilecek veya baskılayabilecek hiçbir otoriteyi tanımayacak. Devlet kaldırılacak.
Ekonomik olarak, özgür erişim fırsatını korumak için yaşam varlıklarının özel mülkiyetine izin verilmeyecek.
Toprağın tekeline, üretim, dağıtım ve iletişim makinelerinin özel mülkiyetine bu nedenle anarşi altında tolere edilemez. Herkesin yaşamak için ihtiyaç duyduğu şeyi kullanma fırsatı, herkes için erişilebilir olmalıdır.
Özetle anarşist komünizmin anlamı şudur: Devletin, zorlayıcı otoritenin, tüm kurumlarının ve özel mülkiyetin kaldırılması; ki bu da tüm zenginlik ve refaha özgür ve eşit katılım anlamına gelir.
Arkadaşın “Anarşinin ekonomik eşitliği sağlayacağını söylediniz.” diyor. “Bu herkes için eşit ücret anlamına mı geliyor?”
Öyle. Ya da başka bir deyişle kamu refahına eşit katılım anlamına geliyor. Çünkü bildiğimiz gibi emek toplumsaldır. Hiç kimse kendi çabasıyla hiçbir şey yaratamaz. Eğer emek toplumsalsa, bunun sonuçlarının yani üretilen zenginliğin de toplumsal olması kolektiviteye ait olması gerektiği mantıklıdır. Bu nedenle hiç kimse toplumsal zenginliğin özel mülkiyetinde hak iddia edemez. Zenginlikten herkes aynı şekilde keyif alabilmelidir.
“Ama neden her birine işinin değerine göre ücret vermeyelim?” diye soruyorsun.
Çünkü emeğin değerinin ölçülebileceği bir yol yoktur. Değer ve ücret arasındaki fark budur. Değer bir şeyin gerçek kıymetidir, ücret ise bir şeyin piyasada satılabilecek veya satın alınabilecek ölçüsüdür. Bir şeyin gerçek kıymetinin ne olduğunu kimse söyleyemez. Politik iktisatçılar genellikle, bir metanın değerinin onu üretmek için gereken emek miktarı Marx’ın söylemiyle “toplumsal olarak gerekli emek” olduğunu iddia ederler. Ama görünüyor ki bu bir ölçüm standardı değil. Marangozun bir mutfak sandalyesi yapmak için üç saat çalıştığını, cerrahın senin hayatını kurtaran bir ameliyatı gerçekleştirmek için sadece yarım saat harcadığını varsayalım. Kullanılan emek miktarı değeri belirliyorsa o zaman sandalye hayatınızdan daha değerlidir. Tabii ki bu durum apaçık bir saçmalık. Cerrahın ameliyatı yapabilmesi için ihtiyaç duyduğu çalışma ve uygulama yıllarını sayman gerekse bile, “bir saatlik ameliyatın” değerinin ne olduğuna nasıl karar vereceksin? Marangoz ve duvar ustasının da işlerini düzgün bir şekilde yapabilmeleri için eğitilmeleri gerekiyor, ancak onlarla iş yaparken çıraklıklarını hesaba katmazsın. Ayrıca her işçinin, yazarın, ressamın veya doktorun emek verirken kullanması gereken özel yetenekler ve kabiliyet de dikkate alınmalıdır. Bu tamamen bireysel, kişisel bir faktör. Bunların değerini nasıl tahmin edeceksin?
Bu yüzden değer belirlenemez. Aynı şey bir kişi için çok değerliyken bir başkası için çok az değerli veya değersiz olabilir. Aynı kişi için bile zaman zaman çok değerliyken zaman zaman az değerli olabilir. Bir elmas, bir tablo veya bir kitap, bir kişi için çok büyük bir değere sahip olabilir ve o kişi diğerlerine çok az değer verebilir. Aç olduğunda bir somun ekmek senin için çok değerli olacaktır, aç olmadığında ise çok daha az değerli olacaktır. Bu nedenle bir şeyin gerçek değeri tespit edilemez; değer bilinemeyen bir miktardır.
Ancak ücreti ise kolayca öğrenilir. Beş somun ekmek varsa ve on kişi birer somun ekmek almak isterse, ekmeğin fiyatı artacaktır. On somun ve yalnızca beş alıcı varsa o zaman da fiyat düşecektir. Ücret, arz ve talebe bağlıdır.
Metaların fiyatlar aracılığıyla değiş tokuş edilmesi kâr elde etmeye, faydalanmaya ve sömürüye götürür; kısacası kapitalizmin bir formuna götürür. Kârı ortadan kaldırırsan herhangi bir fiyat sistemi, herhangi bir ücret veya ödeme sistemi olamaz. Bu, değiş tokuşun değere göre olması gerektiği anlamına gelir. Ancak değer belirsiz veya kesinleştirilemez olduğu için değiş tokuş, sonuç olarak “eşit” değer olmaksızın -çünkü böyle bir şey yoktur- adil olmalıdır. Diğer bir deyişle emek ve ürünleri, ihtiyaca göre bedelsiz, kârsız, özgürce alınıp verilmelidir. Bu mantıksal olarak ortak mülkiyete ve ortak kullanıma götürür. Bu sistem mantıklı, adil ve eşitlikçi bir sistemdir ve komünizm olarak bilinir.
