Bir festival biterken, bir diğeri başlıyor. Üstelik alışık olduklarımızın dışında hemen her gün yeni tarzda festivaller de yaşamımıza sokuluyor usulca. Tam bir film festivali başlıyor, izlenebilecek türden filmler geliyor, Hollywood sinemasının dışında yeni yapımlar görebileceğiz diye düşünürken üzerine jazz festivali, daha onun dumanı tüterken tiyatro ya da müzik festivali başlıyor ve göz açıp kapayıncaya kadar bunlar da bitiyor. Zaten her yörenin kendine has yetişen sebzesi ya da meyvesi ya da o yörenin meşhur kişisi için düzenlenen festivalleri de eklersek bir festivale denk gelmeden gün geçirmek neredeyse olanaksız. Peki, bunca festival gerçekten de insanların kültürel ya da sanatsal gelişimleri için gereksinimlerini karşılıyor mu ya da ne amaçla varlar?
Temelini ekin-hasat sonu ya da bağbozumu şenliklerine dek dayandırabileceğimiz festivaller, artık paylaşma ve insanları bir arada tutma işlevlerinden çok, bankaların ya da şirketlerin sponsorluğunda ‘üretilen’ kültür ve sanat ürünlerinin pazarlandığı fuarlar biçimine dönüşmüş durumda.
Özellikle büyük holdinglerin, şirketlerin ya da bankaların ‘sponsorluğunda’ ve çoğunlukla da onların isimleriyle beraber düzenlenen festivallere bu saydığımız kapitalistlerin ilgisi tesadüfi değil elbette. Zaten varlıklarını emek sömürüsüne dayandırarak gün be gün artıran patronlar, gerçekten de sanatın ve sanatçının dostu oldukları için mi her yıl milyarlarca liralarını bu festivallere akıtmaktalar?
Elbette de değil. Patronlar için önemli olan ürünlerini satabilmek, bunun için pazarlarını ve dolayısıyla müşterilerini arttırmak. Zaman zaman daha da derinleşen kriz dönemlerinde hem parasal varlıklarını hem de itibarlarını yitiren kapitalist şirketler, geçtiğimiz yüzyılda edindikleri iki oyuncakla beraber konumlarını inanılmayacak boyutlarda kuvvetlendirdiler
Festivalin iyisi kötüsü olmaz
Bunlardan biri reklamlar. Reklamlarda kullandıkları kavramlarla kişilerin alt benliklerine ulaşan ve satın alma eğilimlerini belirleyen şirketler, zaman zaman reklamlarında toplumca tanınan saygınlığı olan kişileri de “oynatarak” oyunu kazanmayı şansa bırakmıyor. Düşünsenize ünlü birinin kullandığı bir marka nasıl alınmaz ki.
Benzeri bir oyuncak da sponsorluktur. Özellikle kültür sanat üretimlerinde, festivallerde ve şimdilerde spor müsabakalarında ve olimpiyatlarda artık olmazsa olmaz olan şirket destekleri, masum bir bakışla bu ürünlerin üretilmesi ve sergilenmesi için gerekli ve faydalı gibi görünse de, parayı verenin düdüğü çalması örneğinde olduğu gibi, belirleyici, yönlendirici ve bunun “doğal sonucu olarak” da kısıtlayıcı ve engelleyici olmaktadır. Yani paranın sahibi olanlar, bu kültür sanat festivallerini de bir mağaza gibi düşünüp oraya gelenleri de müşteri olarak görmektedirler. Elbette ki, sunulacak eserler de müşteri profiline uygun olmak durumundadır daha baştan.
Eczacıbaşı’nın, Akbank’ın, Turkcell’in ve benzeri şirketlerin verdikleri paralarla yapılan festivaller, hem şirketlerin kirli yüzlerini gizlemeye ve hatta daha sevimli ve şirin göstermeye yönelik bir planın parçasıdır, hem de kara para aklamanın en kolay yöntemidir. Şirketler açısından baktığımızda da festivalin iyisi kötüsü olmaz diyebiliriz
Sanatın kara para aklamaya yaradığı ifademiz biraz sert gelebilir ama benzeri bir ifadeyi bundan birkaç yıl önce bir televizyon kanalında, açtığı sergilerle sanat piyasasında oldukça bilinen bir isim olan Haluk Akakçe de söylemişti. Haluk Akakçe bu tür etkinlikleri desteklemenin, modern sanat müzesi kurmanın sanat sevgisinden değil; vergi muafiyeti de sağladığından kara para aklama yolu olduğunu söylerken piyasanın kendisine biçtiği yaramaz çocuk rolü üzerinden gene kendini pazarlıyordu ama yine de söyledikleri bugün bile geçerliliğini koruyor.
