Bugün, Sezen Aksu üzerine düşeni yapamamaktan yakındı ve alkış aldı. Peki, 12 Eylül döneminden bu yana üzerine düşeni yapan Bülent Ersoy’un başına neler gelmişti?
12 Eylül’ü bilmeyen, üzerinde konuşmayan, hakkında yazmayan kalmadı. Hatta 12 Eylül’ün uygulayıcısı ve uygulatıcısı olarak yargılanmaya başlanan generaller de bıktılar! “Ölsek de kurtulsak” demeye başladılar. Gerçekten de 12 Eylül’le bu generalleri yargılayarak hesaplaşılabilir mi, bu generaller ölünce 12 Eylül’den de kurtulunmuş olunur mu?
Darbenin ilk sabahından itibaren, ”Aziz Türk Mileti” diye başlayan konuşmalarla kalın bir erkek sesinden kahramanlık türküleri dinletilen halka, “askerlik peygamber ocağıdır” vurgusuyla beraber ayetli bildiriler dağıtılarak ordunun yaptığı “işlerin” ne denli gerekli olduğu fikri empoze edilmekteydi. Tek kanallı olan televizyondan yayınlan bu tek yönlü programlarla birlikte yasaklar da peşi sıra geldi. İlk yasak elbette sokağa çıkma yasağıydı. Bunu gazete ve kitap okuma yahut bulundurma yasağı, siyaset yapma yasağı, örgütlenme yasağı, sendikal faaliyet yapma yasağı gibi bir dizi yasak izledi.
12 Eylül’ün mantığını kavrayabilmek için artık “klişeleşmiş” örneklerin dışına çıkmak, ince detayların izini sürmek de gerekli. Buna bir örnek vermek üzere, Zeki Müren ile Bülent Ersoy’un darbe sonrası yaşadıklarına bir bakalım.
Yasaklarla sağlanmaya çalışılan bu “huzur ve güven ortamı”nda, Bülent Ersoy, darbeyi yapan güçlü erkek sesini değil içindeki sesi dinleyip cinsiyet değişikliği ameliyatı oluyor, “aynı kulvarda bulunan” ama hem Türkçe’yi güzel konuşmasıyla hem Paşa lakabını kullanıp “paşaları” onore ettiğinden kayırılan ve elbette hala bir “erkek” olan Zeki Müren’in aksine Orgeneral Kenan Evren’in hışmına uğruyor ve sahne yasağı alıyordu. Sırasıyla, bir sağdan bir de soldan gencecik insanları asan Kenan Evren, Bülent Ersoy’a yasak getirerek gençliğin ahlaki değerlerini de koruduğunu öne sürebiliyordu.
Artık daha da zor günlerin kendisini beklemekte olduğunu gören Bülent Ersoy, tersine, yılmıyor, sahne yasağını “gazinolara gidip oturduğu masadan söylediği şarkılarla” delmeyi başarıyordu.
Darbenin daha doğrusu darbecilerin kabul görmesi için 12 Eylül’den çok önceleri planlanarak adım adım işletilen uygulamalar da halkın bunca yasağa “razı” gelmesinin, askerlerin insan hakları ihlallerine sessiz kalmanın yolunu da açmış oluyordu. Meclisin, Cumhurbaşkanı seçememesi de bu gerekçelerin biriydi. Gerçekten de üst üste yapılan seçimlerde hiçbir aday yeterli oyu alamıyordu. Seçimin bir turunda belki de bu durumu protesto etmek amaçlı olarak, bir kaç oy da Bülent Ersoy’a çıkmıştı. Evet, bildiğimiz Bülent Ersoy’a.
12 Eylül döneminde tüm etkinliklere yasaklama getirilmişken, halkın daha da uyutulması için iki şeye yasak getirilmemişti: Stadyum ve gazinolara. Bir erkek oyunu olarak görülen futbola devletin müdahalesiyle o yıl 1. ligde olmayan bir takım olan Ankaragücü’nü, devletin “gücü” ile 1. lige çıkararak tüm fikstürü allak bullak etmiş oluyorlardı. Diğer yandan da, özellikle İzmir Fuarı gibi kalabalık eğlence mekanları teşvik edilmekte, buralara çıkan “sanatçıların” da darbeyi olumlar mesajlar vermesi “telkin edilmekteydi”.