“Ama sadece herkesin aynı şekilde paylaşması mı gerekiyor?” diye sorguluyorsun. “Zeki ve ahmak, verimli ve verimsiz, herkes aynı mı? Herhangi bir ayrım yapılmamalı mı, yetenekli olanlar için özel bir takdir yok mu?”
Sana sırasıyla sorayım dostum, doğanın hediyelerini daha güçlü veya daha yetenekli komşusu kadar cömertçe bağışlamadığı adamı cezalandıralım mı? Doğanın kendisine yüklediği dezavantajların üzerine bir de adaletsizlik mi ekleyelim? Herhangi bir insandan makul olarak bekleyebileceğimiz tek şey, elinden gelenin en iyisini yapmasıdır. Daha fazlası mümkün mü? Ve John’un yapabileceği kardeşi Jim’inki kadar iyi değilse bu onun talihsizliğidir ancak bunun için herhangi bir şekilde cezalandırılmamalıdır.
Ayrımcılıktan daha tehlikeli bir şey yoktur. Daha az yetenekli olanlara karşı ayrımcılık yapmaya başladığın anda, tatminsizlik ve öfkeyi besleyen koşullar oluşturursun: Kıskançlığa, uyumsuzluğa ve rekabete yol açarsın. Daha az yetenekli insanlardan ihtiyaç duydukları hava veya suyu alıkoymanın acımasızlık olduğunu düşünüyorsun. Aynı ilke insanın diğer istekleri için de geçerli değil mi? Ne de olsa yemek, giyecek ve barınak meselesi dünya ekonomisindeki en küçük kalemdir.
Birinin elinden gelenin en iyisini yapmasını sağlamanın en kesin yolu ona karşı ayrımcılık uygulamak değil, ona başkalarıyla eşit bir şekilde davranmaktır. Bu, en etkili teşvik ve cesaretlendirmedir. Bu, adil ve insani olandır.
“Ama tembel insanla, çalışmak istemeyen insanla ne yapacaksın?” diye soruyor arkadaşın.
Bu ilginç bir soru ve tembellik diye bir şeyin var olmadığını söylediğimde muhtemelen çok şaşıracaksın. Tembel insan dediğimiz şey, genellikle yuvarlak bir delikteki kare şeklinde biridir. Yani yanlış yerdeki doğru kişi. Ve her zaman bir arkadaşın yanlış yerde olduğunda, verimsiz veya kayıtsız olacağını göreceksin. Çünkü sözde tembellik ve büyük ölçüde verimsizlik sadece uyumsuzluk ve yanlış yerleştirmedir. Eğilimlerin ya da mizacın nedeniyle uygun olmadığın şeyi yapmaya mecbur kalırsan bunda verimsiz olursun; ilgilenmediğin bir işi yapmaya zorlanırsan bu işte tembel olursun.
Çok sayıda insanın istihdam edildiği işleri yönetmiş olan herkes bunu kanıtlayabilir. Hapishanede yaşam, bu gerçeğin özellikle ikna edici bir kanıtıdır ve sonuçta çoğu insan için günümüzün varlığı büyük bir hapishaneden ibarettir. Hapishanede gardiyanlar, tutsakları hiçbir yetenek veya ilgilerinin olmadığı görevlere koyup her zaman tembel olduklarını, sürekli cezaya tabi olduklarını söyleyecektir. Ancak bu “inatçı hükümlüler” kendi eğilimlerine hitap eden bir işe atanır atanmaz, hapishanelerdeki tabirle “makbul insan” oluyorlar.
Rusya’da da bunun gerçekliği kendini yoğun bir şekilde gösterdi. İnsan potansiyellerini ve çevrenin onlar üzerindeki etkisini ne kadar az bildiğimizi, yanlış koşulları kötü davranışla nasıl karıştırdığımızı gösterdi. Yabancı topraklarda sefil ve önemsiz bir yaşam süren, evlerine dönen ve devrimde faaliyetlerine uygun bir alan bulan Rus göçmenler, kendi alanlarında harika işleri başardılar. Muhteşem örgütleyiciler, demiryolları kurucuları ve sanayi yaratıcıları haline geldiler. Bugün yurtdışında en çok tanınan Rus isimleri arasında, yetenekleri ve enerjilerinin uygun alan bulamadığı koşullar altında kayıtsız ve verimsiz olarak kabul edilen insanlar var.
