İktidarların çıkartacakları savaş yaşadığımız sömürü sisteminin varoluşudur. Bu savaş ezilenlerin savaşı olmadığına göre istediğimiz barış da iktidarların sunacağı barış olmayacaktır.
3 Ekim Çarşamba günü iktidarların bölgedeki savaşı genişletme arzusu, Akçakale’de 5 insanın katline sebep olan bombanın yarattığı fırsat ile birlikte kendini daha da net olarak gösterdi.
Tüm dünyanın anagündemine jet hızıyla düşen bu son dakika haberi, öldürülen 5 insandan daha çok TC’nin vermesi muhtemel cevaplara odaklandı. Beklentilerin doğrultusunda verilen cevap “angajman kuralları çerçevesinde misilleme” kılıfıyla birlikte adlandırıldı. Senaryonun ilk sahneleri misilleme olarak sahnelenirken, devam sahneleri gerek NATO’nun gerek Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin gerekse de Meclis’in olağanüstü toplantıya çağrılması oldu.
Küreselleşen kapitalizmin taşeronu olan hükümet, muhalefet partilerinden birinin de desteğiyle birlikte savaş tezkeresini çıkarttı. Örtük veya aleni bir şekilde çok sayıda sınıriçi ve sınırdışı unsurlarla birlikte uluslararası bir savaş yaşanan Suriye üzerinden çıkartılan bu tezkere, aktörlerin (özellikle TC’nin) daha da aktifleşerek açık bir savaşa girme potansiyelini gündeme taşıdı. Bunun yanında savaşta örtük aktörlükten aleniye geçme durumunun taşıdığı gizli tehditler, özellikle TC’nin bölgedeki siyasi iktidarını güçlendirmeye yönelik hamleler.
Örtük aktörlükten alenileşmeye
Kapitalizm, palazlanmak istediği topraklardaki hamlelerini barışçıl bir şekilde uygulamayı tercih etmektedir. Ancak, yaşadığımız topraklarda ve Ortadoğu’da olağanlaştırılmış savaş durumu, birçok önceliğin yerini değiştirebilmektedir. Bu tespitle birlikte, vurgulanması gereken iktidarların kendi aralarında yaratmakta olduğu savaşın bu sömürü düzeninin var oluşundan kaynaklanmasıdır.
TC bundan 2 yıl önce, başta Suriye olmak üzere bir çok Ortadoğu ülkesiyle diplomatik ilişkileri hızlandırmış ve buna paralel olarak ticari ilişkileri geliştirme, ülkeler arası vizeleri kaldırma gibi düzenlemelerle “barışçıl entegrasyon” politikası izlemekteydi. Hatta diplomatik ilişkiler o kadar ilerlemişti ki, Esad yönetimindeki hükümet ile birlikte TC hükümeti ortak bakanlar kurulu toplantısı bile yapmıştı. TC’nin bu örtük aktörlüğünden istediğini alamayan ekonomik ve siyasi iktidarlar, bölgesel aktörleri daha aktif kılarak savaş potansiyeliyle, gerginlik ve çatışma yaratarak hedeflediklerine ulaşmaya çalışıyor.
Tezkerenin Gizli Gündemi
Küresel sömürüye razı olmayanlar bir çok farklı alanda ve bir çok farklı yöntemle kapitalizmin ve devletlerin varoluşunu tehlikeye sokacak hareketler içinde. Bu faaliyetlerin başında karşımıza ilk olarak, halkların özgürlük mücadelesi çıkmakta. Ortadoğu’nun örgütlülüğüyle en hareketli ulusal dinamiği olan Kürt halkı, dört parçaya ayrılmış olan Kürdistan’ın Batısı’nda silahlı mücadeleye başvurmadan halk yönetiminin temellerini atmakla kalmayıp devletsiz alanlarını oluşturmakta. Kuzey Kürdistan’da, karakollarına hükümeti ve ordusuyla saplanıp kalan TC için hemen sınırlarının güneyinde yaşanan oluşmakta olan bu durum kuşkusuz ciddi bir tehlikedir. PYD’nin devrimci tutumuyla birlikte dört parçada yürütülen mücadele, tarz olarak ayrı olsa da bütünlüklü bir atmosferi yakalaması bakımından oldukça önemlidir.
Hükümet, çıkarttığı tezkereyle birlikte askeri potansiyelini Kürdistan’da yoğunlaştırıp savaşı Kürdistan’ın tamamına yaymak; bir yandan özgürlük mücadelesini sıkıştırmak diğer yandan da kontrolü tekeline almak istemektedir. Batı Kürdistan/Rojava’da tampon bölge kurma hazırlıklarında bulunan TSK’nın aynı anda Kuzey Kürdistan’da 15 yeri (Gabar (Küpeli) Dağı, Cudi Dağı, Yazlıca Dağı ve Güneyi, Mehmet Yusuf ve Meydan Dağları, İncebel Dağları, Altın Dağlar, Çağlayan/Pirinçeken, Buzul Dağı, Rejgar/Alandüz Dağı, İkiyaka Dağları, Balkaya Dağı, Karadağ/Gediktepe/Çimendağı, Yazlıca Dağı (Herekol) Kuzeyi, Kurşunlu-Görese Dağı Dicle ve Yassıdağı) yasaklı hale getirip sıkı yönetim ilan etmesi gerçeği olanca çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Hükümetin, sınırlar içerisinde yaşadığı ve Batı Kürdistan’daki gelişmelerle birlikte daha da artacak olan çıkmazlarına, küresel efendilerin ultra teşvikleri de eklenince hiç de şaşırtıcı olmayan sonuç ortaya çıkıyor; yani savaşın alenileştirilmesi.
