Dönem itibarıyla yazılan bildiride “AKP şeriatçılığı gibi yapay gündemlerle kafa karışıklığı oluşturarak, GAP gibi köleleştirme projelerini, yıllarca entrika ve gerilimlerle uğraşmış ve savaşmış bir halkın ezilmişliğinden faydalanarak gerçekleştirmeye çalışmaları, fırsatçılığın göstergesidir. İşte böylesine belirli ve belirsiz saldırılara maruz kalınan dönemlerde, hangisinin daha az zararlı olduğunu düşünmemeliyiz. Savaştan beter bir barış, beterden beter bir savaş arasında kalmışız, ne yapabiliriz?” yazıyordu.
2008’den 2013’e geldik. Ve “bahar” aylarındayız. “Tarihe tanıklık ediyoruz.” denir ya, işte tam da öyle günlerdeyiz. O kadar ağır ve çok yönlü gelişiyor ki her şey. Birçok kesimin yaptığı/yapacağı toplumsal değerlendirmelerde çoğu zaman kırılma noktasını oluşturan Kürdistan ve Türkleştirme Sorunu, Osmanlı’dan günümüz Türkiye’si ve Kürdistan’ında yine ağırlığını koymuş durumda. Bir tarafta ulusalcı devlet formundan neo-liberal forma geçmenin sıkıntısını yaşayan TC devleti ve hükümetinin bölgesel süper güç olma iddiaları diğer tarafta da “var olma” ve yeni paradigmasıyla demokratik konfederalizmi kurmak isteyen Kürt Hareketi ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin kapitalizme entegre olmaksızın kazanılması gerektiğini düşünen devrimciler. Çözüm, barış, çatışmasızlık, ateşkes, çözülme, teslimiyet, onurlu barış, demokratik kurtuluş, özgür yaşam gibi birbirini esasen bir bıçak gibi kesen tanımlamalarla isimlendirilmeye çalışılan “yeni dönem” sancılarına, -adlandırılmasındaki çeşitlilikten anlayacağımız üzere- birçok farklı yorum getirilmekte. Bu “yeni dönem” sürecine ezilenlerin cephesinden gelen yine ezilenlerin cephesine doğru giden bir yorum geliştirmek toplumsal mücadele alanlarını kazanmak ve elde olanı da kaybetmemek için oldukça önemli. Gerek bu yeni dönemin ehemmiyetinden gerekse de Kürdistan bölgesindeki özgürlük hareketinin ortaya koymuş olduğu ekolojik, cins özgürlükçü, devletsiz, katılımcı ekonomi üzerine kurulu toplum paradigmasından dolayı; ezilenlerin her daim toplumsal belleği, vicdanı ve mücadelesi olan anarşizm üzerinden tariflenmesi oldukça önemli. Toplumsal kurtuluşun anarşizmle mümkün olduğuna inanan bir anarşist olarak bu noktada; bireyi yadsımadan topluma içkin örgütlü çabayı ifade eden anarşizme ait değerlendirmelerin (hem sürecin doğru okunması hem de hayati önem taşıyan noktalara vurgu yapması bakımından) yazılmasını bir zorunluluk olarak görmekteyim.
Silahlı Mücadeleden Silahsız Mücadeleye, Çatışmasızlık Üzerine
2013 Newroz’unda Abdullah Öcalan’ın yaptığı açıklamaya müteakiben İmralı’nın yol haritası hayata geçirilmeye başlandı. Bunlardan gerek devlet bekası tarafından istenen çatışmasızlığın gerekse de halkların ortak isteği doğrultusunda onurlu barışın gerçekleştirilmesi için silahların susturulması, haritanın ilk koşulu olarak ele alındı. 2012’nin son çeyreğinde devrimci halk savaşının tırmandırılmasını Şemzinan örneğinde gördük. Ve ortaya çıkan tablo devletin militer yapısı TSK için hiç de iç açıcı olmadı. Gerilla gücünün bölgenin tamamında ortaya koyduğu öz-savunma çizgisindeki direniş karşısında, TSK adeta bataklığa saplanıp kalmış koca bir metal yığınını andırıyordu. Kırda gerilla gücünün verdiği mücadele, şehirlerde ve metropollerde halkın serhildanlarıyla birleştiğinde özgür yaşamın yol haritası çizilmişti aslında. Bu yol haritası, bir yaşamın tutsakça mı süreceği yoksa özgür bir yaşam için mücadeleyle mi yükseleceği sorusuna doğrudan verilen bir cevap olmuştu.