Bu insan doğasıdır: Belirli bir alandaki verimlilik, onun için eğilim ve yetenek anlamına gelir. Endüstri ve sanayi ise kârı ifade eder. Bu yüzden dünyada günümüzde çok fazla verimsizlik ve tembellik var. Bugünlerde gerçekten kim kendisi için doğru olan yerde ki? Kim gerçekten sevdiği ve ilgilendiği şey üzerinde çalışıyor?
Mevcut koşullar altında ortalama bir insanın, kendisini eğilimlerine ve tercihlerine hitap eden görevlere adaması için çok az seçenek var. Doğduğun yer ve koşullar genellikle çalışma alanını veya mesleğini belirler. Finansçının oğlu banka hesaplarıyla ilgilenmektense odunları kırmak için daha yetenekli olsa bile o, odun kırıcısı olmaz. Orta sınıflar çocuklarını kolejlere göndererek onları doktor, avukat ya da mühendis yapar. Ancak ebeveynlerin eğitim almana imkan sağlayamayacak işçiler idiyse, önüne gelen herhangi bir işe girme ya da birinin çırağı olarak ticarete atılma ihtimalin yüksektir. Uğraşına ve mesleğine doğal tercihlerin, eğilimlerin veya yeteneklerin değil içine doğduğun koşullar karar verir. Öyleyse çoğu insanın, ezici çoğunluğun aslında yanlış yere yerleştirilmesi şaşırtıcı mı? Karşılaştığın ilk yüz kişiye yaptıkları işi seçip seçmeyeceklerini veya seçme özgürlüğü olsalardı devam edip etmeyeceklerini sor ve onlardan doksan dokuzu başka bir mesleği tercih edeceklerini kabul edecektir. Gereklilik ve maddi avantajlar ya da bunların umudu çoğu insanı yanlış yerde tutar.
Bir kişi ancak işine ilgisi olduğunda, ona karşı doğal bir çekim hissettiğinde, beğendiğinde verebileceğinin en iyisini verir. O zaman çalışkan ve verimli olacaktır. Modern kapitalizmden önceki günlerde zanaatkârın ürettiği şeyler neşe ve güzellik nesneleriydi çünkü zanaatkâr işini seviyordu. Çirkin devasa fabrikadaki modern angaryadan güzel şeyler çıkmasını bekleyebilir misin? O artık makinenin bir parçası, ruhsuz endüstride bir dişli; işçiliği mekanik ve zorla. Buna kendisi için değil başkasının yararına çalışmayı ve işinden nefret ettiği ya da en iyi ihtimalle haftalık ücretini güvence altına almak dışında hiçbir çıkarının olmadığı hissini ekleyin. Sonuç çekingenlik, verimsizlik, tembelliktir.
Faaliyet ihtiyacı, insanın en temel dürtülerinden biridir. Bir çocuğu izle ve eylem, hareket etme, bir şeyler yapma içgüdüsünün ne kadar güçlü olduğunu gör. Bu içgüdü güçlü ve süreklidir. Sağlıklı her insan için de durum aynıdır. Enerjisi ve canlılığı kendini göstermek ister. Seçtiği işi, sevdiği şeyi yapmasına izin ver; yaparken ne yorgunluk ne de kaçınma hissedecektir. Bunu fabrika işçisinin bir bahçeye ya da üzerinde çiçek ya da sebze yetiştirebileceği bir toprak parçasına sahip olacak kadar şanslı olduğunda gözlemleyebilirsin. Emeği ne kadar zahmetli olursa olsun, özgür seçimle kendi menfaati için yapılan en ağır işlerin bile tadını çıkarır.
Anarşizmde her bir insan, doğal eğilimlerine ve yeteneklerine hitap edecek herhangi bir mesleği takip etme fırsatına sahip olacak. Çalışmak, günümüzde yaşanan öldürücü angarya yerine, bir zevk haline gelecektir. Tembellik bilinmeyecek, ilgi ve sevginin yarattığı şeyler güzellik ve neşe nesneleri olacak.
“Ama emek bir zevk haline gelebilir mi?” diye sorguluyorsun.
