Direkt olarak resmi silahlı kuvvetleri ya da cihatçı paramiliter çeteleri üzerinden, farklı coğrafyalardaki askeri varlığının yanı sıra dünyanın farklı ülkelerinde gerçekleştirdiği istihbarat operasyonları sonucu insan kaçırması nedeniyle TC devletinin adının önünde “kural tanımayan, küresel barışı tehdit eden” anlamındaki “haydut devlet” sıfatının kullanımı zaten tartışılıyordu. Sedat Peker videolarındaki bazı ifşaatlar nedeniyle yeni bir “sıfatlandırma” daha gündeme geldi: Narko devlet.
Peker’in yayınladığı yedinci videodaki ifşaatlar, 90’lı yıllarda uyuşturucu üzerinden oluşturulan ve bir savaş ekonomisi olarak tezahür eden birtakım ilişkilerin, günümüzde sınır ve kıta aşırı bir hüviyet kazandığını ortaya koydu. Bu anlamda söz konusu ifşaatlar, devletin içinde bulunduğu “narko ilişkiler” bağlamında bir devamlılığa işaret etmesi açısından önemli.
Devletin karanlık dehlizlerindeki bu görünmeyen ekonomide, bahse konu videoda da işaret edilen 90’lar ayağını hatırlayalım. Susurluk Kazası’nın yaşandığı 1996’da SSCB, ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan gibi devletlerin müdahil olduğu savaş sonrası cihatçı Taliban’ın hükümet merkezi Kabil’i ele geçirdiği Afganistan’dan ham madde halinde gelen eroin için, kontrgerilla vasıtasıyla bir “üretim ve dağıtım” ağı işletiliyordu. Günümüze gelindiğindeyse bu “işlerlikte” bazı değişimlerin olduğu görülüyor. Uyuşturucunun türü, hitap ettiği zengin toplumsal tabaka, dağıtımı ve “güzergah çeşitliliği” şeklinde belirginleşen bu değişim, söz konusu “ekonominin” hacminin de büyüdüğünü gösteriyor.
Hem 90’lar hem de yaşadığımız sürece tekabül eden iki tarihsel durakta, çatışmalar ve savaşların, devletlerin direkt ya da dolaylı olarak dahil olduğu “narko ilişkilerde” çok yönlü bir işlevselliğe sahip olduğunu belirtmek gerek. Susurluk’ta 3 Kasım 1996’da yaşanan kaza sonrası deşifre olanlar, söz konusu devlet çetesinin, eroinin üretim ve dağıtımının inisiyatifini ele geçirirken nasıl bir yol izlediğini deşifre etti. “Vatan, bayrak, şehadet” söylemleriyle Bakur’da yükseltilen savaşın “görünmeyen ekonomisi” bu yol ile yapılandırıldı. Ve elbette ki devletin bu kirli ekonomisi, üretilip dağıtılan uyuşturucunun neden olduğu, sonlanan yaşamların yanı sıra “vatan, bayrak” edebiyatıyla gerçekleştirilen cinayet ve katliamlarla oluşturulmuştu. Sedat Peker’in şu sıralar yaptığı gibi, 2011’de benzer itiraf ve ifşaatlarda bulunan eski Özel Harekat polisi Ayhan Çarkın, Cumartesi Anneleri eylemlerinde devletin “kaybettiği” devrimciler arasında anılan Soner Gül, Hüsamettin Yaman ve Ayhan Efeoğlu’nun da aralarında olduğu cinayetleri şöyle anlatıyor: “…Hüsamettin Yaman ve Soner Gül’ün polis katili olduğu söylendi bize. Yakalayıp bir kamyonetin arkasına attık. Koli bandıyla bantladık. Ormanlık bir alanda sorguladık. Sonra yere oturtup infaz edildiler… Ayhan Efeoğlu, emniyette işkence sonucu öldü. Cesedini bize verdiler. Biz bomba ya da bu tip bir şey sandık imha için bavulu görünce. İçinden ceset çıktı. Götürüp gömdük. Kendi ellerimle gömdüm… Bizim ekip, bir ihbar üzerine Muş’a gitti. 8 kişi infaz edildi orada. 3 arabayla gidildi. Yollar buzluydu. 1994’ün kış ayları. Muş Merkez Mezarlığı’ndaki 8 ayrı mezarın üzerine gömüldü öldürülenler…”
