Kadın toplumda ne olarak görülüyor ya da görülmek isteniyorsa, filmlerdeki karakterlerde de o rollere büründürülerek sunuluyor.
Başlangıcından bugüne özellikle Yeşilçam’da üretilen filmlerde kadının ve erkeğin konumları o kadar itinayla verilmiştir ki, bu filmleri birer toplum mühendisliği projeleri olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bu filmlere baktığımızda, toplumdaki cinsiyetçi baskın kültürün, hikayeler ve oyuncuları farklı da olsa hep aynı anlayışla izleyiciye aktarıldığını görebiliriz. Kadın toplumda ne olarak görülüyor ya da görülmek isteniyorsa, filmlerdeki karakterler de izleyiciye sanki(!) kameranın değil de erkeğin gözünden ulaştırılıyor.
Toplumda var olagelen ataerkil yapının devamlılığı da bir bakıma bu filmlere borçlu. Bir zamanlar hemen her semtte olan sinema salonlarına doluşan özellikle kadınlara, evlerine döndüklerinde kocalarına ya da babalarına nasıl davranmaları gerektiğini bu filmler, bazen güldürerek bazen da ağlatarak hep hatırlatmıştır. Dolayısıyla, bazı istisnaları olsa da, kadının toplumda erkekten sonra gelen konumu filmlerde de aynen sürdürülegelmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yalnızca kadınların değil bütün bir toplumun Kemalist devlet yöneticilerinin arzuladığı biçimlere dönüşmesini sağlamak üzere de sık sık sanattan faydalanıldı. Halide Edip daha 1923’te yazdığı Vurun Kahpeye romanı ile idealist bir öğretmen ile toplumun çekişmesini anlatır. Vurun Kahpeye, daha sonra tam üç farklı zamanda, üç farklı yönetmen tarafından sinemaya aktarıldı ve bu öğretmen üzerinden vatansever kadın tiplemesi oluşturularak Kuvayi Miliye ruhu izleyiciye zerk edildi. Bir iftiraya uğrayan öğretmenin filmin sonunda linç edilmesi izleyicinin “milli” duygularını körüklemesine yönelik bir provokasyon olarak da pekala değerlendirilebilir.
Filmlerde kadının en belirgin karakteri annelik olgusu olarak öne çıkar. Çocuklarının bakımı büyütülmesi olduğu kadar evin de çekip çevireni olarak sunulan kadın, sıklıkla ev kadınlığı, evinin kadınlığı kimliğiyle özdeşleşir. Elbette bir eş olma durumu da en sık göze çarpan kimliğidir kadının. Ama yalnızca bir eş olmak yetmez, iyi bir eş de olmalıdır kadın. Özellikle kadının namusu ailenin ve içerisinde bulunulan toplumun da namusu anlamını taşıdığından, bir kadının evlenmeden birisiyle birlikte olması, anne babasının istemediği birisiyle evlenmesi namusun temizlenmesini gerektiren durumlar yaratır. Öyle ki kadının evlenip çocuk doğuramaması bile boşanmasına gerekçe olabilmekte, boşanmış bir kadın olarak da namus ölçütlerinden yoksun olarak değerlendirilip türlü taciz ve tecavüzlere maruz kalabilmektedir.
Köy filmlerinde bu annelik ya da eşlik durumuna ek olarak bağda, bahçede, tarlada çalışma da eklenmektedir. Şehirdeki kadının artık köydekine benzer bir yaşantısı olmamasına karşın, filmlerde ele alınışları bakımından gene erkeğe bağımlı, erkeği sayesinde yaşamını sürdürebilen bir konumda resmedilir. Ekonomik özgürlük kazanma peşinde olarak bir fabrikada bir işyerinde çalışmaya başlayan kadına, bu kez ustabaşının, patronun ilgili gözleri eşlik etmektedir. Daha iyi koşullarda çalışabilmesinin ustabaşına patronuna bağlı olduğu vurgusu özellikle yapılır. Oysa kadın evinde çocuklarıyla ilgilense, ev temizliği, yemek yapma, ütü ve çamaşır gibi ev işleriyle uğraşıp akşama da kocasını beklese bu sıkıntıları yaşamayacaktır!
Erkek ise iş çıkışı arkadaşlarıyla çeşitli eğlence mekanlarına gidebilir, orada konsomatrislerle ya da hayat kadınlarıyla tanışabilir, hatta onlara aşık da olabilir. Burada erkek, kadını “içine düştüğü kötü hayattan kurtarma” rolünü yerine getirir. Tanıştığı kadına namuslu bir yaşamı önerirken izleyiciye onun ailesinin ya da kocasının sözünü dinlemediği, karşı çıktığı için bu yola düştüğü bilgisi aktarılır.
