Ne hayaller sandıklara sığar, ne de sandıklar hayalleri gerçek kılar
Günümüz erkek egemen toplumu, kadınlara her defasında kaderlerine razı olmayı öğretiyor. Kader bazen 14’ündeki çocuk gelinin adı, bazen adı gibi yaşamının kendisi oluyor. Aynı zamanda kader, toplumsal geleneklerin kadınlara yüklediği ağır kabullenişle, razı kalıp şanslıysak yaşamanın ya da yükünü sırtlamayan bir hayatı seçerek yaşamın sonu oluyor. Kadınlar, yaşamları boyunca hep bir seçim yapmak zorunda bırakılıyorlar.
Çeyiz sandıklarından seçim sandıklarına, kadınların kaderi değişiyor mu?
Küçük bir çocukken evcilik oyunlarıyla genç kadınlığa varıncaya dek sürdürülen evlilik propagandası, kadınlara “iyi yaşamak adına, iyi bir eş” için seçim yapmak zorunluluğunu dayatmaktadır. Erkek egemen bir toplumda kadının evliliğe hazırlanışı, geleneksel değerlerle birlikte bu propagandaya eklenir. Bu geleneklerden biri de itinayla hazırlanan, yıllarca bir sandıkta biriktirilerek kadının adeta ekonomisine dönüşen çeyizidir. Böylelikle kadınlar çeyiz sandıklarını yüklenip, aile evinden çıkıp, çocukken oynadıkları evcilik oyunlarını gerçek kılarlar. Çocuk gelin Kader’in yazgısı da böyle başlamıştı. 11’inde evlendirildi Kader, 12’sinde anne oldu, 14’ünde gömüldü. Çünkü ona yükledikleri çeyiz sandığı, onun tabutu oluverdi. “İyi yaşamak adına, iyi bir eş” için seçim yapma şansı bile olmadan üstelik. Çeyiz sandığında biriktirilen onca şey dışında, evinde ölü bulunarak çıkarılan kefenli sandıkta, bir tek Kader’in cansız bedeni vardı. Ya Kader “iyi yaşamak” adına sandığı yüklenmeyip, kader dedikleri yazgıya başkaldırabilseydi? Yine de aynı kader yazılır mıydı onun için, bizim için, kadınlar için?
Günümüze dek kadınlar “özgür yaşam” mücadelesi adına hayatın her alanında sadece bir nebzecik eşitlik için görünmek, duyulmak, varlıklarını hissettirmek adına uğraştılar, mücadele ettiler. Onlar uğraştıkça kurtarıcı sanılan tüm iktidarlar her defasında, erkek egemen anlayışlarıyla kadınları engellemeye çalıştı. Bu alanlardan birisi de siyasetti. Tarihsel olarak bakıldığında kadınlar bir nebzecik kazanım elde etmiş gibi görünse de, istenilen özgürlük var olan iktidarlı, erkek egemen siyaset anlayışı değişmedikçe kazanılamamıştır.
Cumhuriyet’in, kadınlara batılı makyajı
Cumhuriyetle birlikte her kesim ulus-devlet anlayışına uygun olarak “Türkleştirildi”. Bu kesimlerden biri de farklılığı barındıran Osmanlı içerisindeki kadın hareketiydi. Ancak Cumhuriyetle birlikte kadın, Kemalistlerin “modern kadın” tahayyülüne uydurulmak istendi. Cumhuriyet erkekleri kadını batıya öykünen, makyaj yapan, tiyatrolara giden, erkeklerle aynı ortamlarda yemek yiyerek dans eden, güzellik yarışmalarına katılan bir kalıba sokmakla meşguldüler. Cumhuriyet’in kadın ideali söylenenin aksine eğitimli kadın yaratmak değil, erkeklerin yanına yakışan batılı modern görünümü yaratmaktı. Çünkü Cumhuriyet’in önemli misyonlarından biri zaten buydu, diğer yandan da etnik kökenin yok edilmesini sağlamak. Kemalist tarih yazımında yer alan “kadınlara bütün haklarını biz verdik” söyleminin altının boş olduğuysa, Osmanlı kadın edebiyatı ve dergilerinin 1990’lardan sonra feminist araştırmacıların gayretleriyle keşfedilmesi sonucunda bir kez daha anlaşılmış oldu.