Emek; bugün zahmetli, tatsız ve yorucudur. Ancak genellikle çok zor olan işin kendisi değildir: İşi böyle yapan şey, emek vermeye mecbur olduğun koşullardır. Özellikle uzun saatler, sağlıksız atölyeler, kötü muamele, yetersiz ücret vb. Yine de en tatsız işler bile çevreyi iyileştirerek daha hafif hale getirilebilir. Örneğin kanalizasyon temizliğini ele alalım. Pis bir iştir ve parası düşüktür. Bu tür işler için günde 5 dolar yerine 20 dolar alman gerektiğini varsayalım. İşini anında daha hafif ve daha keyifli bulacaksın. İşe başvuranların sayısı bir anda artacak. Bu insanların tembel olmadıkları, uygun şekilde ödüllendirilirlerse zor ve tatsız işlerden korkmadıkları anlamına gelir. Fakat bu tür çalışmalar önemsiz kabul edilir ve küçümsenir. Neden önemsiz kabul edilir? Çok kullanışlı ve kesinlikle gerekli değil mi? Salgın hastalıklar şehrimizi değil, sokak ve kanalizasyon temizleyicilerini mağdur etmiyor mu? Şüphesiz ki şehrimizi temiz ve sağlıklı tutan insanlar gerçek hayırseverlerdir, sağlığımız ve refahımız için aile hekiminden daha hayati önem taşırlar. Toplumsal fayda açısından temizlik işçisi doktorun profesyonel meslektaşıdır: Doktor, hasta olduğumuzda bizle ilgilenir ama temizlik işçisi sağlıklı kalmamıza yardımcı olur. Yine de temizlik işçisi küçümsenirken doktora saygı duyulur ve hürmet gösterilir. Neden? Temizlik işçisinin işi pis olduğu için mi? Cerrahın da çoğu kez gerçekleştirmesi gereken çok “pis” işler vardır. O zaman temizlik işçisi neden küçümsenir? Çünkü çok az para kazanıyor.
Sapkın medeniyetimizde her şey para standartlarına göre değerlenir. En yararlı işi yapan kişiler, istihdamları kötü ücretlendirildiğinde toplumsal ölçekte en düşük seviyededir. Bununla birlikte temizlik işçisinin günde 100 dolar almasına neden olacak bir şey olsaydı ve doktorla aynı ücreti kazansaydı, anında o “pis” temizlik işçisi toplumsal ölçekte yükselir ve birdenbire iyi ücret kazanan saygıdeğer birine dönüşürdü.
Görüyorsunuz ki ücret, maaş, ücret ölçeği; emeğin değer ya da kıymetini değil bugünkü kâr sistemimiz altında işin değerini ve aynı zamanda bir insanın kendisinin “değerini” belirler.
Mantıklı bir toplum -anarşist koşullar altında- bu tür meseleleri yargılamak için tamamen farklı standartlara sahip olacaktır. İnsanlar toplumsal açıdan yararlı olma istekliliklerine göre takdir edilecektir.
Böylesine yeni bir tavrın ne gibi büyük değişimler yaratacağını anlayabiliyor musun? Her birimiz, herkesin saygı ve hayranlığını istiyoruz; bu onsuz yaşayamayacağımız cansuyumuzdur. Hapishanede bile zeki yankesicinin ya da kasa hırsızının, arkadaşlarının takdirini ne kadar istediğini ve bunun için ne kadar çabaladığını gördüm. Çevremizin görüşleri davranışımızı yönetir. Toplumsal atmosfer değerlerimizi ve davranışlarımızı derinden belirler. Kişisel deneyimin sana bunun ne kadar doğru olduğunu söyleyecektir ve bu nedenle anarşist bir toplumda insanların daha hafif bir iş yerine, en yararlı ve zor işi yapmak isteyeceklerini söylediğimde şaşırmayacaksın. Böyle düşünürsen, artık tembellik veya kaçınma korkun olmayacak.
Ancak en zor ve en zahmetli görev, bugün olduğundan daha kolay ve daha temiz yapılabilir. Kapitalist patron, çalışanlarının emeğini daha hoş ve parlak hale getirmek için kullanabileceği parayı harcamayı umursamıyor. Yalnızca bu yolla daha büyük kârlar elde etmeyi umduğunda iyileştirmeler sunacaktır ancak tamamen insani nedenlerden dolayı ekstra harcamaya gitmeyecektir. Yine de sana burada, daha zeki işverenlerin fabrikalarını iyileştirmenin, onları daha sağlıklı ve hijyenik hale getirmenin ve genellikle çalışma koşullarının daha iyi hale getirilmesinin kârlarını arttırdığını görmeye başladığını hatırlatmalıyım. Bunun iyi bir yatırım olduğunun farkındalar: Artan memnuniyetle ve dolayısıyla çalışanlarının daha fazla verimliliği ile sonuçlanıyor. İlke net. Elbette bugün, bu ilke yalnızca daha büyük kârlar için sömürülüyor. Ancak bunlar anarşizmde kişisel kazanç uğruna değil işçilerin sağlığı uğruna emeğin hafifletilmesi için uygulanacaktır. Mekanik alanındaki gelişmemiz o kadar büyük ve sürekli olarak artmakta ki, zorlu işlerin çoğu modern makinelerin ve işçilikten tasarruf sağlayan cihazların kullanılmasıyla ortadan kaldırılabilir. Örneğin kömür madenciliğinde olduğu gibi birçok endüstride efendilerin çalışanlarının refahına kayıtsız kalması ve ilgili harcamalar nedeniyle, yeni güvenlik araçları ve temizlik gereçleri kullanılmamaktadır. Ancak kâr amacı gütmeyen bir sistemde teknik bilim, yalnızca emeği daha güvenli, daha sağlıklı, daha hafif ve daha keyifli hale getirmek amacıyla çalışır.