Savaş Ekonomisi’ne geçiş
Önce bütçe açığını kapatmak için ekmekten doğalgaza, elektrikten ulaşıma yapılan zamlar, sonra da Katma Değer Vergisi’nin oranına haziran ayından itibaren getirilen zamlarda, TC’nin bu alenileşen savaşın bir aktörü olması ekonomiye yansıması olarak görülebilir. Küresel siyasi arenada, bu zamana kadar yaşanan deneyimleri göz önünde tuttuğumuzda, ülkedeki bu ekonomik uygulamalar, ekonomik seferberliğe denk düşmektedir. Bu ekonomik seferberliği, kolayca savaş ekonomisi olarak da adlandırabiliriz. Her savaş halinde, birbiriyle çelişen ifadelere, uygulamalara tanıklık ederiz. Savaş ekonomisinde de hükümetin kendi içinde çelişki gibi duran “ekonomi de frene basmalıyız – gaza basmaya devam etmeliyiz” gibi tartışmaları oldukça olağan karşılamalıyız. Çünkü bildiğimiz üzere adaletsizliğin ve eşitsizliğin varlığından beslenen kapitalizmin, savaşlarında da dengesizlik hali egemendir. Değer olarak dengesizliği elinde tutan kapitalizm, ticaret olmadan savaşın, savaş var olmadan ticaretin olmadığı yaşayışta başka bir değerin geçerli olmasına izin vermez
Meydan Gazetesi ilk sayısında yazmış olduğu “Savaşta Barışta Kapitalizm Öldürür” başlıklı yazıda, şu tespitlerde bulunmuştu;
…Yaşamın krizi olarak da ifade edebileceğimiz böylesi bir döngüde, kriz dönemlerine paralel olarak savaşların çıktığına tanık oluyoruz. İmparatorlukların fetih politikalarından bu yana değişen sistemle birlikte, savaşın değişen araç ve amaçlarını açıklamak güç değil. Yeni pazarlara, kaynaklara ve ucuz iş gücüne duyulan ihtiyaç, “her şeyi tüketmek” üzerine kurulan yasanın evrenselleşme çabası, kârın maksimize edilebildiği yegane alan olan silah sanayiinin istekleri, parçalı olan iktidarların kendi içlerindeki tekelleşme gerilimi vb. “Kapitalizm neden savaş yaratmak zorundadır?” sorusuna cevap olma amacı taşıyan belirlenimler, doğrudan gerçeğin içinden yapılan çıkarımlar sonucunda ortaya çıktı…
Savaşa karşı barış, ama nasıl?
Sömürü düzenin taşeron hükümet ve muhalefetleriyle, şirketleriyle, bölge için yükselttiği savaş şiarı ve bunu destekleyen pratiklerine karşı, söz konusu toprakların gerçek sahipleri olan bölge halklarları “savaşa karşı barış” isteklerini her an haykırıyorlar.
Genişletilmek istenilen savaş ezilenlerin savaşı olmadığına göre, halkların istediği barış da şüphesiz iktidarların tariflediği barış olmayacaktır. Ezilenlerin barışı “nasıl olduğu önemli değil, yeter ki barış olsun” anlamını taşımamaktadır. Aksi taktirde “barışçıl entegrasyonlar”la küresel sömürüye göbekten bağlanmış bir ilişkiler toplamında buluruz kendimizi. Özü itibariyle yaşamın her anında her alanını daima talan etmekle meşgul olan kapitalizmle birlikte “barıştan” söz etmek, en büyük hatalardan olacaktır. Çünkü kapitalizmde anlamlaştırılan “barış”, milyonlarca insanın açlık içinde terbiye edildiği, zamlarla yaşam koşullarının zayıflatıldığı, evlerinin yıkıldığı ve bunun normalleştiği bir durumdur.
Ancak bir ezilen için barış, özgür bir yaşam içerisinde özgür bireylerin kurduğu ilişkiden başka bir anlam taşımaz ve bununla beraber ezilenlerin “barış haykırışı” iktidarlar için her zaman “bozgunculuk çağrısı” olarak tanımlanmıştır.
Tüm bunların neticesinde; devletlerin savaşının, ezilenlere katliamdan başka bir seçenek sunmayacağı açıktır. Savaşa karşı haykırdığımız barış, ezilenlerin barışıdır. Hem bölge çapında yayılmak istenen hem de dünyanın başka bir yerinde çıkmış-çıkacak olan savaşlar, kapitalizmin sonu gelmeden bitmeyecektir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 4. saysında yayımlanmıştır.