Hukuk ve adalet kavramlarının bu kadar iç içe geçtiği bir zamanda, artık birbirlerinin yerine kullanılan bu kavramlar, belki çoğumuzda bu ikisinin aynı olduğunun hissini yaratıyor. İki kavramın birbirlerini ikame edecek şekilde kullanılıyor olması, devletin her saldırısının adaletli olacağı yanılsamasını yaratıyor. Bu yanılsama tabi ki, saldırılarını meşrulaştıran devlet açısından kullanışlı bir durum.
İsmi, adalet sarayı örneğin mahkemelerin. Hakkın gözetildiği, yerine getirildiği yer anlamında kullanılıyor. Sarayın önünde büyükçe bir Themis heykeli; adalet tanrısı Eski Yunan’da. İri puntolu bir yazı hâkimin arkasında, “Adalet mülkün temelidir.”
Oysa hukuk, bireyin toplumda devletle kurduğu ilişkileri ya da bireyin diğer bireylerle devlet üzerinden kurduğu ilişkileri (modern bir devlette, devlet üzerinden kurulmayan bir ilişki olanaksızdır ya) usulüne uyduran bir bilimdir. Bu usul “ortak iyilik”, “ortak menfaat” gibi normlara göre düzenlenir.
Devlet, bireylere yaptırım hakkının meşruiyetini bu normlar aracılığıyla sağlar. Bireyin devlet üzerinden kurduğu her ilişki, bu normlara uydurulur. Uygun olmazsa, yaptırım uygulanır. Bu yaptırımlar, hukukidir. Adaletli değil. Hukuk ve adaletin birbirinden farklı şeyler olduğunun belirginleştiği durumlar, devletin hukuki meşruiyetine dayanıp bireylere tahakküm uyguladığı anlardır. Bu iki kavram arasındaki ayrımın belirginleştiği, 15 sene önce yaşanan bir örnek herkesin aklındadır. Biri 20, diğerleri 17 yaşında dört genç, Gaziantep’te bir gece yarısı baklavacı dükkânına girer. Kasadaki paraya dokunmadan, canları baklava çekti diye bir tepsi baklava alıp kaçarlar. Sonrasında yakalanan gençlerden biri 9, diğerleri 6 yıla mahkum edilir.
Bu kavram karmaşasının kökenini, devletin iktidarını, vatandaşlara keyfi uygulamalarda bulunmaması için hukuki normlara bağlayan “hukuk devleti”nde ve doğal hakların yasal ve evrensel bir nitelikte korunmaya alındığı “evrensel beyanname” ile açıklamak daha doğru olur.
Bireylerin birey olma faaliyetlerini “güvence” altına alarak, tekrar tanımlanmasına olanak veren hukuk devletleri; bu açıdan toplumsal ilişki ağında “adalet” diye nitelenen kavrama da yön verebilme hakkını tekeline almıştır. Bu açıdan adalet kavramı, bireyin özgür olabilme, eşit olabilme, yaşama hakkını kullanabilme haklarıyla bu kurumlarca tekrar tanımlanır. Ancak bireyin vazgeçilemez haklarından biri vardır ki, belki de bu hukukun ve buna dayalı devletin nedeni konumundadır; mülkiyet hakkı.
Kişinin yaşama, özgürlük hakkı kadar önem verilerek güvence altına alınmıştır mülkiyet hakkı. Bireyin bir mülkü sahiplenmesi, bu hukukun dayandığı temel direklerdendir. Locke’tan Montesquieu’ya hukuk-devlet arası ilişki mülkiyetle kurulmuştur. Bu hak, bireyin doğal hakkı olarak tanımlanır. Mülkiyetin varlık kaynağı sorgulanmadan hukukun mülkiyeti güvence altına alması, dönemin sosyo-ekonomik değişimlerinin öznesi olan sınıfıyla tutarlılık göstermektedir Mülk sahibi sınıfların kendi durumlarını garanti altına almasından başka bir şey değildir modern hukuk. Klasik anlamıyla Roma’da nasıl bir işlevi varsa hukukun, aynı ayrıcalıkları belli bir zümreye tanımasıyla varoluş nedenini gerçekleştirmiş olur. Mülk sahibi sınıflar bu hukuk aracılığıyla, diğer sınıfları ikna ederler. Mülkiyet hakkını “herkes”e vererek sözde toplumsal bir hakkı güvene altına alırlar. Yani “işi” hukukuna uydururlar.
Böyle bir hukukun evrenselleştiği bir zamanda, 19. yüzyılda, mülkiyet hakkını sorgulayan Pierre-Joseph Proudhon, hukuk ve adaletin ne kadar ayrı iki kavram olduğunu vurguluyordu. İnsanların büyük bir çoğunluğunun mülkiyet hakkını kullanamayacak olma durumunun yaratacağı adaletsizliği vurguluyordu. Tüm doğal hakların, herkesin aynı anda kullandığında birbirini engellemeyecek olmasının, mülkiyet hakkıyla ortadan kalktığını söylüyordu. Mülkiyet hakkının var olma nedeni, zenginin bu hakkını fakirin mülkiyet dürtüsüne karşı savunmaktı. Mülk sahiplerini güvence altına alan bu akit, devletin de hukuki kaynağıydı. Mülkiyet insanların birbirlerine karşı giriştikleri bir ilişki biçimiydi ve birinin bu hakkı kullanması, diğerinin kullanamamasından kaynaklanıyordu. Kaynağı adaletsizlik olan bir hak benimsenmiş ve hukuki bir norm olmuştu.
Proudhon’un hukuk ve adaletin ayrı olduğunu haykıran sesine, 250 yıl sonra, şimdilerde daha çok kulak vermeliyiz. Devletin kendi hukukuna dayanıp yarattığı adaletsizlikler günden güne artıyor. Zindanlarını adaletsizlikleriyle dolduran devlet, hukukun meşruluğunda öldürüyor ezilenleri. Ve tüm bunlara ses çıkaran herkes, suçlu ilan ediliyor devletin hukuku önünde. Efendilerin “hakları” oluyor güvence altına aldıkları, mülksüzler madenlerde, inşaatlarda, şantiyelerde, tersanelerde ölürken. Anarşist bir yoldaşın 1800’lerde hırsızlık diye ilan ettiği mülkiyet, hukuk ve adalet arasındaki ayrımı belirginleştiren net bir yargı olurken; o günlerden ödünç alınan anarşist gelenek, bu adaletsizliğe karşı Themis’in kılıcı oluyor.