Arkadaşın, “Ancak ne kadar hafif çalışırsan çalış, günde sekiz saat çalışmak zevkli değildir” diye itiraz ediyor.
Tamamen haklı. Ama neden günde sekiz saat çalışmak zorunda olduğumuzu hiç düşündün mü? Çok uzun zaman önce insanların on iki ve on dört saat kölelik yaptıklarını, Çin ve Hindistan gibi geri kalmış ülkelerde hâlâ böyle olduğunu biliyor musun?
Günde en fazla üç saat çalışmanın dünyayı doyurmak, barındırmak, giydirmek ve onu sadece ihtiyaçlarla değil aynı zamanda tüm modern yaşam konforlarıyla sağlamak için yeterli olduğu istatistiksel olarak kanıtlanabilir. Mesele şu ki beş kişiden biri bugün üretken bir iş yapmıyor. Tüm dünya küçük bir emekçi azınlığı tarafından destekleniyor.
Her şeyden önce günümüz toplumunda yapılan ve anarşist koşullar altında gereksiz hale gelecek olan işin miktarını düşün. Dünyanın ordularını, donanmalarını alın ve savaş kaldırıldığında -tabii ki anarşizmde olduğu gibi- yararlı ve üretken bir çaba için kaç milyon insanın serbest kalacağını düşün.
Her ülkede günlük emek, ülkenin refahına hiçbir katkısı olmayan, hiçbir şey yaratmayan ve hiçbir işe yaramayan milyonları destekliyor. Bu milyonlar, üretici olmadan sadece tüketicidir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde 120 milyonluk bir nüfusta, çiftçiler de dahil olmak üzere 30 milyondan az işçi var. Her ülkede durum benzerdir.
Her 120 kişiye sadece 30 işçi düştüğü için emeğin uzun saatler çalışmak zorunda kalması şaşırtıcı mı? Katipleri, asistanları, acenteleri ve ticari gezginleri ile büyük işletme sınıfları; hakimler, kayıt tutucular, icra memurları vb. ile mahkemeler; personeliyle birlikte avukatlar lejyonu; milis ve polis güçleri; kiliseler ve manastırlar; hayır kurumları ve fakirler; gardiyanları, memurları, bakıcıları ve üretken olmayan hükümlü nüfusu ile hapishaneler; işi seni istemediğin veya ihtiyacın olmayan şeyleri almaya ikna etmek olan reklamcılar ve yardımcılarından oluşan orduları, tüm tembellik içinde lüks bir şekilde yaşayan sayısız unsurdan bahsetmiyorum bile. Bütün bunlar her ülkede milyonlarca kişidir.
Eğer tüm bu milyonlar kendilerini yararlı bir emeğe verseydi işçinin günde sekiz saat uğraşması gerekecek miydi? Eğer 30 kişi belirli bir görevi yerine getirmek için sekiz saat ayırmak zorundaysa 120 kişinin aynı şeyi başarması ne kadar az zaman alır? Seni istatistiklere boğmak istemiyorum, ancak günlük 3 saatten az fiziksel eforun dünyanın işini yapmak için yeterli olacağını kanıtlamak için yeterli veri var.
Dünyanın en zor işinin bile sadece günde üç saatte, en hijyenik ve sağlıklı koşullarda, kardeşlik ve emeğe saygı atmosferinde şu anki lanetli kölelik yerine bir zevk haline geleceğinden şüphen var mı?
Ayrıca bu kısa saatlerin daha da azalacağı günü önceden tahmin etmek zor değil. Çünkü teknik yöntemlerimizi sürekli geliştiriyoruz ve her zaman yeni iş gücü tasarrufu sağlayan makineler icat ediliyor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yaşamı Çin veya Hindistan’daki yaşamla karşılaştırarak görebileceğin gibi, mekanik gelişme daha az iş ve daha fazla konfor anlamına gelir. Çin ve Hindistan gibi ülkelerde varoluşun en yalın gereksinimlerini karşılamak için uzun saatler boyunca çalışılır, oysa Amerika’da ortalama bir işçi bile daha az çalışma saatiyle çok daha yüksek bir yaşam standardına sahiptir. Bilimin ve tekniğin gelişmesi, sevdiğimiz arayışlar için daha fazla boş zaman anlamına geliyor.
Kârın ortadan kalktığı mantıklı bir sistem altındaki örneklerin olanaklarını geniş ve detaylı bir şekilde özetledim. Böylesi bir toplumsal durumun en ufak detaylarına girmek gerekli değildir: Anarşist komünizmin herkes için özgür bir yaşamla en büyük maddi refah anlamına geldiğini göstermek için söylenenler yeterlidir.
