Bu Yol Nereye Gider Efendi?
Arter sözcüğü atardamar anlamına gelir, yani kalpten vücuda kan taşıyan damarlar. Fakat arter, aynı zamanda kara yolu anlamına gelir. Ara yollar, ana yollara bağlanır. Ana yollar merkezlere taşınır. Kapitalizm doğası gereği, sürekli merkezleri canlı tutmak, onları doyurmak durumundadır. O yüzden çevrede merkezi doyurabileceği ne varsa, onları yolları aracılığıyla merkeze taşır. Yollar, kapitalizmin damarlarıdır. Sürekli genişleme eğiliminde olan kapitalizm, yeni yollara, yeni damarlara ihtiyaç duyar. Dolayısıyla yeryüzü, mahallemiz, köyümüz, yaşam alanlarımız kötü niyetli bir cerrahın elinde tarumar edilir.
Bir Yol Hikayesi
Bu uzun süreden beri böyledir. Tarihte adını çok duyduğumuz İpek ve Baharat yollarından, Avrupalı soyluların sofralarını süsleyen tonla baharat, nazik tenlerini örten top top İpek geçer; medeniyet geçer; Asya ve Avrupalı efendilerin üzerinde yükseldikleri köleler geçer, ölüm ve zulüm geçer ama bir tek adalet geçmez. Üstelik yol sadece yerin üzerine değil, denizin üzerine de yapılır. Güney Kuzey Amerika’sına bakmadan Doğu Afrika’sından girilip Batı Afrika’sından çıkılır. Geride bağırsakları sökülmüş bir dolu coğrafya bırakılır; yüzlerinde aşağılanmanın, yok sayılmanın ve sömürülmenin yol yol yara yaptığı “üçüncü dünya ülkelerinin” sonuncu olmaya mahkum edilmiş yaşamları bırakılır.
Efendiler bir yere girdiklerinde oraya önce bir merkez, hemen ardından da yolları yaparlar. Yeşilçam filmlerinde taşrada “kasabaya-köye yol getirme” vaadiyle ortalarda dolanan işgüzar politikacılar, kapitalizmin kalp damar cerrahlarının neşterleridir. Yolun bağlandığı her yer, kapitalizmin besin kaynağına dönüşür. Bu damarlar kan vermez, onlar sondaj boruları gibi çalışır. Amasya’nın elması ile Güney Afrika’nın elması aynı mantıkla işleyen farklı yollardan yutularak merkezlere taşınır. Böylece tüm yaşam alanlarımız yollarla çevrilir. Yani kapitalizmin yaptığı tüm yollar kapitalistlerin kendileri için bir köprüye dönüşürken, biz ezilenler için hayatlarımızla kendimiz arasında birer sete dönüşür. Evet yol damara benzer, sondaj borusuna, yaşamlarımıza vurulmuş zehirli bir kırbaca. Ama aslında en çok duvara benzer!
Meselenin aslı şudur ki, ne zaman biri bize yol getireceğini söylese, aslında bizi yola getirmeye çalışıyordur. İktidarın getirdiği tüm yollar, yine kendisine çıkar. Yani yalan, talan ve ölüme…
Yol Aslında En Çok Duvara Benzer!
J.G Ballard, Beton Ada adlı kitabında, Londra’nın merkezinde işinden evine dönerken geçirdiği bir kaza sonucu, üç otoyolun kesiştiği bir noktadaki “beton ada”ya düşen bir karakterin hikayesini anlatır. O beton adada, yoldan gelip geçenlere kendisini kurtarmaları için sesini duyurmaya çalışan karakter için yollar, insanlar, dahası koca bir kent duvara dönüşmüştür. Ballard bu karakter üzerinden modern bir Robinson Crusoe hikayesi anlatır.