Madde Akbank’ta maneviyat Aksanat’ta
Düşünsenize, paranızı size iyi filmler sunan, iyi şarkıcıları getiren bir bankaya emanet etmekten çekinir misiniz? Ya da gittiğiniz bir bienalde tablolara bakarken aklınıza bu etkinliği size sunan ilaç şirketi mi gelir yoksa yetersiz tedavi yüzünden ölüme terkedilen çocukların sayısı mı?
Evet, şirketlerin bu etkinlikler için ayırdıkları para aslında bu çapta yapacakları bir reklam bütçesinin de bir hayli gerisinde. Üstelik konuk olarak çağırdıkları ya da yarışmanın jürisine davet ettikleri meşhurların “sansasyonel” tavırları, zaten ülkedeki gerçek problemler yerine sayfalarını magazinle doldurmaya alışkın boyalı basın için de iyi bir malzeme olacak ve bir anlamda reklamın reklamı olacak, üstelik bunun için cepten para bile çıkmayacak.
Festivalin yarışmasının jürisinde de zaten holdingin patronu ya da zevceleri yahut mahdumları olacağından, sanatın ve sanatçının dostlarının bizzat sahneye çıkarak kendilerini de ödüllendirmeleri pekala mümkün olduğundan, günümüzün “vizyon sahibi” patronlarının muhakkak el attığı bir festival vardır, yoksa da yakın gelecekte muhakkak olacaktırPara sahipleri bu etkinliklere akın edince onların meclisteki temsilcileri de boş durmuyorlar, onlar da festivalin yapıldığı şehrin askeri ve mülki erkânı ile beraber kırmızı halılarda arzı endam ediyorlar. Bu endam o kadar ileri boyutlarda olabiliyor ki, mesela önceki yıllarda Adana Altın Koza festivalinde kendisine ödül verilen Ali Özgentürk’ü şu sözleri söylemek zorunda bıraktırıyor; “Bu festivaller sanat, kültür insanlarının festivalleri olmalı. Ama burda belediye başkanları devamlı sahnede konuşuyor. Bakanlar konuşuyor, Vali konuşuyor. Burada 50 tane resmi araba gördüm. Bunlar yüzünden biz bile içeri giremiyoruz.”
Peki, bunca şirketin işin içine girmesine rağmen, festival kapsamındaki eserlerin gösterimleri daha geniş kitlelere ulaştırılabilmiş ve yeni yeni üretimlerin geliştirilmesini sağlayabilmiş, sanatla uğraşan gençlerin ufkunu açan bir durum yaratabilmiş mi diye soracak olursak, buna ne yazık ki verilecek yanıt iddia edildiğinin tersine hiç de olumlu değildir. Üstelik hem yüksek bilet fiyatları hem de festival mekânlarının seçimi, belirli bir ekonomik-sosyal tabanın festivallere erişimini engellemiş, bir anlamda festivali soylulaştırmış, sınıfı yalıttığından “yeni” izleyicinin de yeğlediği bir durum olagelmiştir.
Festivaller ve beraberlerinde geliştirdikleri yarışma kültürü, özgün üretimlerin oluşmasının tersine, o festivalin değerlendirme kurulunun ya da jürisinin beğenisine göre şekil almakta, zaten sponsor firmaların belirlediği bu durum, dar alanda hayat bulmaya çabalayan festival için de markette raflara dizilen ve alıcısını bekleyen bir üründen farkı kalmamaktadır. Sanat okullarının ve benzeri kurumsal yapıların da özgün üretimleri teşvik etmek yerine öğrencilerden, beğenilenin ve istenilenin tekrarını istemeleri, öğrencilerin de pazara daha kolay adapte olabileceklerini düşünerek, bunu talep eder olmaları yüzünden yıllar boyunca ne öyküsü güçlü, ne tekniği düzgün, ne de yeni fikirlere açık sanat eserlerine rastlanılabilmiştir.
Neticede kapitalist sermayenin desteklediği, belli bir azınlığın “ürettiği” ve gene varlıklı ve her şeyi tüketen belli bir azınlığın “tükettiği” bir pazar haline gelen festivaller, yarattıkları algıyla, özünde sorgulamanın ve eleştirmenin olduğu sanat biçimlerini gittikçe daha da uysallaştırmakta, insanlar arasındaki paylaşma ve dayanışmanın değil; şirketlerin ve patronların karlarının önemli olduğunu hem gizliden hem de açık olarak dillendirmekte ve en nihayetinde ezenlerle ezilenler arasında baştan beri var olagelen saflaşmada, ezenlerden yana konumunu daha da pekiştirmektedir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 3. sayısında yayımlanmıştır.