Kadınların mebusluk propagandasının kısa tarihçesi
Osmanlı döneminden beri siyaset yapma mücadelesi veren Nezihe Muhiddin ve beraberindeki kadınlar, 15 Haziran 1923’te “Kadınlar Halk Fırkası” adlı partinin kuruluşu için İçişleri Bakanlığı’na başvurmuştu. Ardından “Kadınlar mebus olmak istiyor” şeklindeki haberler ardı sıra basında yer aldı. Bakanlığın uzunca süren sessizliğinden sonra, hükümet “kadınların seçme ve seçilme hakkı olmadığı” gerekçesiyle partinin kurulmasına izin vermedi. Basında konuya ilişkin “bazı düşünceler nedeniyle uygun bulunmadığı” yazıldı. Bu “düşüncelerin” ne olduğu konusu hiçbir zaman açıklanmadıysa da parti tüzüğünün siyasi hakları ima eden 2. maddesi, belediye seçimlerinde aday olunmasını öneren 3. maddesi ve “kadınların savaş halinde askerlik yapmasını” öneren 8. maddesinin çok “taşkın” bulunduğu söyleniyordu. Diğer yandan kuruluş faaliyetleri devam eden Cumhuriyet Halk Fırkası sebebiyle “halk fırkası” adının bir kadın kuruluşu tarafından kullanılması “bölücü” olarak görüldü.
Nezihe Muhiddin ve arkadaşları, “taşkın” maddeleri değiştirdiler. 1924’te Kadın Birliği adlı örgütü kurdular. Parti tüzüğünün 3. maddesinde “ Kadın birliğinin siyasetle alakası yoktur” yazıyordu. Birlik, uzunca bir süre kimsesiz çocuklara, yoksul kadınlara yardım etmek, ekmek ve iş olanağı sağlamak gibi “hayırseverlik” işleriyle uğraştı. Anlaşılan şu ki seslerini kısmakla iyi etmişlerdi, çünkü tam bu sıralarda İstiklal Mahkemeleri’nin darağacına gönderdiği insanların feryatları yükseliyordu.
1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı ise kadınların siyaset yapma isteğine kulak tıkamak için yeni bir bahane olarak gösterilmişti. Dönemin Cumhuriyet Gazetesi “Türkiye’de mühim meselelerin olduğu bir zamanda hanımlarımızın mebusluk propagandası veya reklamı ile meşgul olmaları pek ciddiyetsiz” diye yazıyordu. İsyan bahanesi ile çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu da etkisini göstermiş, kadınlara yönelik ciddi bir “yasaklar” uygulaması başlatılmıştı. Bu zorlamalar sonucunda 1926’da kadın birliği, Cumhuriyet Halk Fırkası’na üye olabilmek için başvuru yaptı. “Kadınların hayır işleri ile uğraşmasının daha doğru olacağı” şeklindeki açıklamalarla, yapılan başvuru kabul görmedi. Birlik içerisindeki bazı Kemalist kadınlar yeni çıkan Medeni Kanun’la “kadınlara layık olmadıkları hakların bile verildiğini” iddia ederek siyasi taleplerde ısrar edilmesini eleştirmişlerdi. Nezihe Muhiddin ve arkadaşları yılmadı, farklı şehirlerde şubeler açıp, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan genel seçimlere katılmak için kampanyalar başlatmak istedi, ancak teklif yine kabul edilmedi. Kadınlar bunun üzerine seçime erkek bir aday ile katılma kararı aldılar. Kendini “feminist erkek” diye tanıtan ve seçimler için bıyıklarını kesen Kenan Bey, alaylara tahammül edemeyince kadınlar bu kez adaysız kaldı. Kadınların siyaset yapma mücadelesi, Nezihe Muhiddin hakkında “birliğin kasasındaki parayı kişisel amaçlarla harcadığı” gerekçesiyle soruşturma açılması ve birlik yöneticiliğinden istifa ettirilmesiyle sona erdirildi.
