“Her Yer Taksim Her Yer Direniş” sloganında cisimleşen ve isyan ruhunu, her tarafa yaymayı amaçlayan anlayış; bu sloganın atıldığı ilk andan itibaren, hareketi Gezi Parkı’nın dışına çoktan taşırmıştı.
27 Mayıs günü, Taksim Gezi Parkı’nın yıkılıp, yerine AVM ve rezidans yapılacağının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından duyurulması üzerine, bir grup direnişçi, parkı terk etmeme eylemine başlamıştı. O günün gecesi ve takip eden gecelerde, belediyeye ait iş makineleri, çevik kuvvetin biber gazlı, TOMA’lı desteğiyle parka ve direnişçilere müdahalelerde bulundu. BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in ilk günlerde, park duvarını yıkacak ve ağaçları kesecek iş makinasını engellemesiyle yıkım kısmi olarak durduruldu. Ancak 31 Mayıs günü sabaha karşı 05:00 sıralarında, direnişçilerin çadırlarının yakılmasıyla başlayan sert polis müdahalesi, karşısında dalga dalga büyüyecek bir direniş ve isyan hareketi başlattı.
31 Mayıs Cuma günü direnişçilerin parktan çıkartılmasıyla, park çevresinde ve İstiklal Caddesi’nin ara sokaklarında gün boyu süren küçük çaplı çatışmalar, akşam saat 19:00 sularında başka şehirlere yayılacak bir isyan hareketine dönüştü. Saatler ilerledikçe kolluk kuvvetlerinin direnişi kıramaması ve şiddetini arttırması, destek için Taksim’e gelenlerin sayısının katlanarak artmasını sağladı. Devletin, bu desteği engellemek için toplu ulaşım seferlerini iptal etmesi de çare olmadı ve 1 Haziran Cumartesi günü sabah saat 05:00’te Anadolu yakasından binlerce kişi Boğaziçi Köprüsü’nden yürüyerek Taksim’e ulaştı.
Bu, 15-16 Haziran 1970 İşçi Direnişi’nden bu yana görülen en büyük “uzun yürüyüş”tü. Cumartesi günü boyunca kırılamayan direniş sonucu, saat 17:00 sıralarında yüzbinlerce kişi, devletin kolluk kuvvetlerini Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’ndan püskürttü. 1 Haziran tarihinden itibaren yaklaşık 10 gün boyunca Taksim Meydanı, Gezi Parkı ve çevresi polisten, dolayısıyla devletten arındırıldı. Bu durum, yaşadığımız toprakların mücadele tarihinde bir ilkti.
Peki hükümetin, dolayısıyla devletin ve güdümündeki ana akım medyanın “çevreci duyarlılık” olarak küçümsemeye çalıştığı ve jargonuna “Gezi Parkı Olayları” şeklinde yerleştirdiği isyan süreci, arka planında hangi sebepleri barındırıyordu?
Devlet, bu süreci “Gezi Parkı Olayları” vurgusuyla dillendirerek, aslında bu isyanın bizzat kendisine yöneldiğini görmek istememektedir denilebilir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, eylemler sürdüğü sırada kendisiyle görüşen Taksim Dayanışması heyetinden, DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu’nun “meselenin sosyolojik arka planı olduğunu” ifade etmesinin ardından, sinirlenerek üzerine yürümesinin ardında, bu gerçeklik yatmaktadır.
31 Mayıs İsyanı, birbirinden farklı sınıfsal, etnik, inanç grupları ve toplumun çeşitli ezilen katmanlarını eylemde bir araya getirdi.
Sünni İslam Merkezli Yaklaşıma Öfke
29 Mayıs tarihinde temeli atılan 3.Boğaz köprüsüne, hükümdarlığı döneminde gerçekleştirdiği Alevi katliamlarıyla bilinen, Yavuz Sultan Selim’in isminin verileceği haberi, bahsettiğimiz toplumsal katmanlardan Alevilerde bir öfke patlamasına neden oldu. Devletin, Alevilere yönelik, geleneksel Sünni İslam merkezli yaklaşımı, bu öfkenin asıl kırılma noktasını oluşturuyordu.