Emeğin hoş bir egzersiz haline geleceği zamanı, fiziksel çabanın dünyanın ihtiyaçlarına eğlenceli bir şekilde uyarlanabileceğini tahayyül edebiliriz. İnsan daha sonra günümüze dönüp bakacak, bugünkü çalışmanın kölelik olup olmadığını merak edecek ve nüfusun geri kalanı zamanlarını, sağlıklarını ve halkın zenginliğini boşa harcarken alnının teriyle ekmeği kazananların -nüfusun beşte birinden daha azını oluşturanların- acı çektiği bir neslin akıl sağlığını sorgulayacak. İnsanların ihtiyaçlarının en özgür şekilde karşılanmasının neden açıklıkla kabul edilmediğini ya da doğal olarak aynı nesneleri arayan insanların, karşılıklı çekişmelerle hayatı zor ve sefil hale getirmekte neden ısrar ettiklerini merak edecekler. Lükslerle zengin bir dünyada insanın tüm varoluşunun sürekli bir yemek mücadelesi olduğuna -büyük çoğunluğa kalbin ve aklın daha yüksek arayışı için ne zaman ne de güç bırakan bir mücadele- inanmayı reddedecekler.
“Ama anarşizmle yaşam, ekonomik ve toplumsal eşitlikte herkesin ‘aynı’ olduğu anlamına gelmeyecek mi?” diye soruyorsun.
Hayır dostum, tam tersi. Çünkü eşitlik niceliksel eşitlik değil fırsat eşitliği demektir. Örneğin Smith’in günde beş öğüne ihtiyacı olması Johnson’ın da aynı öğün yemek yemesi gerektiği anlamına gelmez. Eğer Smith beş öğün yemek isterken Johnson yalnızca üç öğün yemek isterse her birinin tükettiği miktar eşit olmayabilir. Ancak her iki adam da kendi doğasının gerektirdiği kadar, ihtiyaç duyduğu kadar tüketmek konusundaki fırsatta tamamen eşittir.
Özgürlükte eşitliği tutsakların tutulduğu kamplardaki zoraki eşitlik ile özdeşleştirme hatasına düşme. Gerçek anarşist eşitlik, niceliği değil özgürlüğü ifade eder. Bu, herkesin aynı şeyleri yemesi, içmesi veya giymesi, aynı işi yapması veya aynı şekilde yaşaması gerektiği anlamına gelmez. Aslında tam tersidir.
İştahların farklılığı gibi, bireysel ihtiyaçlar ve zevkler de farklılık gösterir. Gerçek eşitliği oluşturan şey bunları tatmin etmek için fırsat eşitliğidir.
Bu eşitlik aynılaşmanın ötesinde, mümkün olan en geniş çeşitlilikteki faaliyet ve gelişmenin kapısını açar. Çünkü insan karakteri çok çeşitlidir ve bu çeşitliliğin bastırılması sadece tekdüzelik ve aynılaşma ile sonuçlanır. Bireyselliğini ifade etme ve eyleme dönüştürme özgürlüğü, doğal farklılıkların ve varyasyonların gelişmesi anlamına gelir.
İki çimen yaprağının birbirine benzemediği söylenir. İnsanlar çok çok daha az benzerdir. Dünyada iki kişi dış görünüşte bile tam olarak birbirine benzemez; fizyolojik, zihinsel ve ruhsal yapıları daha da farklıdır. Yine de bu çeşitliliğe ve bin bir karakter farklılığına rağmen, insanları günümüzde birbirine benzemeye zorluyoruz. Hayatımız ve alışkanlıklarımız, davranışlarımız ve tavırlarımız, hatta düşüncelerimiz ve duygularımız tek tip bir kalıba sıkıştırılır ve aynılık haline getirilir. Otorite, hukuk, yazılı ve yazılı olmayan, gelenek ve görenek ruhu bizi ortak bir çukura zorlar ve insanı bağımsızlık veya bireyselliğin olmadığı iradesiz bir otomat haline getirir. Bu ahlaki ve entelektüel esaret, herhangi bir fiziksel zorlamadan daha baskıcıdır, insanlığımız ve gelişimimiz için daha yıkıcıdır. Hepimiz onun kurbanlarıyız ve sadece son derece güçlü olanlar zincirlerini -sadece kısmen- kırmayı başarır.