1930’da kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. 1933’te Cumhuriyet’in 10. yılı şerefine köy yönetimlerinde seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. 1934’te ise Cumhuriyet’in erkekleri tarafından uzun yıllar tanınmayan mücadelenin sonucunda seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan meclise girmeyi bir türlü başaramayan Nezihe Muhiddin, tarihte iz bırakan diğer birçok kadın gibi bir akıl hastanesinde yaşamını yitirdi.
1935’ten 2013’e gelindiğinde…
78 yıl önce parlamentoya 17 milletvekili gönderen, ara seçimde de 1 milletvekilinin katılımıyla 18 sandalye kazanabilen kadınlar, 2013’e gelindiğinde ise 79 vekille mecliste yer tutmayı sürdürüyorlar. 1983 seçimlerine kadarsa 10’u aşmayan sayılarla temsil edilen kadınlar, darbenin ardından yapılan ilk seçimde ironik bir şekilde 12 sandalye kazanabildi. Buna karşın, kadın milletvekillerinin kabinede temsili, genelde tek isimle sınırlı kaldı. Tansu Çiller dışında Başbakanlık görevini üstlenen başka kadın olmadı. Günümüzde eşbaşkanlık sistemi ve yüzde 40 kadın kotasını getiren BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) ise bir ilke imza attı. Parlamento da BDP’nin kadın temsiliyet oranının diğer mevcut siyasi partilere göre daha fazla olma nedeniyse, Kürt kadınının yaşamsal olanı politikleştirerek, Kürdistan özgürlük hareketi içerisinde deneyimledikleri öz örgütlenme konusundaki sürekli kararlılıktır.
Kadın Yolu dergisinin arasına sıkıştırılan radikal bildiri
Nezihe Muhiddin ve arkadaşları tarafından 1925’te yayımlanan Kadın Yolu isimli derginin dördüncü sayısını devletçi, milliyetçi ve militarist bulan bir grup kadın, yazılanları eleştirmek maksadıyla gizlice derginin sayfaları arasına bir dizi talepler sıralamıştır. Tarihsel dönem açısından oldukça radikal olan bu talepler, derginin nüshasının içinde bir müzayedede tesadüfen bulunan bir kitapçıktan alınmıştır. Bu şekilde varlığına ulaşılarak edinilen bu belge, hem Osmanlı kadın hareketi tarihi yazımı açısından hem de özellikle anarşist kadın hareketinin benimsediği söylemleri taşıması açısından önemlidir. Bildiride yazanlar şu şekildedir:
-Zevcelik ve validelik tabiatın emri, mukaddes vazife değildir.
– Mecburiyet-i askeriye kaldırılmalı, evlatlar vatana hibe edilmemelidir.
– Ahlaki ve milli iman kadının hürriyetine değil, içtimai muvazene için vasıta haline getirilmesine muavenet eder.
– Irk-ı milliyetçilik vatanperverlik değildir.
– Tek fırkalı nizamda siyasi haklar meclise girme ve rey verme hakkıyla elde edilemez.
– Maarif, vatan ve milletten ziyade, şahsi hürriyet ve iradeye katkıda bulunmalıdır.
Bu bildiri anlaşıldığı üzere kadınların yaşamlarını doğrudan etkileyen durumların bir reddedişidir. Yaşamsal olanın siyasallaştığı fikrinden yola çıkacak olursak, yazılanlar seçim hakkı talebinden çok daha ötedir. Bu belge adeta bir kadın özgürlüğü manifestosudur.