Kadın Bedenine Müdahaleye Öfke
Devletin kadınlara yaklaşımı ve kadın politikalarının bir sonucu olarak, bu isyanın dinamiklerinden birinin de kadınlar olduğunu söyleyebiliriz. Günden güne artmakta olan kadın cinayetleri, 2012 Haziranı’nda ortaya atılan “Kürtaj Cinayettir!” yaklaşımı, dolayısıyla kürtajın yasaklanmak istenmesi ve bizzat Başbakan’ın kendisince sık sık dile getirilen “en az 3 çocuk” söylemi, kadınların aktif olarak bu isyan sürecine katılmasını sağladı.
Sınavlarla Yaratılan Rekabete ve Adaletsizliğe Öfke
2011 YGS’de patlak veren “şifre skandalı” o dönem liseli gençlerin “İsyandayız” diyerek tepki verdikleri sokak eylemlerine neden olmuştu. Hali hazırdaki adaletsiz sınavlarla, kapitalizme kalifiye köleler yetiştiren üniversite sistemi, adaletsizliklere öfkeli liseli ve üniversiteli on binlerce genci bu ayaklanmanın doğal bileşenleri yaptı. Ana akım medya da, bu süreçte boy gösteren bazı akademisyenlerin,”90 kuşağı, Y kuşağı ya da Bilgisayar Kuşağı” gibi birtakım tanımlamalarla apolitize etmeye çalıştığı bu insanlar, aslında bizzat kapitalizmin doğasındaki adaletsizliklerin mağduruydu ve öfkeleri bunaydı.
Taşeronlaşmaya ve Kapitalist Sömürüye Öfke
Bundan birkaç ay önce, Antep’te bir galvaniz fabrikasında gerçekleşen patlama sonucu, 8 işçi yaşamını yitirmişti. Başbakan Erdoğan, partisinin meclis grubundaki konuşmasında bu olaydan bahsederken, ölen işçi sayısını 5 olarak telaffuz etmiş; partililer tarafından uyarıldığında ise cevabı “Neyse…” olmuştu.
Ankara’da, çevik kuvvet polisi Ahmet Şahbaz’ın silahından çıkan kurşunla yaşamını yitiren direnişçi, Ethem Sarısülük ise Erdoğan’ın “Ha 5, ha 8, neyse…” diyerek ölümlerini basit bir sayısal hata ayrıntısına indirgediği taşeron işçilerden biriydi.
Ethem Sarısülük gibi, AKP iktidarı döneminde daha da artan taşeronlaştırma politikalarına olan öfkesiyle sokağa çıkan, aynı sistemden mustarip, kapitalizm tarafında ölesiye sömürülen binlerce taşeron işçisi, direnişte hep ön saflardaydı.
Kentsel Dönüşüm Bahanesiyle Soylulaştırmaya ve Yıkımlara Öfke
İktidarın, kentsel dönüşüm adı altında yürüttüğü, ezilenleri ve yoksulları yaşam alanlarından tehcir etme, evsiz bırakma ya da TOKİ eliyle borçlandırma politikasından muzdarip on binler de bu isyan hareketinin öznelerindendi. İsyanın mekansal ve ismen sembolleşmiş merkezi olan Gezi Parkı’nın hemen yanı başındaki Tarlabaşı’nda, devletin savaş politikalarının bir sonucu olarak bölgeye yerleşen Kürt yoksulları, yakın bir zamanda buradaki yaşam alanlarından da çıkartılmıştı. İşte bu kapitalist saldırıya maruz kalan Kürtler, ellerinde taşları, kendi anadillerinde şarkıları, halayları ve sloganlarıyla isyana katıldılar.
Kürt ve Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı Ankara Dikmen’de de, aynı şekilde kentsel dönüşüm saldırılarına maruz kalan yoksullar, günlerce barikatlarda, devlete ve devletin rant politikalarına karşı öfkelerini haykırdılar.
LGBTT Bireylere Yönelik Polis Şiddetine ve Linç Girişimlerine Öfke
Kürtlerle aynı yaşam alanlarını paylaşan ve devlet tarafından benzer ötekileştirmelere maruz bırakılan LGBTT bireyler de, bu isyan hareketinin de, en başından itibaren direnişin de önemli dinamikleri oldular. Sistematik olarak polis şiddetine maruz kalmaları, son zamanlarda artarak süren trans cinayetleri ve linç girişimleri, polisin bu durumlardaki tutumu, LGBTT örgütlenmelerinin direniş sürecinde ciddi bir dinamik olmasının nedenleriydi.