Abdullah Öcalan’ın duyurduğu niyet ve diyet mektubuna hükümet kendince manevralar üretmeye çabaladı. Mevcut hükümetin başbakanı Erdoğan’ın, “gerillanın silahlarını bırakıp sınırı öyle geçmesi gerektiği” yönünde yaptığı vurgu bunun basit örneğidir. Devlet adına yapılan bu açıklama aynı zamanda devletin bütün askeri-politik yenilgilerine rağmen ikiyüzlüce teslimiyet dayatması temelinde bir “barışı” kurguladığını gözler önüne serdi. İnsanlığa inat bir kurum olan devlet, nasıl olur da özgürlük mücadelesiyle kazanılmış onurlu bir barışın parçası olabilir ki zaten? Ancak yine gözden kaçmaması gereken gerçek, TC devletinin, deyim yerindeyse barış dilenecek durumda kalması, askeri ve politik mağlup taraf olarak masaya oturmasıdır. Tabi meselenin iktidarlar arası arenadaki yansıması da tartışma konusu ancak ona sonra değineceğim. İktidarın masaya nasıl oturduğundan ziyade, biz ezilenlerin tarafından bu sürecin nasıl yorumlanması gerektiğidir. Yani daha da önemli olan şey Kürdistan bölgesindeki özgür halkların tüm bu süreci nasıl temellendirdiğidir.
Öncelikle Abdullah Öcalan’ın “devletsiz, ekolojik, cins özgürlükçü, katılımcı ekonomi” perspektifiyle ortaya koymuş olduğu “demokratik modernite” projesinin ne ifade ettiğini anlamak gerekiyor. Hareketin ortaya koymuş olduğu proje, insanlığın inkarı olarak nitelendirilmesi gereken binlerce yıllık devletli formun ve sömürünün ortak adı olan kapitalizmin reddiyesiyle başlamakta. Değişen iktidarların, değişen zulmün figürleri olduğuna kanaat getirilmesiyle birlikte; özgür yaşamın kurulması için iktidarsız alanların ve ilişki biçimlerinin yaratılması öncelikli amaç olarak belirlenmektedir. Toplumun yeniden inşası anlamına gelen bu proje amaçlarını ekonomik hayattan sosyal yaşantıya, kadının konumundan, ahlaki-politik duruşa kadar indirmek istemektedir. İstenilen toplumsal yapıya ulaşmanın yapısal araçları belediyeler ve komünler olarak belirlenmiştir. Kürdistan’ın özelinde tüm Ortadoğu için geliştirilen bu programın yansımasını Batı Kürdistan’da görebiliyoruz. Rojava’da Qamişlo, Kobani, Serekaniye’de Mala Gel’ler (halk evleri) ve belediyeler üzerinden deneyimlenen süreç bu konuda aynı zamanda bir teminat durumunda.
Paris Komünü’nden Birinci Enternasyonal’a, Kronstadt’tan İberya’dan günümüzde Chiapas’a kadar ortaya konulan ortak iddia (devrimin anın içinde, büyük kırılmalar beklemeksizin, gündelik deneyimin yıkıcı pratiklerinin üzerinden gerçekleşeceği) bugün Kürdistan’da da dillendirilmektedir. Kaldı ki 2011 senesi içerisinde Amed’de yapılan Mezopotamya Sosyal Forumu’nda da devrimci anarşistlerin “Yaşamın Yeniden Yapılandırılması” başlıklı sunumunda yukarıdaki deneyimler derinlemesine incelenerek, Kürdistan bölgesinin yerel özellikleriyle karşılaştırılarak tartışılmış ve demokratik modernite çerçevesinde açığa çıkan kavramlardan belediyeciliğe hiç deyinilmezken kooperatifçilik baskın bir şekilde belirginleştirilmişti. Yapılan sunumda devrimci anarşistler bir başka tespit farklılığı koyarak, özgür yaşamın çatışmasızlık veya bir barış sürecinin yanı sıra savaş süreci boyunca da oluşturulmasının mümkün olabileceğini Chiapas’tan örneklerle tartışmışlardı.
Şüphesiz bu yaşamsal iddianın karşısında büyük engeller bulunduğunu da kimse inkar edemez tabi. Doğaya içkin olan yaşam kavramına en büyük engel akla ilk geleceği gibi “ölüm”dür. Yıllardır politik bir talep olarak onurlu barışın ve bununla beraber özgür yaşamın karşısında inkârın, imhanın yani ölümün adı olan savaş gerçekliği yatmaktadır.
Yani, Kürdistan bölgesel özgürlük hareketinin kurmak istediği özgür yaşam, parmakların sürekli tetikte kaldığı tedirginliğin engeline takılmaktadır. Savaşın da doğaya içkin olduğunu unutmadan hareket eden gerilla nezdindeki hareket, özgür yaşama giden yolda silahın yetersizliğini bilmektedir.
Hareketin, öz-savunma temeli üzerinden yükselen bir direniş olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Bu öz-savunma genellikle salt askeri bir hareket olarak değerlendirildi. Ancak, öz-savunma, başından itibaren yaşamın hem askeri hem politik hem ekonomik hem de sosyal olarak topyekün savunulması anlamına geliyordu.
Silahların bırakılması olarak isimlendirilen çatışmasızlık döneminin, sosyo-ekonomik bir başlangıç olduğu kanaatindeyim. Yani; “Hareket, çatışmasızlık dönemini parlamento temelli düz-ova siyasetine geçiş için değil, kapitalizm karşıtı ve devletsiz bir siyasetin yaşamsallaşması olarak değerlendiriyor.” demek sanırım yanlış olmayacaktır.