Çoğunlukla filmlerde geçen mekanlar aile ve ev olarak mevcut yapının meşrulaştırılması sağlanırken, filmlerde verilen bu iyi kadın-kötü kadın tiplemelerinin iyice sabitlenmesiyle mesajın verilmesinin daha kolay olması sağlanır. Böylece gittikçe daha da klişeleşen bu tiplere ait herhangi bir işarete rastladığımızda onun iyi mi kötü mü olduğunu “anlayabiliyoruz”!
Bu klişeleri bazen oyuncular da yaratabiliyor. Öpüşmem diyen Türkan Şoray aslında kendi kanunları gibi dillendirse de toplumda bir kadından beklenen normları içeren kuralları benimseyerek hem onların yaygınlaşmasına ön ayak olmuş, hem de bu özelliklerinden dolayı yarattığı “sevilecek bir kadın” tipi ile izleyicinin en çok etkilendiği oyuncuların başında gelmiştir.
Baş kadın karakterleri hep iyilik meleği olarak sunan filmler, bunu sağlarken yan rollerdeki kadınları daha da kötü gösterme yolunu seçmişlerdir. Çevresindeki kötü kadınlara da galip gelmeye çalışan ve bunu başaran kadın, izleyici gözünde daha da kahramanlaşmakta, kendisini onunla özdeşleştirmesi daha da kolay olmaktadır. Böylece bir taşla iki kuş misali, hem bir kadının nasıl olmaması hem de nasıl olması gerektiği örneklendirilerek modellenmekte, bir ilizyonun içerisine sokulan izleyicinin de bunu sorgulamadan kabullenmesi sağlanmaktadır.
Bir istisna örneği saymak gerekirse, Kibar Feyzo filminin arka planında “Hem Töresi, Hem Ağası, Kahrolsun Başlık Parası” yazılaması yapan EKK (Evde Kalmış Kızlar), aslında o dönem için, hatta günümüz için de ileri sayılabilecek bir söylemi dillendiriyor olması bakımından oldukça önemlidir.
Kadınların bir kısmı da kendilerini koruyacak bir erkek olmadığı için kötü yolda olan kadınlar olarak işlenir.
Ama ister köyde yaşasın, ister şehirde, ister iyi olsun ister de kötü, her kadının fedakar olması gibi bir rolü de vardır. Zengin kadın fakir oğlan öykülerinde kadın yeni yoksul yaşamına ayak uydurabilme fedakarlığını, tersinde ise düzgün konuşma dersleri alarak artık yeni hayatına uyum gösterme konusunda daha çok çaba harcamalıdır. “Kirlenen namus” söz konusu olduğunda kadın ya eşinden boşanarak, ya ailenin bir başka büyüğüyle evlenerek, ya da kendisini öldürerek bu fedakarlığını göstermelidir.
Bu fedakarlık o kadar üst boyutlara çıkabilmektedir ki, Fatmagül’ün Suçu Ne filminde biraz daha farklı işlense de, kadın kendisine tecavüz eden bir erkekle evlenmeyi ve ömrünü onunla sürdürmeyi “isteyebilmektedir”. Yani çoğu durumda kadın, bu tecavüz olayını sorgulamadığı, onun travmasını yaşamadığı gibi erkeğe hak da verir.
Toplumdaki tecavüz olayları ile filmler arasında bir tür bağlantı kurulabilir mi bilinmez ama Müjde Ar’ın “her filmimde öpüşme var, sevişme var, 80 filmin 60’ında ırzıma geçildi” gibi bir açıklama yapması düşündürücüdür.
Yakın geçmişe bakarsak Pippa Bacca’ya tecavüz edip sonra da öldüren kişinin öncelikle medyadan ve ardından da televizyonda ve sinemada gördüklerinden etkilenmemiş olması düşünülemez.
Filmlerde kendi yaşamına son veren kadınlarla ilgili bir sayı hesaplanmış mıdır, bilinmez ama çok sık rastlandığını söyleyebiliriz. Filmlerde bundan da daha çok rastladığımız şey ise kadının kimi zaman bir tokatla, kimi zaman yumrukla, ama mutlaka bir şiddet gördüğü üzerinedir. Kadınlar her ne kadar nazik ve kırılgan olarak gösterilse de yeri geldiğinde kırması da bilinmektedir!
Bu şiddetten kurtulmanın yolu ya kocanın (ve toplumun) istediği bir kadın olmayı sürdürmen ya da erkekleşmendir! İlginç olarak gerçekten de Fosforlu Cevriye ya da Şöför Nebahat gibi filmlerdeki kadınlar erkeklere de posta koyan, onlar gibi konuşan, onlar gibi giyinen tiplemelerdir. Güçlü olmaları tamamen “erkek gibi” olmalarına bağlıdır. Cinsellikleri de çok belirgin olarak işlenmeyen bu karakterler, günün birinde kendilerinden daha güçlü bir erkeğe aşık olunca, tekrar “hanım” rollerine dönüşüverirler ve ataerkil düzenin bozulmasını önlerler!