İşin fantastik kısmını ve Ballard’ın anlatı yeteneğini bir kenara koyacak olursak, durum bizim içinde pek farklı değil. Kentsel dönüşüm projeleri ile kentin dışına itilen ve itilmek istenen yoksullar, devasa otoyollar ile birbirinden ayrılmış mahallelerde, başka bir “tutsaklığın” parçası haline geliyorlar.
Bu tutsaklık kendini iki şekilde gösteriyor. Birincisi, geçmişte, büyük şehirlerden köylere, kasabalara açılan yollar vasıtası ile verimsizleştirilen yaşam alanlarından şehirlere göçmek zorunda kalan yoksullar, bugün de her gün mahallelerinden sürülüp, şehir merkezine göç etmek zorunda kalıyorlar. Sabahın çok erken saatlerinde üç kuruş para için sıkış tepiş otobüslere, metrolara, metrobüslere doluşan ezilenler; beylerin, efendilerin işlerini gördükleri fabrikalara, AVM’lere ve lüks semtlere gidip bütün gün çalıştırıldıktan sonra akşam yine aynı cefayı çekerek evlerine geri dönüyorlar. Kelime anlamlarından biri “ulaşımı sağlamak” olan yol, burada ezilenlerin mahalleri, aileleri dahası yaşamları ile kendileri arasında örülmüş bir duvara dönüşüyor.
Bir diğeri ise, daha doğrudan bir duvar işlevi görüyor. Devasa ana yolların arasına sıkışmış ve hemen dibindeki diğer mahalle ile bağlantısı kopmuş, adeta beton adalara dönüşmüş yaşam alanları. Böylesi bir yola/duvara verilebilecek en iyi örneklerden biri, 33 yıl önce TEM otoyolunun ortadan ikiye ayırdığı İstanbul Seyrantepe’deki Huzur Mahallesi olabilir. O dönemde mahalleyi ortadan ikiye bölenler, bir köprü yaparak durumu kurtarmaya çalıştıysa bile, 2010 yılında şu anda Galatasaray’ın kullandığı yeni stadın çevre düzenlemesi dahilinde söz konusu köprü yıkılmak istenmişti. 30 yıl önce komşularıyla aralarına koca bir yol giren Huzur Mahalleliler, ulaşımlarını sağladıkları köprünün yıkılmaması için ciddi bir direniş göstermişti. Huzur Mahalleliler köprünün yıkılmasına engel olamamış ve onun yerine yapılan üst geçitle avutulmaya çalışılmıştı. Fakat Huzur Mahallesi ve benzeri örnekler tüm İstanbul’da hatta neredeyse bütün büyük şehirlerde karşımıza çıkıyor. Eli kolu ana yollarla ve otobanlarla bağlanmış, nefessizlikten gözleri dışarıya çıkmış mahalleler.
“Yol Vermemek” Devrimci Bir Eylemdir!
Kapitalizm gün be gün büyümek, yeryüzünün en ücra köşesine ulaşmak ve orayı kendisine dönüştürmek için çabalamaya devam ediyor. Dün Huzur Mahallesi’ni ikiye bölen yollar, bugün ODTÜ ormanını yutuyor, yarınsa başka bir yere duvar örmeye devam edecek. Fakat bununla beraber ve bunlara rağmen, ezilenler de “yol vermiyor”! Gazi’de ya da Gülsuyu’nda yaşadıkları yerin dibindeki ana arterleri kapatan mahalleliler, Buenos Aires’teki çevre yollarını tıkayarak hammaddelere el koyan Barikatçılar, Cape Town’da evlerini yıkmaya gelen dozerleri ana yolda bozguna uğratan Gecekondulular farkında olarak ya da olmayarak kapitalizmin işleyişini sekteye uğratıyor. Çünkü kapitalizmin can damarları olan yollar tıkanırsa, kangren kaçınılmazdır.
Çünkü “yol vermemek” bizim için duvara dönüşen yolları, onlar için kangrene hatta ve hatta tüm bir sistem için kalp krizine dönüştürmektir!