Thomas Cook 1841’de yaşadığı şehir Leicester’a 20 km uzaklıktaki bir festivale 571 kişilik bir kafileyi taşıyarak, tarihte bilinen ilk turistik hareketi gerçekleştirmiştir. Bu hareketin ardından bu işin çok karlı olduğunu fark eden Cook, mesleği marangozluğu bırakıp bir taşımacılık şirketi kurmuştur. Bu Şirket yani Thomas Cook, şimdi dünyanın en büyük tur operatörü haline gelmiştir.
1841’den günümüze kadar bir çok şey değişmiş, iki dünya savaşı, onlarca devrim, ölüm yıkım ve zafer yaşanmış, teknoloji inanılmayacak boyutlara erişmiş; Türkiye – Amerika arası aylarla, haftalarla ölçülürken, saatlerle hesaplanmaya başlanmış, tabii bu arada da, turizm boş durmamış Leicester’dan kalkan tren, özellikle dünyanın en ücra en yoksul köşelerine kadar ulaşıp oraları “turizm cenneti” haline getirmiş, önceleri bir zengin uğraşı ya da “divane” işi diye bilinen seyahati adına “tatil” diyerek hayatımıza sokmuştur.
Öldüresiye Çalıştıranlar, Ölümüne Dinlenmek İsterler..!
Bütün bir senesini belki de ömrünü bir bilgisayar karşısında, bir torna tezgahının başında ya da bir ütü masanın önünde geçiren… Sabah 6’da bir otobüste tıkış tıkış, fabrikada ustabaşının önünde eciş büçüş, kocanın gölgesi altında paramparça, yüzlerce ders notunun arasında karmakarışık olan; bir haftalığına da olsa bütün bunlardan “kaçmak”. Başka bir “hayat” yaşamak istemez mi?
Tabi ki ister, bu yüzden çekebiliyorsa eğer maaşının iki katı kadar kredi çekip, bütün bir yıl yapmadığı yapamadığı her şeyi yapmak için yola koyulur. Gün görmemiş solgun bedeni esmerleşinceye kadar havuz kenarında uzanmak, sadece hafta sonları yapabildiği cumartesi çılgınlıklarını bütün bir haftaya yayarak, sonsuz tane bira içebilmek, otelin denize nazır geniş verandasında kitap okumak. Aylar boyunca tıpkı onun gibi, müşterilerinin etrafında fır dönen kibar çalışanların onun da tüm zevklerini yerine getirmek için kendini paralamasını seyredip, bir kral kraliçe tatmini yaşamak ister.
Ey Yoksullar, “Rüya Gibi Bir Tatil”i Ancak Rüyanızda Görürsünüz!
Aslında kaçılan şey kapitalizmin ta kendisidir. Fakat kaçış, illetin başka bir duvarına çarpıp geri döner. Turizm nihayetinde bir endüstridir ve tüm endüstriler de olduğu gibi çemberine aldığı herkesin tüketmesini, dolayısıyla turistik eyleme dahil olan herkesin tükenişini işaret eder. Sektör tabi ki karla işler; aylık 1000 lira kazananla, 6.000 lira kazanan aynı yerde tatil yapmaz, yapamaz. Bu kapitalizmin ruhuna aykırıdır!
