İsyanın Yıldönümünde İsyanı Unutturmamak

Haziran ayının başında tam bir sene oldu. Taksim-Gezi İsyanı birinci yılını doldururken, isyan hakkında çok sayıda kitap çıkmaya devam ediyor. İsyan sürecini anlama çabasından çok anlamlandırmaya niyetlenmiş çalışmalar, bu kitapların çoğunluğunu oluşturuyor. Biraz daha farklı bir niyetle ortaya konan bir çalışma da Patika Yayınevi’nden Taksim-Gezi İsyanı’nın yıldönümünde yayınlandı: Bizim Bir Haziranımız. Geniş bir yelpazeden isyanı anlamlandırmaktan çok anlamaya yönelik bu çalışmada, Taksim-Gezi İsyanı’nı içeriden bir gözle ele alan, gazetemiz yazarlarının da aralarında bulunduğu yaklaşık otuz yazarın değerlendirmelerine yer veriliyor. Kitabın editörleri Engin Abat, Erdem Bulduruç ve Fırat Korkmaz’la Bizim Bir Haziranımız’ı konuştuk.

Dilerseniz kitabın oluşum sürecinden başlayalım. Nasıl oluştu, kimin aklına geldi, kendini nerede ihtiyaç hissettirdi bu kitap?

Bizler zaten Patika Kitap olarak böyle bir proje düşünüyorduk. Aslında sıcağı sıcağına yapılabilirdi. Birçok yayınevi bunu yaptı. Fakat biz, “böyle yapmayalım, süreç olgunlaşsın, kendi içerisinde neye dönüşeceği belli olsun” dedik. O sebeple biraz beklettik projeyi.

Peki, kitabın içeriği nasıl belirlendi? Yazarların seçilmesi noktasında dikkat edilen şey neydi?

Şöyle bir durum var aslında. Biz kitabın açık duyurusunu yapmıştık ve dışarıdan daha fazla yazı gelir diye bekliyorduk. Fakat açık duyuruda beklediğimiz sayıda yazı gelmedi. Genelde biz, kendi beğendiğimiz ya da takip ettiğimiz yazarlar üzerinden gittik yazar seçimlerinde. Zaten bölümlerden de anlaşıldığı gibi biz, siyasal kavramlarla Gezi’ye bakmak veya daha farklı bir deyişle “Gezi, yeni bir siyasal tarzın başlangıcı mı?” sorusuna cevap aramak istedik. Bu, ağırlıklı bölümü oluşturuyor kitapta. Diğer bölümler de, gelen yazılar çerçevesinde bölümlendirildi.

Mesela “İki Ulus-İki Gezi” başlığı, hem bizim için hem de okuyucu için biraz iddialı bir başlık. Bir tarafta daha ulusalcı bir tarafta duran bir yazarımız var, diğer tarafta daha Kürt ulusal hareketine yakın veya değerlendirmelerini onun çerçevesinde ele alan bir yazar var.

Gezi’de taraftar grupları çokça öne çıkması sebebiyle, kitaba futbolla ilgili de bir bölüm koyduk.

Kitap içerisinde Gezi’ye küresel düzeyde bakmamızın önemi ise, hem Ortadoğu ve Avrupa’daki isyanlarla karşılaştırma yapabilmek, hem de yurtdışında bu sürecin nasıl ele alındığını görebilmek idi.

Tek bir yazıyla “Gezi’nin Şiirselliği” bölümünde de, Gezi sürecinde İkinci Yeni hareketinin neden bu kadar gündeme getirildiğinden bahsetmeye çalıştık.

Bunun haricinde, medya-sosyal medya bölümünde, mevcut burjuva medyanın Gezi’yi nasıl örtbas ettiği vurgulanmaya çalışılıyor. Bu bölümde, önceleri dar bir kitle tarafından bilinen bu durumun, Haziran sürecinde çok daha kitlesel bir ayaklanma yaşandığı için, insanların burjuva medyanın gerçek yüzüyle karşılaşmasıyla açığa çıktığına değindik.

Ekoloji ve kent hareketleri, aslında Gezi sürecinin başlangıcıydı da bir bakıma. Bir bölümde ise bu hareketlere ve kentsel dönüşüm projelerine değindik.

Buradaki yazıların bir kısmı, yayınevinin kendi fikriyatına veya kendi geçmişini oluşturan fikriyata tamamen uygun yazılar değil. Kitapta bizim de katılmayacağımız birçok fikir ve görüş var. Ancak kitapta biraz da Haziran sürecinde yakaladığımız şeyi yaptık; kendi içinde tartışan ama mücadelede yan yana gelebilecek insanların fikirlerini bir araya getirdik. Haziran sürecinde yan yana gelme pratiğini biraz da bu kitaba yansıtmak istedik. Tabi bunu ne kadar başarabildik, artık okuyucular değerlendirecek.

bizimbirhaziranımızkitap

Siz, bizzat Haziran sürecinin içerisinde yer aldınız. Bu sürecin kitaba etkisi ne oldu? Ya da içeriden yazmak ve dışarıdan yazmak arasındaki fark neydi?