Bu telkin uyarınca, başta İbrahim Tatlıses, Erol Evgin, Türkan Şoray, Ferdi Tayfur, Zerrin Özer olmak üzere bir çok tanınmış kişi darbeyi olumlar açıklamalarda bulunuyordu.
Geçtiğimiz günlerde Afyon’da askeri bir cephanelikteki patlamada 25 askerin ölümünden sonra konserini iptal etmeyerek sahneye çıkan ve “30 yıldır üzerimize düşeni yapmadık” diyen Sezen Aksu, 12 Eylül’den hemen sonra “Türk Silahlı Kuvvetleri herşeyin çıkmaza girdiği bir dönemde yönetime el koymuştur. Darbe hayırlı ve uğurlu olsun.” demişti.
Zerrin Özer kısaca “bekliyordum, iyi oldu”, darbe sonrası Kenan Evren’e yakınlığı daha da artan Emel Sayın “beni çok memnun etti, yüreğime serin su serpildi” derken, Zeki Alasya-Metin Akpınar daha iddialı idiler: “Türk ordusunun disiplini, Atatürkçü tavrı ve demokrasiye içten inancı en büyük güvence. Ne mutlu ki bize, tüm dünyada tutucu olan ordu, biz de ise devrimci.”
İşte, “huzur ve güveni yeniden tesis etme” iddiasıyla kışlasından çıkan bu “devrimci” ordu, bir çok idamın, karakollarda işkencelerin, cezaevlerinde baskı ve dayak sonucu ölümlerin, yasaklanan gazetelerin, gösterimi yasaklanıp yakılan filmlerin, sürgün edilen binlerce insanın ve boşaltılan köylerin birinci dereceden sorumlusudur.
Darbenin en şiddetli uygulandığı yıllarda bir çok düşünürü, aydını, sanatçıyı hapse atan, eserlerini yakan, kimilerini yurtdışına çıkmaya mecbur bırakan Kenan Evren’i yıllar sonra tablo yaparken görmek bu toprakların en büyük ironilerinden birini oluşturmaktadır. Ama bu “tek” ironi değildir. 2011 yılında Adalet Bakanlığı zabıt katibi alımı yapacaktır ve yazılı sınavdan sonra yapılan mülakatta sorulan sorulardan biri de şudur: “Bülent Ersoy kaç yılında gerçekleştirilen ameliyatla kadın olmuştur?”
Darbeyi yapan generallerin, toplumu disipline etmek adına herkesi emir komuta zincirine almak istedikleri bir gerçek. Zaten askerliğin “erkek işi” olarak görüldüğü bir toplumda, ordunun erkek egemen karakterini topluma dayatması çok da zor olmasa gerek. Devletin başındakilerin, insanları “tebaa”ları gibi görmelerinin bir başka sonucu olarak da, ne dinleyeceklerini de belirleme hakları varmış gibi davranmaları yalnızca 12 Eylül dönemine özgü bir durum değil. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında da halkın batı müziği ve opera gibi batı formlarındaki eserleri dinlemeleri istenmiş, ama halk bunları anlamadığı için dinlemek istememiş, çözüm ise bizzat Atatürk tarafından alaturka müziklerin yasaklanması yalnızca batı müziğinin dinlenmesi olarak “emredilmişti”.
Darbe döneminden bugünlere gelindiğinde kendi kişisel özgürlüğünün peşini bırakmayan Bülent Ersoy, Zeki Müren’in hem yaşarken hem de ölümünün ardından varlıklarının önemli bir kısmını Mehmetçik Vakfı’na bağışlamasına karşın, ülkede giderek daha da can alan savaşın bitmesi noktasında “eğer çocuğum olsaydı askere yollamazdım” diyebilme yürekliliğini göstermiş, politikacıların ve medyanın ve hatta diğer sanatçıların kendisine yüklenmesi sonucu çıkarıldığı mahkemede de aynı sözleri hakim karşısında da söyleyerek bu konuda samimi olduğunu göstermiştir.
Bülent Ersoy’un 12 Eylül’ün tüm bu cinsiyetçi ve militarist dayatmalarının karşısında fikren ve bedenen kararlılığını sürdürerek “üzerine düşeni yapması”, Kenan Evren’in bizzat yarattığı “tablo”ya alkış tutanları gördükçe, daha da önem kazanmaktadır.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 3. sayısında yayımlanmıştır.