Tarih 11 Eylül 2001. Bundan 20 yıl önce ABD’nin New York kentindeki Dünya Ticaret Merkezi’ne (İkiz Kuleler) ve ABD Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) düzenlenen saldırılarda 3 binden fazla insan yaşamını yitirdi. Tarihe “İkiz Kuleler Saldırıları” olarak geçen katliam, cihatçı terör çetesi El Kaide tarafından kaçırılan, ABD havayolu şirketlerine ait 4 uçakla gerçekleştirilmişti.
Afganistan’da devletlerin müsebbibi olduğu 42 yıllık savaşın önemli uğrak noktalarından biri olan 11 Eylül saldırıları, bugün ülkenin vilayet merkezlerini birer birer ele geçiren Taliban’ın 1996’da Kabil’i işgal etmesiyle hızlanan ilerleyişini durdurmuştu. İkiz Kuleler saldırılarını gerçekleştiren El Kaide lideri Usame bin Ladin’i, kontrolü altındaki Afganistan topraklarında barındırması nedeniyle ABD saldırılarının hedefi olan Taliban’ın devletlerle olan ilişkisi ise dışarıdan mesafeli gibi görünen bir yakınlık içinde oldu. Mezhepsel zıtlıkları nedeniyle düşman olarak tanımlanan İran’ın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’yi, öldürüldüğünde “büyük bir savaşçı” olarak selamlaması, Çin’in ticaret yolu projesi “Kuşak-Yol” üzerinden Pekin ile kurulan diplomasi hattı, Britanya’daki 200 milyon dolarlık mal varlığı ve İngiltere devletinin para karşılığı taraf değiştirme teklifi çerçevesinde yapılan müzakereler, Taliban’ın devletlerle olan çetrefilli ilişkilerine birkaç örnek.
Ancak devletlerle ilişkiler söz konusu olduğunda ABD, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Pakistan’ı farklı bir yere koymak gerek. SSCB’nin Afganistan’ı 1979-1989 arasındaki işgali sonrası ABD bölgeyi Pakistan ile birlikte cihatçı terörizm için bir kuluçkalanma laboratuvarına dönüştürdü. Suudi Arabistan ve BAE’nin ekonomik ve selefilik/vahhabilikle beslenen ideolojik desteğine Pakistan’ın -ileride buralarda yetişecek öğrencilerin/talebelerin oluşturacağı Taliban’ın da aralarında olduğu- sayısız cihatçı terör çetesine ev sahipliği yapacak medreseleri eklenecekti. Bir soğuk savaş projesi olarak ABD tarafından SSCB’nin önünü almak için gerçekleştirilen, cihatçı hareketleri güçlendirmeye dayalı ve dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’ın adıyla da anılan Yeşil Kuşak Doktrini’nin tamamlayıcı birer parçası olan bu hamleler 42 yıldır süren savaşla birlikte terminolojiye iki kavram kazandırdı: “SSCB işgaline karşı savaşan” mücahitler ve bu savaştan kaçan Afgan mülteciler. ABD başta olmak üzere birçok devletin işgale karşı direniş hareketleri olarak lanse ettiği mücahitler, 2010’lu yılların başlarında Suriye ve Irak’taki savaşlarla birlikte cihatçı terörizm olarak arz-ı endam etti!
Şimdilerde yaşadığımız coğrafyada devletin “fon deposu” ve ucuz iş gücü olarak gördüğü, milliyetçi-seküler “muhaliflerin” de fiili/fiziki saldırılarına muhatap olan Afgan göçmenler ise yarım yüzyıla dayanan bir savaşın mağduru olarak sığındıkları İran, Pakistan, Tacikistan, Özbekistan ve yaşadığımız coğrafyada hayatta kalmaya çalışıyorlar.
11 Eylül’den 20 yıl sonra ABD Afganistan’dan çekilirken, ondan kalan boşluğu dolduracak aday ise gayet “tanıdık.” Suriye’den Dağlık Karabağ’a, Doğu Akdeniz’den Ukrayna’ya yeni beka coğrafyaları arayan Ankara, ülkede askeri varlığı bulunan tüm devletlerin bir an önce terk etmeye çalıştığı Afganistan’da Kabil Havaalanı’nın “güvenliğini üstlenmeye” talip oldu.
14 Haziran’da NATO zirvesinde gerçekleşen Erdoğan-Biden görüşmesinde gündeme gelen teklifin ardındaki “Halk Bank Davası ve S-400’ler konusunda Washington’dan taviz beklentisi”ne rağmen ABD, teklife itidalli yaklaştı. Diğer yandan, Kabil’in müstakbel iktidar sahibine dönük ‘Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanımız yok’ açıklamaları her ne kadar Taliban’a uzatılan bir zeytin dalı olarak görünse de bu sözlerin muhatabından aynı tonda bir yanıt gelmediği ortada. Taliban sözcüsü Zabihullah Mücahid’in 23 Temmuz’da, cihatçı örgütün daha önceki benzer bir açıklamasını güncelleyerek verdiği demeç, TSK’nin diğer tüm yabancı güçler gibi işgalci güç olarak görüleceği minvalindeydi. Buradaki “tüm yabancı güçler” ibaresinin altını çizmek gerek. Çünkü Taliban sözcüsünün işaret ettiği “tüm yabancı güçler” sadece devletlerin askeri unsurlarını kapsamıyor. Ankara’nın -Suriye, Libya, Dağlık Karabağ gibi- savaş yoluyla beka aradığı coğrafyalarda boy gösteren cihatçı çetelerinin Afganistan’da da TSK yedeğinde sahadaki varlığı, Kabil’e hızla ilerleyen Taliban’ın onayına bağlı. Bu noktada Taliban’ın 11 Ağustos’ta, Çin’le gerçekleştirdiği müzakereler paralelinde Afganistan’ın Çin sınırındaki Wakhan koridorunu kontrol eden Badakshan’ı ele geçirdiğinin altını çizelim. Çin’in Sincan bölgesinde savaştığı Türkistan İslam Partisi’nin kullandığı bölgenin ele geçirilmesinin, TSK yedeğindeki cihatçı çetelere onay verilmeyeceğine dair güçlü bir işaret olduğunu da not edelim. Geçtiğimiz haftalarda Moskova’da diplomasi koridorlarını aşındıran Taliban’ın Rusya ile de benzer bir mutabakata vardığı ise kuvvetle muhtemel.