Filmlerin konularının zaman zaman gerçek yaşamdan alınıyor olsa da perdede görünen kadın tiplemesi gene o dar çerçeveye sıkışıp kalmaktan kurtulamıyor. Kocasına deliler gibi aşık bir kadının kan davası yüzünden kocasının peşine düşenleri öldürüp hapse giren bir kadının anlatıldığı Mahpus filmi de buna örnek sayılabilir. Kadının bu fedakarlığına rağmen kocası tarafından ihanete uğraması kadına en ufak bir yaşam hakkının tanınmaz. Bu gerçek öyküyü ilk olarak yazan gazeteci Halit Çapın, bu kadının hapisten çıkarken yatağını almadığını, gardiyanın bunun nedenini sorması üzerine de “kalsın, yine geleceğim” demesiyle bitirir yazısını.
Vasıf Öngören’in bir oyunu olan Sultan Gelin’de, başlık parası için satılan Sultan, hasta olan damat gerdek gecesi ölünce 5 yaşındaki kardeşi ile evlendirilir. Ancak, o da büyüyüp başkasına sevdalanır ve Sultan’ın kucağına yeni doğan bebeği verirler. Sultan kaderine razı olur. Bu öykü filme uyarlanırken yönetmen Halit Refiğ bu yazgıyı değiştirmeyi istemiş, “alıp başını gitsin, çalışsın” diye düşünmüşse de kadının iş yaşamına atılmasının da çözüm olmadığı çok açıktır.
Genellikle kadınlar bazı belli mesleklerde gösterilmişlerse de, bu kadınların da aile yapıları sıkıntılı olarak gösterilir hep. Yani aslında en iyisi kadının yeri evi ve çocuklarıdır.
Kadın, Bodrum Hakim’inde olduğu gibi zaman zaman saygın mesleklere de erişse de, toplumda yerleşik olan erkek bakışından kurtulamaz, kalbinin değil mesleğinin sesini dinler ve nihayetinde kendini asar.
Fabrikada çalışan yoksul kadın tiplerine yer verilse de oradaki kadınların amacı zengin bir koca bularak bu hayattan kurtulmaktır.
Bir Yudum Sevgi filminde ise, bu durum kırılmaya çalışılmış, öykü tamamen fabrikada çalışan bir işçi kadın üzerinden verilmiştir. Eşiyle sorunlu olan Aygül, kendisinin de çalıştığı fabrikada işe soktuğu ve başlarda ağabey dediği Cemal ile bir yakınlaşma yaşar. İkisi de işçi ve evli iki kişi arasındaki bu ilişki günümüzde bile topluma “rahatsızlık vericidir.”
Düş Gezginleri filmi iki kadın arasındaki eşcinsel ilişkiyi konu etmesi bakımından kadının sinemadaki rolüne farklı bir bakış getirmeyi denemiş olsa da, bu iki kadın karakter arasında birini daha erkek, diğerini de daha kadın göstererek aslında var olan toplumsal cinsiyet rollerinin ötesine çıkmayı beceremez.
Sinemada kadın oyuncuların star olmasına ve güçlü görünmelerine karşın, oynadıkları rollerde kendileri kadar “güçlü” kadın tiplemelerine yer vermediklerini, erkeğine uyan, ona itaat eden, fedakar bir tiplemenin ötesine geçemedikleri, bunun tartışmasını da yapamadıklarını söyleyebiliriz.
Son yıllarda giderek sayıları daha da artan kadın yönetmenlerin filmlerine baktığımızda kadına bakışın hala sıkıntılı olduğunu söylemek mümkün. Aile içinde ensest bir ilişkinin konu edildiği İlksen Başarır’ın yönettiği Atlıkarınca filmi, bu konuyu ele alışıyla fark edilse de yine de annenin tüm olan biteni nasıl olup anlamadığı ve çocuklarını korumadığı gibi bir eleştiriye de muhatap oldu izleyici tarafından. Evinin kadını olsaydı bunlar olmayacaktı!
Bir reklamda geçen “Benim annem hem doktor hem aşçı hem mühendis” diye devam eden nitelemeler aslında kadının ne şekilde görüldüğünün geniş bir özetidir aslında.
Günümüzde sinema salonları azalmış, sinemaya giden izleyici neredeyse kalmamış haldeyken kadına rol verme işlevi televizyona kalmış durumdadır. Televizyon dizilerinin çoğunlukla eski filmlere benziyor yapısı ve birbirlerinin kopyaları gibi olmaları izleyici toplasa da etkileyici olmaktan uzaktır. İşte tam da bu anda, Müge Anlı örneğindeki gibi realite programları ve İzdivaç, Benimle Evlenir Misin gibi evlendirme programları kadının nasıl olması gerektiğine dair birinci ağızlardan telkinlerde hatta uyarılarda bulunarak bu rolü sürdürmektedir.