Bildirinin ilk maddesinde evliliğin, ailenin ve anneliğin kutsal bir durum olmadığından bahsedilmektedir. Anarşist kadın hareketi bahsedilen kutsallığı, bu yapıları ve içinde barındırdığı ilişki biçimlerini erkek egemen bir toplumda erkeğe yönelik birer hizmet aracına dönüşmesi dolayısıyla eleştirmektedir. Günümüzdeki mevcut aile yapısı hem sosyal hem de ekonomik olarak kadının sömürüldüğü bir mekanizmadır. Aile, devlet eliyle sağlamlaştırılan, hiyerarşik olarak erkekte belirginleşen iktidarlı ilişkiyi, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü ile olağanlaştırmaktadır. Erkek egemen toplumda annelik kutsal vazife olarak addedilen bir kavram olarak “ev kadınlığı” ve “çocuk bakımı” gibi durumların yaratmış olduğu ekonomik ve sosyal sömürüyü kadınlar üzerinden yükseltir. Dolayısıyla tüm bu sorunsallar aslında iktidarlı ve erkek egemen toplumsal yapının sorunsallarıdır. Radikal olan bildiride yazılı olanlar değil, bu toplumsal yapının bizzat kendisidir. Çözüm de bu toplumsal yapıda var olan ilişki biçiminin öncelikli olarak reddedilmesi ve mevcut toplumsal yapının kökten değişmesidir.
Bildirinin ikinci maddesinde zorunlu askerliğin kaldırılmasından bahsedilmektedir. Günümüz anarşist kadın hareketi bu konuda “vicdani ret” mücadelesini dillendirmekte ve anti militarist bir anlayışı yaşamlarda örgütlemek için çabalamaktadır. Evlatlarını askere göndermeyerek böylelikle de savaşın bir unsuru olmalarını engelleyen kadınların da mücadelesine dönüşen vicdani ret hareketi, yaşadığımız bu topraklarda filizlenmeyi sürdürmektedir. Vatanın kutsallığı da tıpkı ailenin kutsallığı gibi sadece bir devlet propagandasıdır.
Bildirinin üçüncü maddesinde ahlak konusuna değinilmiştir. Yaşadığımız coğrafyada da toplumsal ahlak olarak tanımlanarak çoğu kez kadınların öldürülmesiyle belirginleşen cinayetler bizzat kadınların en önemli sorunlardan biridir. “Erkeklik en çok erkeği ezer” sözünden hareketle toplumda kültürel bir olguya dönüşen “erkeklik” kavramının en büyük korkusu kadınsılaşmaktır. Yaşadığımız toplumda bu kültürden beslenen erkek, cinselliğe ve kadın bedenine karşı duyduğu büyük endişe nedeniyle şiddete başvurmaktadır. Çünkü varoluşunu ve iktidarını ancak kadını öldürerek kazanabilir. Erkek, erkekliğinin onaylanmadığını ve tehdit altında olduğunu hissettiği her an, kadınsılaşmamak adına her şeyi yapar. Oysaki ahlak denilen şey, her bireyin kendisinin vicdani sorumluluğudur.
Dördüncü maddede bahsedilen vatanperverlik sözüyle anlatılmak isteneni ise anarşist Emma Goldman öyle güzel bir dille ifade etmiştir ki; “Peki nedir vatanseverlik?” diye sorulduğunda şu sözlerle karşılık verir;
“Bir kişinin doğduğu topraklara çocukluk anılarının, umutlarının, hayallerinin ve özlemlerinin bir arada toplandığı yere duyduğu sevgi midir? Çocuksu bir naiflikle bulutların akışını seyrettiğimiz ve kendimizi neden öylesine yumuşakça uçamadığımızı merak ettiğimiz yer midir? Milyonlarca parlayan yıldızı sayıp ruhlarımızın derinliklerine işleyen gözümüzün nuru mu? Kuşların müziğini dinleyip onlar gibi uzak diyarlara uçmak için kanatlarımızın olmasını dilediğimiz yer midir? Kısacası her santimetrekaresinin güzelliği eşsiz mutluluk, zevk ve oyun dolu çocukluğumuzu temsil ettiğimiz bu yere duyulan aşk mıdır? Eğer vatanseverlik buysa pek azımız vatanseverdir. Çünkü oyun mekanları artık fabrikalar, değirmenler ve madenlere dönüşmüştür. Kuşların sesini ise sağır edici makine sesleri almıştır. Artık büyük zaferler ve efsanelerle ilgili hikayeler de dinleyemeyiz, çünkü annelerimizin öyküleri acı, gözyaşı ve kederi anlatmaktadır.
