Tanımlanması serbest nesne
Moda sektörü, kapitalizmin bir tüketim toplumu yaratmak için kullandığı en etkili araçlarından biridir. Kapitalizm tüketim çılgını bireyler oluşturabilmek için her yolu dener. Bu amaçla kadın bedeninin seçilmiş olması bir rastlantı değildir. Kadın, geleneksel olarak, patriyarka tarafından erkeğe bağımlı bir cins olarak tanımlanmıştır. Ama kapitalizm bunun da ötesine geçerek kadını ticari bir projeye dönüştürür. Kadının ikincil konumu kapitalizm tarafından derinleştirilir ve yeniden üretilir. Bu proje kapsamında kadın serbestçe tanımlanan bir nesnedir artık. Patriyarkal ve kapitalist düzende kadının toplumsal cinsiyeti erkekler tarafından tanımlanır. Tanımlayanın tanımlanan üzerinde, öznenin nesne üzerindeki iktidarı kurulur. Bu amaçla tarihte erkekler tarafından sayısız düşünce ya da söylem uydurulmuştur. Günümüzdeyse kadınların nasıl davranması ya da görünmesi gerektiğine ilişkin söylemler çeşitlenmiş ve hız kazanmıştır. Modern dönemde “modern kadınlık” söylemleri üretilir ve modern araçlarla yaygınlaştırılır. Bu söylemler, aslında, kadın bedenini ve kadın davranışlarını biçimlendiren bir iktidar tekniğinden başka bir şey değildir. Kapitalizm ve patriyarkanın birlikte sahneye koydukları bu oyun aslında erkek egemen cinsiyet rejiminin bir parçasıdır. Bu oyuna kadınların da katılmasıyla birlikte, iktidar içselleşir. Böylece kadınların irade ve bedenleri büyük ölçüde iktidarın denetimi altına girer. Kadınlar oyuna ge(tiri)lir.
Moda bir tür faşizmdir
Moda sektörü kadının toplumsal cinsiyetini maddi nesneler yoluyla teşhir eder. Kadın bedeni sezonluk defileler, mağazaların ışıltılı vitrinleri, reklam filmleri, afişler, kataloglar ya da medyada sunulan kadın imgeleriyle tek tipleştirilir. Artık modern teknolojinin de yardımıyla kadın bedeni üzerinde her türlü değişimin yapılabildiği bir kil kütlesi halini almıştır. Kadın bedeni yeniden ve yeniden biçimlendirilerek bir arzu nesnesine, bir imaja dönüştürülür. Modanın gençlik, incelik ve erotizm takıntısı kadının gerçek varlığını göz ardı ederek onun erkeklerin gözünde önem kazanmış boyutlarına indirger ve kadının cinsel nesne, eş, ana, ev kadını rollerini de pekiştirir.
Peki, bu iktidar mekanizması nasıl işler? Moda sektörü kadını öncelikle bir imaj olarak sunar ve ürettiği kadın imajlarını medya aracılığıyla yaygınlaştırır. Kadınlar her gün her yerde karşılarına çıkan bu imajlardan etkilenir ve “işte kadın olmak böyle bir şey olmalı” derler. İşte kadınlar böyle düşünmeye başladıkları anda kendilerine rağmen başka bir şeye dönüşmeye de başlamış olurlar. Tüm bu süreci kendi özgür seçimiymiş gibi algılayan kadın iktidarın tuzağına düşer. Sonuçta moda, medya ve reklam sektörü işbirliği içinde, kadınların nasıl besleneceklerinden nasıl konuşacaklarına, nasıl duygulanacaklarından nasıl giyineceklerine kadar her şeyine karar verirler.
Moda sektörü kadının kişiliğini parçalar. Kadınlar, patriyarkadan sonra kendilerine ait olmayan bir dünyada yaşadıkları için kendilerini gözetlemeyi öğrenmişlerdir. Moda sektörü de benzer bir şey yapar; kadınları seyirlik bir nesne yapar, “estetik açıdan” gözetler. Böylece iktidarın en sinsi biçimi olan içselleşmiş otorite daha da güçlenir. Bu süreçte kadının kişiliği, gözetleyen yan (erkeğin bakışı) ve gözetlenen yan (kendisi) olarak ikiye bölünür; kadın kendisine yabancılaşır.