Geçmişin ve şimdinin otoritesi sadece davranışımızı belirlemekle kalmaz, aynı zamanda zihnimize ve ruhumuza da hükmeder ve uyumsuzluğun, bağımsız tavrın ve alışılmışın dışında düşüncenin her belirtisini bastırmak için sürekli olarak çalışır. Toplumsal kınamanın tüm ağırlığı, geleneksel kurallara meydan okumaya cüret eden erkek ya da kadının başına gelir. Dövülmüş yolu takip etmeyi reddeden Protestan’a veya kabul edilen formüllere inanmayan kafirlere acımasız bir öç alma dalgası gelir. Bilimde ve sanatta, edebiyatta, şiirde ve resimde bu ruh adaptasyonu ve uyumu zorunlu kılarak yerleşmiş ve onaylanmış olanın, kalıplaşmış ifadede tekdüzelik ve aynılık içinde taklit edilmesiyle sonuçlanır. Ama daha da korkunç bir şekilde gündelik ilişkilerimizde ve davranışlarımızda yani gerçek yaşamda uygunsuzluk cezalandırılır. Ressam ve yazar zaman zaman gelenek ve emsallere karşı geldiği için affedilebilir çünkü sonuçta isyanları kağıt veya tuval ile sınırlıdır: Sadece nispeten küçük bir çevreyi etkiler. Onlar göz ardı edilebilir veya çok az zarar verebilecek eylemler olarak etiketlenebilir ancak kabul edilmiş standartlara meydan okumasını toplumsal hayata taşıyan eylem insanı için durum bu değildir. O zararsız olarak kabul edilmez. Örnek gücüyle, varlığıyla tehlikelidir. Toplumsal kanunları ihlal etmesi ne göz ardı edilebilir ne de affedilebilir. Toplum düşmanı olarak suçlanır.
Egzotik şiirlerde ifade edilen veya alçakgönüllü felsefi tezlerde maskelenen devrimci duygu veya düşünceye işte bu nedenle göz yumulabilir, resmi ve gayriresmi sansürden sıyrılabilir çünkü genel olarak halk tarafından ne erişilebilir ne de anlaşılır. Ancak aynı muhalif tavrı halk için dile getirirsen derhal yerleşik olanın korunmasını savunan tüm güçlerin ağızlarından köpükler saçarak seni kınamalarıyla yüzleşirsin.
Zorunlu uyum en öldürücü zehirden bile daha kısır ve öldürücüdür. Çağlar boyunca, insanın gelişmesinin önündeki en büyük engel olmuş, onu binlerce yasak ve tabu ile tehlikeye atmış, aklını ve kalbini eskimiş kanun ve kodlarla ağırlaştırmış, iradesini düşünce ve duygu zorunluluklarıyla, “yapmalısın” ve “yapmayacaksın” davranış ve eylemleriyle engellemiştir. Yaşam, yaşama sanatı; donuk, düz ve hareketsiz bir reçete haline geldi.
Yine de insan doğasının doğuştan gelen çeşitliliği o kadar güçlüdür ki bu yüzyıllarca süren aptallaştırma onun özgünlüğünü ve benzersizliğini tamamen ortadan kaldırmayı başaramamıştır. Haklısın. Büyük çoğunluk, geniş ovalara geri dönemeyecek kadar derin çukurlara düşmüş durumda. Ancak bazıları alışılagelmiş yoldan uzaklaşıyor, güzelliğin ve ilhamın yeni manzaralarının kalbe ve ruha seslendiği açık yolu buluyor. Dünya bu insanları kınıyor ama yavaş yavaş onların örneklerini takdir ve takip ediyor, nihayet onlarla yan yana duruyor. Bu arada bu yol göstericiler öldükten sonra onlar için anıtlar dikiyoruz ve onların ruhlarını paylaşan kardeşlerini, kendi çağımızın yol göstericilerini çarmıha germeye ve onları düşmanlaştırmaya devam ediyoruz.
Bu hoşgörüsüzlük ve zulüm ruhunun altında otorite alışkanlığı vardır: Baskın standartlara uymaya zorlama, emsal ve kurallara göre -ahlaki ve yasal olarak- başkaları gibi olmaya ve onlar gibi hareket etmeye zorlama.
Uygunluğun doğal bir özellik olduğu genel görüşü tamamen yanlıştır. Tam tersine beşikten beri zihne işlenen alışkanlıklardan kurtulup en ufak bir şans yakalandığında insan, benzersizliği ve özgünlüğü kanıtlar. Örneğin çocukları gözlemle, zihinsel ve ruhsal ifadede tavır ve tutum açısından çok çeşitli farklılıklar göreceksin. Ebeveyn ve öğretmenin otoritesine karşı isyanla, dışarıdan empoze edilen iradeye açık ve gizli bir muhalefetle tezahür eden, bireyselliğe ve bağımsızlığa, uyumsuzluğa içgüdüsel bir eğilim keşfedeceksin. Çocuğun tüm öğrenimi ve “eğitimi”, bu eğilimi bastırmak ve ezmek için sürekli bir süreçtir. Onun ayırt edici özelliklerinin, başkalarına benzememesinin, kişiliğinin ve özgünlüğünün ortadan kaldırılmasıdır. Yine de bir yıl boyunca süren baskı, bastırma ve kalıplamaya rağmen olgunluğa ulaştığında çocukta bir miktar özgünlük devam eder. Bu da bireyselliğin kaynaklarının ne kadar derin olduğunu gösterir. Mesela bir trajediye, büyük bir yangına aynı zamanda ve aynı yerde tanık olan herhangi iki kişiyi ele alalım. Her biri hikayeyi farklı bir şekilde anlatacak, her biri kendi doğal olarak farklı psikolojisi nedeniyle onu ilişkilendirme biçiminde ve yaratacağı izlenimde özgün olacaktır. Ama aynı iki kişiyle bazı temel toplumsal meseleler hakkında, örneğin yaşam ve devlet hakkında konuşun. Hemen benzer düşünceleri -yerleşik görüşü, egemen zihniyeti- ifade ettiklerini duyarsınız.