Aslında ortaya konulan paradigmanın bütün ilkeleri anarşizm içerisinde tartışılan konulardır. Kapitalizm karşıtı ve devletsiz, cins özgürlükçü ve ekolojik yaşam doğrudan anarşistlerin savunularını oluştururken katılımcı ekonomi olarak belirlenen ekonomik yöntem de özellikle 2008 krizi sonrasında dünya anarşistlerinin tartıştığı temel ekonomik modeller içerisinde yer alıyor.(Meydan Gazetesi, anarşistler tarafından dünya çapında gerçekleştirilen bu tartışmaları bir dizi olarak yayınlamaya başladı.)
Üzerinde durulan ve çokça tartışmanın yaşandığı diğer bir konu ise;
Halkların Kurucu Unsur Olması ve İslam Kardeşliği Üzerine
Öncelikle belirtmek gerekir ki, TC devleti kurucu unsura haiz bir teşkilatlanma yapısına sahip değildir. Çünkü kurucu unsur yeni olana aittir. Ancak TC devleti, yeni bir devlet değil Osmanlı’ya yarı askeri yarı politik bir grup tarafından yapılan darbe sonucu ülkenin rejim değiştirmiş halidir. TC devleti Osmanlı’nın devamıdır. Dolayısıyla kurucu bir unsurdan bahsetmek resmi tarihin söylediğine denk düşmektedir.
Bunun dışında kurucu unsur demek devleti dizayn eden demektir. Halbuki Anadolu ve Kürdistan halkları dizayn eden değil dizayn edilen tarafta yer almaktadır. Halkın devletle tanışıklığı devletin tahsildarları ve bombalarıyla olmuştur. Devletin kurulabilmesi için Çanakkale’de Türk ve Kürt, yani halklar beraber katlettirilmiştir.
Ancak 30 yıldır içinde bulunulan savaşla birlikte, Kürdistan bölgesindeki Özgürlük Hareketi’nin politik gözlem ve kabiliyetini oldukça geliştirdiği ise bir gerçek. Kurucu unsur ve İslam kardeşi olan Türk-Kürt belirlenmesi bir taraftan Osmanlı geleneğinin yansıması gibi gözükse de diğer taraftansa yine bir halk özgürlük mücadelesi olan Güney Amerika’daki başta Zapatistler ve EZLN olmak üzere, halk mücadelelerini getirmekte. Demokratik Modernite içerisinde demokratik ulusun yaratılması hususunda ortak aidiyetler oldukça önemlidir. EZLN örneğine bakacak olursak Meksika Ulusal Bayrağı’yla birlikte kullanılan Zapatist bayrağı ve toplumun örgütlenmesinde önemli roller üstlenen ve başarıyla yerine getiren halkın papazları halk mücadeleleri arasındaki etkileşime çok iyi birer örnek oluşturuyor. İsmail Beşikçi’nin bu konu üzerinden dile getirdiği endişelerini önemsemekle birlikte, politik gözlemin ve kabiliyetin önemine de vurgu yapmanın gerekli olduğunun kanısındayım.
En az bu tartışmalar kadar sıcak bir diğer konu da küresel kapitalizm arenasına yapılan atıflar üzerinden gerçekleşiyor.
Sürecin tüm bu olanca hızının yanında İsrail’in Mavi Marmara saldırısı için Türkiye’den dilediği özür oldukça dikkat çekti. Kürt Hareketin’in de önemsediği insanlardan olan Noam Chomsky, bu özür dilemeyi, gerçekleşen yeni dönemle birlikte “İran’a olası müdahalenin hazırlıkları” olarak değerlendirmede bulundu. Türkiye’nin “barış dilenmesinin” arka planında Kürdistan bölgesindeki özgürlük hareketinin askeri etkisinin dışında, bir İsrail-İran savaşında taraf olacak Türkiye’nin bir yandan da Kürt Hareketi ile savaşmak istememesinin de yattığını söylemek bence tamamen reddedilecek bir önerme değil. Ama, barışı sadece bu değerlendirmenin doğurduğunu savunmak da Doğu Perinçekçi ve Yalçın Küçükçü komplo teorilerine kanmaya benzer, yani ancak gülünüp geçilecek bir yorum olur.
Sözümün özcesi;
Doğru gözlem, doğru eleştiri ve yorumu, dolayısıyla bunlar da özgür yaşamı gerçekleştirme gücü verecektir. Yazının başında da belirttiğim gibi toplumsal kurtuluşun anarşizmle mümkün olduğuna inanan bir birey olarak dayatılmak istenen teslimiyetçi barışa karşılık, ezilen halkların istediği onurlu barışı savunmanın özgür yaşamın yaratılmasında bir başlangıç olacağına inanıyorum. Özgür yaşam dünde yahut yarında değil, bugünde saklı.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.