İstanbul’dan Ankara’dan üçüncü sınıf otobüslerle, sektörün “bacasız” bir şekilde sanayileştirdiği, merkezden çevreye bir talan çiçeği gibi genişleyen sahil kasabalarına gidenler; turkuaz deniz boyunca uzanan sık ormanları ve kasabanın kahvesinde oturan sıcakkanlı güneyli insanları görmek yerine, şehirden tanıdık bir manzarayla karşılaşırlar: Deniz kenarına kurulmuş beton bloklar yığını; şehirdeki alışveriş merkezlerinin, güneydeki kuzenleri olan tüketim mabetleri: Yani devasa tatil köyleri ve otellerle…
Turizmde çalışanların, her şey dahil sistemini uygulayan ucuz oteller için kullandığı bir deyim vardır “Her şey dahil; ama bulursan!” Ama bunu genellikle bu tatili satan seyahat acentelerinde pek dillendirmezler. Onlar dilediğiniz gibi tüketebileceğiniz, senenin bütün stresini atarak, yeni seneye dinlenmiş ve dinçleşmiş olarak tekrar başlayabileceğinizi ima ederek güç bela denkleştirdiğiniz tatil parasına konma peşindedirler. Tıpkı kapitalizmin çok çalışırsan zengin olursun, biat edersen sorunsuz yaşarsın yalanını söyleyerek tüm yaşamımıza konduğu gibi.
O yüzden, o kasabaya girenler kendi otellerini göremeyeceklerdir. Çünkü onların kalacağı yer, aylık 6.000 kazananların kaldıkları yerin gölgesinde kalmıştır. Çalışanlar bitkindir. Odalardaki örümcek ağları, otelle yaşıttır. Yüzme havuzu küçüktür. Hem de o kadar küçüktür ki içindeki bakteriler, insanları “bu havuz bize dar, ya sen ya ben..” diyerek tehdit ederler. Tuvalet sırası, Çin Seddi’ni kıskandıracak kadar uzundur. Biralar sulu, meyve suları imitasyondur. Açık büfelerin başında bekleyen çalışanlar, zalimdir ve çıkan köfte sayılıdır. İkinci köfteyi almaya kalkanlar, çalışanlar tarafından azarlanmak suretiyle savuşturulurlar.
Senaryo genelde böyle işler. Yoksulların kapitalizmin içerisinde ki kaçış arayışları hemen hemen her zaman bir duvara çapar ve geri döner. Peki, o zaman insanlar neden ısrarla tatile çıkmak isterler ya da bu saçmalıklardan keyif aldıklarını iddia ederler? Çünkü nihayetinde bir şezlong bulup, denizde güneşlenebiliyor, imitasyonda olsa o meyve suyundan içip, bir tane de olsa o köfteden yiyyebiliyor ya da Parasailing yapamasa da, onu yapan zengin adam ve sevgilisini izleyerek, izleyici konumunda olsa dahi bu gösterinin bir parçası olabiliyor. Ve sonunda her şey bitip de evine ve işine döndüğünde şunu görüyor: Bir eşitlik; hayatı boyunca belki de hiç bir şeyinin eşit olmadığı patronu, ev sahibi ya da müdürüyle aynı şeyi yaşamanın tatmini. Çünkü güneş karşısında aynı şekilde yanan bedenler esmerlik düzeyinde olsa bile bir an için ezenle ezileni eşitleyebiliyor!
Kaçacak Bir Kumsal mı Arıyorsun?
Birde tatile gitmeyenler/gidemeyenler vardır: Akşamüstü, mahallenin kuytu serin bir köşesinde buluşan amcalar, kapı önlerinde toplaşan kadınlar, üzerinde “bu havuzda yüzmek yasaktır” tabelası asılı olan belediye havuzunda yüzen çocuklar… Küçüklüğünde bu manzarayı hatırlayan ya da hala “mahalle” kalabilen yerlerde bunları görenler, mahallecek toplanılıp gidilen pikniklerde yaşanan paylaşma ve dayanışmanın tadını yaşadıkları hiç bir tatilde alabilmişler midir acaba?
Ha; illaki deniz, kumsal diye tutturanlar varsa da… Onlara, kaldırım taşlarının altını işaret etmek lazım. Değil mi ki, Devletin Ankara’ya getiremediği denizi, direnişçiler Ankara’ya getirip, bu şehirde deniz gözlüğüyle dolaşmışlardır.
Asıl Kumsal Kaldırım Taşlarının altındakilerdir!
Haydi tatile!
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 11. sayısında yayımlanmıştır.