Kabil’in yakınlarındaki Gazne’nin de Taliban güçlerinin eline geçmesi, Afganistan ile ilgili çeşitli senaryoların konuşulmasına vesile olurken bu senaryolarda Ankara’nın bölgedeki varlık koşulları da yer alıyor. Ülkede, SSCB işgalinin sona erdiği 1989 sonrasına benzer “mücahitler arası iç savaş” olasılığının da yer aldığı bu senaryoda Ankara, Türkmen ve Özbek mücahit grupların desteğini alarak “inancıyla alakalı ters bir yanımız yok” dediği Taliban’la çatışma olasılığını göze alabilir mi? ABD ile ilişkileri onarmak adına Kabil’de havalimanı “güvenliği” üstlenmeyi göze alan hesapsızlık bu olasılığı dışlamıyor elbette. Ancak Afganistan’daki kaotik tablo ile birlikte bakıldığında “kumar içinde kumar” olarak nitelendirilebilecek böylesi bir hamle Taliban’dan önce, onunla yıllarca savaşmış diğer mücahit gruplar açısından da ters tepmeye aday. Zira Ankara’nın yıllardır Afganistan’daki en sıkı müttefiki olan Özbek General Raşid Dostum, Türkçülük açısından diğer etnisiteleri dışlayan tavrıyla Türki olmayan topluluklar nezdinde büyük bir antipatiye sahip. Afganistan’daki diğer iki büyük etnik grup olan Peştun ve Taciklerin desteği alınmadan, diğer “beka coğrafyalarında” olduğu gibi tepeden bakan neo-Osmanlıcı saplantılarla hareket etmek Ankara’nın “kumar içinde kumar” hamlesini başından boşa düşürecektir.
Birbiriyle iç içe girmiş bir dizi riski göze alarak girilecek Afganistan’da bu riskleri “anlamlı” kılması düşünülen ise ülkenin maden, enerji ve narko-kaynaklarıyla ilgili olasılıklar. Dünyadaki afyon üretiminin merkezi olan Afganistan’da afyonun eroine dönüşümünü sağlayan “üretim merkezleri” ve eroinin sevkiyatı ağırlıkla Taliban’ın kontrolünde. Sevkiyatın en önemli transfer noktası Kandahar Taliban ile Kabil’e bağlı güçler arasında kritik bir çatışma bölgesi. Narko-devlet olma yolunda nam salma motivasyonu bu stratejik sevkiyat ağını kontrol altında tutmayı kuşkusuz isteyecektir.
Hazar Denizi’nden çıkarılacak Türkmenistan doğal gazının Afganistan üzerinden Hindistan’a ve Hint Okyanusu’na, bu yolla tüm dünya pazarlarına transfer edecek boru hattı projesi, devletlerin on yıllardır başından savaşları eksik etmediği Afganistan’a dair “pastadan pay kapma yaklaşımının” nedenlerinden biri. Barış koşullarında hayata geçmesi mümkün olan boru hattı projesi söz konusu olduğunda ise, gözünü diktiği coğrafyalarda askerinin postalını, cihatçı çetesinin yağmasını eksik etmeyen Ankara’nın denklem dışı kalması muhtemel.
Moğollar, Babürler, Safeviler, “üzerinde güneş batmayan İmparatorluk” Birleşik Krallık ve son olarak sırasıyla “modern dönem imparatorlukları” SSCB ve ABD’nin çekildiği “imparatorluklar mezarlığı”ndan beka çıkarma peşine düşen Ankara’nın, Afganistan hamlesini Suriye ve kısmen Libya’da olduğu gibi iç politikaya tahvil etmekte zorlanacağı açık. İmparatorluklar mezarlığı Afganistan bu anlamda AKP’nin neo-Osmanlıcı imparatorluk ajandasının boyunun ölçüsünü almasında önemli bir durak olabilir. Bunun için, yakın zamanda Libya’da sessiz sedasız atılan geri adımlara, “Mavi Vatan” naralarının atıldığı Doğu Akdeniz’de tamirat gerekçesiyle limana çekilen sondaj gemilerine bakmak yeterli. Ancak görünen o ki iktidarın derdi, bu mezarlığın tarihi boyunca yerini almış ikamet sahibi imparatorlukların arasında adının yazılması değil.
Dış politikada “Afgan mülteciler” realitesi üzerinden AB ile yapılacak yeni bir fon müzakeresi ve iç politikada ekonomik-siyasi krizin tetiklediği “başıboş öfke” denilerek planlı olduğu örtülmeye çalışılan Altındağ pogrom girişimindeki gibi ırkçılığı mobilize etmek devlet iktidarı için çok daha kullanışlı.
Emrah Tekin