Görüldüğü gibi modanın kadınlarla özdeşleştirilmesi nedensiz değildir. Tek kelimeyle kadınlar modanın saldırısı altındadır. Nitekim moda kadınlara birçok açıdan zarar verir.
Moda kadınları hasta eder
Moda sektörü kadının bedenine zarar verir. Kadınlar kendileri için üretilen imajlara benzemek isterken modanın kurbanı olurlar ve fiziksel olarak acı çekerler. Çünkü kadın giysileri erkek giysilerine göre hareketi kısıtlayıcı niteliktedir. Simone de Beauvoir’ın yıllar öncesinden gördüğü gibi “Kadın gibi giyinmek kadar doğal olmayan bir şey yoktur; hiç kuşkusuz erkek kıyafeti de yapaydır ama daha rahat ve daha sadedir, hareketlerin engellenmesi için değil desteklenmesi için tasarlanmıştır.”
Bir zamanlar giyilen dar korseler, krinolin denilen demir kafesli etekler kadınların vücutlarında deformasyona neden olmuştur. Uzak Doğu’da kadınlar güzellik uğruna yıllar süren işkencelere katlanıyorlardı. Küçük yaşlardan itibaren kız çocuklarının ayakları sarılarak küçük kalıplara konuluyor ve bir süre sonra ayaklar vücudu taşıyamayacak hale geliyordu. Günümüzde durum çok farklı sayılmaz. Neredeyse kadının simgesi haline getirilen topuklu ayakkabılar şişmeden iltihaplanmaya, yürüme güçlüğünden bel ağrılarına kadar çeşitli sağlık sorunlarına; aynı şekilde dar iç çamaşırları normalden fazla terlemeye yol açarak mantar hastalıklarına neden oluyor. Moda sektörü fizyolojik sorunlara yol açarak kadınları sağlığından ediyor.
Moda sektörü kadının bazı ruhsal hastalıklara yakalanmasına da neden olur. Moda sektörü giysiler aracılığıyla bedenleri kontrol eder. Moda giysiler olduğu gibi moda bedenler de vardır. Bu sektörün uydurduğu ve yaygınlaştırdığı ideal kadın bedeni ölçülerine uyum sağlama endişesi taşıyan kadınlar ergenlik döneminden itibaren yüksek risk altındadırlar. Birçok vakada ölümle sonuçlanan yeme bozuklukları ortaya çıkar. Tıbbi adı “anoreksiya nevroza” ve “bulimia nevroza” olan bu hastalıklar kişinin gerçeklikten koptuğu, beden algısının bozulduğu durumları ifade eder. Örneğin bu hastalığa yakalanmış bir kadın bir deri bir kemik kaldığı halde kendisini kilolu bulur. Psikiyatri ise her zaman yaptığını yapar, yani toplumu sorgulamadan bireyi tedavi etmeye çalışır.
Moda “modern” kadınlar üzerinde işler! Modaya karşı direnişin estetik araçları üzerinde ayrıca düşünmemiz gerekir ama ister modern olsun isterse olmasın, tüm kadınlar erkek egemen kültürün tahakkümü altındadır. Kadınlar kendi kimlikleri ya da özgürlükleri için mücadele etmeye en temelden başlamalıdır. Her şeyden önce kendileri adına üretilen kimlikleri toptan reddetmeli ve aslında erkekleri bile faşizan bir biçimde yöneten cinsiyet rejiminin tam karşısında saf tutmalıdır. Emma Goldman’ın deyişiyle “kadının gelişmesi, onun özgürlüğü, onun bağımsızlığı kendinden ve kendisi aracılığı ile olmalıdır. İlk önce, kendisini bir seks metası olarak değil, bir şahsiyet olarak değerlendirmesi ile. İkinci olarak, herhangi birisinin kendi vücudu üzerinde hak iddia etmesini reddederek; kendisini toplumun değer yargılarının ve sınırlamalarının korkusundan özgürleştirerek” işe başlamalıdır.
Esra Yılmaz