Yaşanan isyan süreci sonrası, sürecin de etkisiyle, bu yılki Onur Yürüyüşü rekor bir katılımla (yaklaşık 50 bin kişi) gerçekleşti ve yoğun olarak polise yönelik sloganların atıldığı bir eylem oldu.
Baskılara ve Yasaklamalara Öfke
Geçtiğimiz 1 Mayıs, devlet tarafından yasaklanan 1 Mayıs’lar arasında en sert polis şiddetine tanık olunanlardandı. Devlet, o gün, kentin her iki yakasında, neredeyse tüm toplu ulaşım seferlerini durdurmuş, Taksim’e çıkan tüm yolları, diğer illerden yaptığı polis takviyesiyle kapatmıştı. Buna rağmen Taksim’e yürümek isteyen binlerce kişiye, polis gaz bombalarıyla saldırdı ve birçok kişi ciddi biçimde yaralandı. Öte yandan, 2007 yılında çıkarılan “Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu” ile pervasızlaşan polis şiddeti, muhalif ya da politik olsun olmasın herkesin, ciddi biçimde hayatını tehdit eder hale gelmişti. 1 Mayıs günü binlerce insan üzerinde aleni biçimde, polis eliyle estirilen devlet terörü, bu sistemli şiddetin son derece somut haliydi.
Başbakan Erdoğan’ın, Taksim, Kadıköy vb. kamusal alanların gösterilere kapatılacağını ve bundan sonra söz konusu, eylem, basın açıklaması vb. gösterilerin, “kendilerinin göstereceği alanlarda” yapılacağını açıklaması sonrası, özellikle Taksim İstiklal Caddesi civarında yapılmak istenen bütün eylemlere, polis saldırıları gerçekleştirildi. İşten atılan taşeron işçilerden, tacizi ve tecavüzü protesto etmek isteyen kadın örgütlerine dek, yapılmak istenen tüm basın açıklamaları ve eylemlere polis, sert bir şekilde saldırdı. İşte, 1 Haziran günü yüzbinler olup, polisi Taksim Meydanı’ndan kovan insanlarda, bu devlet terörüne öfke vardı.
Bu isyan, arka planında, bu yazıda ancak bir kaçını sayabildiğimiz nedensellikleri ve mağdurlarını barındırıyor. Evet, mesele sadece Gezi Parkı’nda kesilecek ağaçlar meselesi değil. Hatta başlı başına, Recep Tayyip Erdoğan şahsında cisimleşen bir mesele ya da gün geçtikçe otoriterleşen AKP iktidarı da değil. Mesele, sistemli bir şekilde yaşamlarımızı çalmakta olan kapitalizm ve onun adaletsizliklerinin uygulayıcısı olan devlettir.
31 Mayıs günü on binler ve izleyen günlerde yüzbinlerce insan, işte bu adaletsizliklere “Artık Yeter!” demek için çıktı sokaklara. ”Artık Yeter!” dediğinde, nasıl bir kudrete sahip olduğunu bilen bir farkındalık var insanlarda. Polisin direnişçilere saldırarak Gezi Parkı dışına çıkarmasıyla atılan “Her Yer Taksim Her Yer Direniş” sloganında cisimleşen ve isyan ruhunu, her tarafa yaymayı amaçlayan anlayış; bu sloganın atıldığı ilk andan itibaren, hareketi Gezi Parkı’nın dışına çoktan taşırmıştı.
Şimdi, 31 Mayıs’ta başlayan bu isyan hareketi, coğrafyanın birçok kentindeki semt parklarında, her akşam yapılmakta olan forumlarla, başka bir noktaya evrilmiş durumda. Bu forumlarda katılımcılar, bir yandan bu hareketin geleceğini konuşurken, öte yandan yerellerinde maruz kaldıkları adaletsizlikleri tartışıyor ve buna karşı mücadele yollarını aramaya devam ediyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 11. sayısında yayımlanmıştır