Neden? Çünkü insan; ilke ve kurallarla engellenmediği, alışılmışın dışında olma korkusuyla sınırlanmadığı ve kendisi için düşünme, hissetme özgürlüğüne bırakıldığında bağımsız ve özgür olacaktır. Ancak sohbet, toplumsal zorunluluklarımız alanındaki konulara değindiği anda, kişi tabuların pençesine düşer ve bir kopya, bir papağan olur.
Anarşizmde özgür yaşam, insanı yalnızca mevcut politik ve ekonomik köleliğinden özgürleştirmekten daha fazlasını yapacaktır. Bu, gerçek bir insan varoluşunun başlangıcı, yalnızca ilk adımı olacaktır. Böylesi bir özgürlüğün sonuçları, onun insanın zihni ve kişiliği üzerindeki etkileri çok daha büyük ve önemli olacaktır. Zorlayıcı dış iradenin ve onunla birlikte otorite korkusunun ortadan kaldırılması, ahlaki zorlamanın bağlarını ekonomik ve fiziksel bağlar kadar gevşetecektir. İnsanın ruhu özgürce nefes alacak ve bu zihinsel kurtuluş yeni bir kültürün, yeni bir insanlığın doğuşu olacak. Zorunluluklar ve tabular ortadan kalkacak. İnsan, bireysel eğilimlerini ve benzersizliğini geliştirmeye ve ifade etmeye başlayacak. Kamu vicdanı “yapmayacaksın” yerine “bütün sorumluluğu üstlenerek yapabilirsin” diyecek. Bu, insanlık onuru ve kendine güven konusunda evde ve okulda başlayan, hayata yeni bir tavırla bakan yeni bir ırkı yaratacak eğitime dönüşecek.
Yeni günün insanı, varoluşu tamamen farklı bir düzlemde görecek ve hissedecek. Onun için yaşamak bir sanat ve bir neşe olacak. Hayatı, herkesin olunabilecek en hızlı koşucu olmaya çalışması gereken bir yarış olarak görmeyi bırakacak. Boş zamanı işten daha önemli olarak görecek ve iş; boş zamanın, yaşamdan zevk almanın aracı olarak kendisine uygun olan pozisyona -geri plana- atılacaktır.
Hayat; daha ince kültürel değerler için çabalamak, doğanın gizemlerine nüfuz etmek, daha yüksek gerçeğe ulaşmak anlamına gelecektir. Zihninin sınırsız olanaklarını kullanma, bilgi sevgisinin peşinden gitme, yaratıcı dehasını uygulama, yaratma ve hayal gücünün kanatlarında uçma özgürlüğüne sahip olan insan; tam potansiyeline ulaşacak ve gerçekten de insan olacaktır. Doğasına göre büyüyecek ve gelişecektir. Tek tipliği küçümseyecek; insan çeşitliliği onun varlığın zenginliğine olan ilgisini artıracak ve daha tatmin edici bir his verecektir. Onun için hayat, işleyişten değil yaşamaktan ibaret olacak ve insanın yaratabileceği en büyük özgürlüğe, neşe içindeki özgürlüğe kavuşacaktır.
“O gün gelecekte, çok uzaklarda. Bunu nasıl gerçekleştireceğiz?” diye soruyorsun.
Gelecekte belki; yine de belki o kadar da uzakta değildir, bunu kimse söyleyemez. Her halükarda doğru yolda kalmak istiyorsak nihai amacımızı daima görüş alanında tutmalıyız. Anlattığım değişiklik bir gecede gerçekleşmeyecek; hiçbir şey bir gecede gerçekleşmez. Doğadaki ve toplumsal yaşamdaki her şeyde olduğu gibi kademeli bir gelişme olacaktır. Ancak mantıklı, gerekli ve kaçınılmaz bir gelişme olacağını söyleyebilirim. Kaçınılmazdır, çünkü insanın eğilimi hep bu yönde olmuştur; zikzaklar halinde olsa ve genellikle yolunu kaybetse bile bu eğilim her zaman doğru yola döner.
O halde “bu” nasıl var olacak?
Çeviri: Burak Aktaş