Devletin Susurluk’tan günümüze uzanan narko ilişkiler devamlılığında bugün, iktidar mensubu siyasetçiler, kimi bürokratlar, “iş insanı” gibi toplumda “saygın” bir titre sahip çeteciler yer alırken bu sürekliliğin savaş ekonomisi de sınır aşırı bir niteliğe bürünerek Suriye Savaşı’na uzanıyor. Venezuela’dan Lazkiye’ye ulaşan uyuşturucu güzergahı, Ankara’nın Suriye Savaşı’nda 10 yılı aşkın bir süredir silahlandırdığı cihatçı çetelerle ilgili “finansman kaynaklarına” dair bir fikir vermesi açısından not edilmeli. Söz konusu savaş ekonomisinin, eski özel harekatçı Çarkın’ın itiraf ettiğine benzer bir biçimde, Suriye’de 2011’den beri süren savaş ve yaşadığımız coğrafyada Suruç, 10 Ekim Ankara Gar, Sultanahmet, Reina patlamalarında yaşamlara mal olduğunu gördük.
Güney Amerika Doğu Akdeniz arasındaki bu güzergaha yeni rotanın eklenip eklenmeyeceği de son sürecin bir başka tartışma konusu olmaya aday. Yine bir savaş coğrafyası olarak ve yine Ankara’nın “fırtınalı ve hırçın” dış politikasının sonucu olarak Afganistan’ın Kabil’deki havalimanı tartışmaları gündeme geldi. ABD başta olmak üzere Afganistan’da konuşlu NATO güçleri oradan kurtulmanın yollarını ararken TC’nin Kabil’deki havalimanının kontrolünü talep etmesi, bahsi geçen “narko ilişkilerin” devamlılığı ışığında soru işaretleri barındırıyor.
Bu noktada, bazı somut gerçekler üzerinden sorulması gereken soruyu soralım. Kabil Havalimanı’nın “güvenliğini” üstlenmesi durumunda, Afganistan’dan çekilecek NATO güçleri ile değil, hali hazırda ülkenin önemli kısmını kontrol altında tutan ve Kabil’e çok yaklaşan Taliban ile anlaşması gereken Ankara, olası müzakerelerde cihatçı örgütün, Afganistan’ın tek “ihraç ürünü” olan afyonun transferi için havalimanını kullanma talebini nasıl karşılayacaktır?
Narko ilişkilerde on yılları aşan devamlılık, bu ve benzer soruları sormayı gerekli kılarken yine son günlerde yaşanan bir başka gelişme, yanıt alınamayacağı aşikar olan başka soruları da beraberinde getiriyor. “İş kazası” adı altındaki iş cinayetleri üzerinde yükselen talan projelerinden İstanbul Havalimanı’nın şatafatı altında gözlerden ırak kalan (ya da bırakılan) Atatürk Havalimanı’nda, kargo uçakları ve özel şirketlere ait jetlerin sıra dışı trafiğine dair, muhalefet milletvekillerinin, kendilerine gelen “uyuşturucu sevkiyatı” yönündeki ihbarlar sonucu TC parlamentosuna yönelttiği sorular da muhtemelen yanıtlanmayacak.
Ne var ki yanıtlanmayan tüm soruların zihinlerde yarattığı yanıtları, devletin son günlerde, Güney Amerika güzergahının transfer noktalarından biri olduğu deşifre olan Mersin Limanı’nda, birbiri ardına “yakaladığı” ve alıcısı belli olmayan uyuşturucular ve bu operasyonların “gerçekliği” ile kıyasladığımızda, geçmişten bugüne “narko ilişkiler” bağlamında devlet açısından olumlu bir tablo ortaya çıkmıyor.
Emrah Tekin