O halde nedir vatanseverlik? “alçakların son sığınağıdır” ve diğer yandan vatanseverlik yapay bir şekilde yaratılmış yalanlar ve yanlış söylentilerin iletişim ağından kaynağını alan, insanı özgüveninden ve değerlerinden kopartırken, ona anlamsız bir kibir ve gurur katan, gerçekten de bir egoizmdir.”
Yaşadığımız topraklardaysa “vatan uğruna” ve “milliyetçilik” adına bir bir katledilen kardeşlerimizin acısı henüz taptazeyken “vatana hizmet için çalışacağız” vaatleri, vatanperver bu alçakların seçim demokrasisi yalanıdır.
Beşinci maddede siyasal hakların meclise girme ve oy verme hakkıyla edinilemeyeceği söylenmiş; altıncı maddede ise bireyin hürriyetinden ve iradesinden bahseden sözlerle asıl anlatılmak istenen gerçek demokrasi olmuştur. Sözümüz kendi bireyliğimizde, kendi kararlarımızla, irademiz ve gücümüzle bu vatanperver alçakların karşısında ancak karşılık bulmalıdır.
“Her birey kendi özgürlüğü ve gücü üstünde hak iddia etmediği sürece kimse özgür olamaz.” Emma Goldman
Sandığı yüklenmek…
“İyi yaşamak” adına seçim şansımız olduğunu sandığımız bu erkek dünyanın döngüsünde her defasında çaresiz hissettiriliyoruz. Kaderinki gibi, kurtarıcı sandıklarımız katilimiz olduğunda, buna da kader deyip geçiyoruz. Tıpkı “iyi yaşamak için iyi bir yöneten” gerektiği yalanına zorla inandırıldığımız gibi. Bizi yönetmek isteyenlerin seçim sandıklarına, tıpkı çeyiz sandıkları gibi onca değerli hayalimizi çaresizce teslim ediyoruz. Yıllarca biriken bu hayaller bir sandıkta gerçekleşsin diye, “iyi yaşamak” hakkımız diye, en nihayetinde özgürlük arayışında biçare yükleniyoruz bu sandıkları. Kendimiz dışındaki kurtarıcılar da zaten bizi bir tek bu sandıklarla kurtaracaklarını söylüyorlar; bizse kurtuluşu bu sanıyoruz, vaatlere kanıyoruz, sandığı yükleniyoruz, taşıdıkça altında eziliyor, ezildikçe yaşamdan vazgeçiyor, vazgeçtikçe de kaybediyoruz. Çocuk gelin Kader gibi ölüyoruz.
Yerel seçimlerin yaklaştığı, iktidarların seçim vaatleriyle ortalarda dolandığı, bir oy için binlerce yalanın üretildiği bir dönemdeyiz. Kadınlar yerel seçimleri konuşup, tartışırken elbette kendi hayallerinin gerçekleşmesi noktasındaki kararlar üzerine düşüneceklerdir. Yani kadınlar için yine bir seçim zamanı.
Oysa ne “iyi bir yaşam” var yaşadığımız düzende, ne “iyi bir yöneten”, ne de “ iyi bir eş” kadınlar için. Özgürlükse şayet peşinden koştuğumuz, özgür bir yaşamsa istediğimiz öncelikle iktidarlı ve erkek egemen bu düzeni yıkmalıyız. Yıktıkça, her an, kendi ellerimizle yaratmalıyız özgür yaşamı. Kaderi bozmak, ancak özgür bir yaşam için hayallerimizi sandıklara teslim etmeden, sandığı yüklenmeden, kaderin yazgısına başkaldırabilmektir. Çünkü ne hayaller sandıklara sığar, ne de sandıklar hayalleri gerçek kılar.
Zeynep Kocaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.