Haziran Ayaklanması ya da Gezi sürecinden önce Taksim bir mekân olarak, 1 Mayıs’lar ve birkaç istisnai eylemler dışında, bir basın açıklamaları enflasyonu içerisindeydi. Bu kadar büyük bir kitlenin böyle radikal bir duruş sergilemesi, aslında bu kitabın da temel motivasyonlarından biri. Aslında çok uzak olan ütopyaları, çok geniş kitlelerin devrimcilerin gerçekleştirmeyeceğine inandığı ütopyaları, tekrar bir olasılık haline getirdi. Dolayısıyla kitapta genelde yazarların ortak noktası da, niyetten bağımsız olarak bu olasılığın hep dillendiriliyor olması. Doğrudan ya da dolaylı. Genelde Gezi kitaplarında böyle bir motivasyon var, bu süreç bize parlamento dışında bir siyaset olanağı sundu. Yani burjuvazinin açtığı olanakların ve siyasal kanalların dışında, farklı siyasal kanalları halkın yaratabileceğini gösterdi. Dolayısıyla, bu kitapta aslında Haziran sürecinden kalan dediğimiz şey, yazarlar arasında ortaklaşılabilecek dediğimiz şeylerden birisi.

Bedenen içinde olmak ve kafaca içinde olmak şeklinde ikinci bir ayrım daha işletebiliriz. Elbette eylemin başladığı ve start aldığı tarihleri düşündüğümüzde, ilk üç gün içerisinde de direniş ve ayaklanma gibi bir ara kesit vardı. Ayaklanma sürecine girildiğinde, yalnızca nicel toplam değil aynı zamanda Gezi’yi oluşturan unsurlar arasında da bir çoğalma söz konusu oldu. Ve özellikle ilk birkaç gün uzak duran bir kitlenin bedenen politik varlığıyla birlikte, aslında kendi özne konumunun da dâhil olması söz konusu oldu.

Biz (biz derken bu nedenselliği kurup ideolize eden bir varlıktan bahsetmiyorum-Gezi’de olan bütün unsurlardan biz-onlar arasındaki ayrımın gitmesinden bahsediyorum) ne zaman ki “biz” olmaktan çıkıp “hepimiz” olduk, ayaklanma sürecinin içerisinde ancak birbirimizi duyumsadık ve bedenen dayanıştık. Ve talep siyasetinin ötesine inen bir hattan konuşmaya başladık.

Erdem yazısında “Bir yıl sonrasının bir gün sonrasından hiyerarşik üstünlüğü yoktur” diyor. Ancak Gezi’nin etkisini düşündüğümüzde bir değişiklik olduğu aşikâr. İsterseniz sürecin nasıl evrildiğini biraz konuşalım. Yani bir yıldan bu yana ne değişti?

Büyük tarihsel olayların kendisi, romantize edilmeye çok açıktır. Tarihsellik halatı varsa, bu halat daha sıkı örülür. Paris Komünü ya da İspanya Devrimi’nde ya da Ekim Devrimi’nde olduğu gibi… Kendi tarihselliğini nereden kuruyorsan kur, mesele Gezi’den sonra Gezi’yi anmak değildi. Biz Gezi’den üç yıl sonra, Gezi Şehitlerini yine anabiliriz.

Ama Gezi’den bir yıl sonra, isyanın, informal bir şeyin, kendiliğinden bir hareketin sözle aynı etkiyi yaratarak sokağa çıkılmasını beklemenin kendisi bu anlamıyla sorunluydu. Yani mesele Gezi’nin romantize edilmesi değildi, romantizm de pek tabi devrimcilik üretebilir. Ama Gezi’den bir gün sonrasıyla bir yıl sonrasının birbirine hiyerarşik üstünlüğü yok derken, “Gezi’de yaşandı ve Gezi’de bitti. Bir gün sonrası da bir yıl sonrası da böyle” deniyor. Yani Gezi bize bir şey yansıtıyorsa, biz bu tartışmayı on yıl sonra da yapabiliriz. Gezi, tam da varlığıyla bize bir şey düşündürtebilirse, düşündürür; biz ayak dirersek düşündürtemez.

Burada öznelerin varlığına dikkat edersek, ilkliğine vurgu yaparız. Bu, kesinlikle vurgulanmalıdır; çünkü eğer bu anlamıyla değerlendireceksek, bu, Cumhuriyet tarihinde de bir ilktir. Öznelerin belirli talepler üzerinden polis şiddetine karşı bir araya gelmesi üzerinden değil de, ideo-politik olarak ya da kendi özne konumlarını da aşan varlıksal düzeyde unsurların kendisi nasıl yan yana geldi ve nasıl birlikte arzu ürettiler? Ya da eylemin gerisinde, çeperde kalanlar, ya da eylemle aynı bedensel ilişkilenmeye geçmeyenler, evlerinin kapısını nasıl açtılar?

Biraz bu aurayı ve eyleme dâhil olma halinin kendisini üzerinde durmak gerekiyor. Bu olay, küçük bir taktiksel birliktelik ya da bir güç biriktirme süreci değildi. Kendi sözümüzü ifade edemiyorduk, sözümüzü başka unsurlarla ifade etmenin zemini üzerinden tekrar bunu da yapalım değildi.

Aslında bir sene sonrasında geldiğimiz nokta, bir sene önceki durumumuzun daha da öncesinin bir yansıması. Türkiye’de Kürtler dışında çok uzun zaman sonra belki ilk defa bu kadar büyük bir kitlesel kalkışma yaşandı.

Niteliksel olarak kazanımın sokağa yansıyacağını öngörüyor musunuz? Bir sene içerisinde sokak hareketliliğinin evrimi üzerinden soruyorum bu soruyu.

Artık sokağa yansıma durumu, tamamen devrimci öznellikle doğrudan bağlantılı. Ayrıca önsözde de değindiğimiz, mücadele etme kapasitesi ile de doğrundan ilintili. Yani siz istediğiniz kadar söylemlerinizde iddialı sözler sarf edin, ama eğer öyle bir kapasiteniz yoksa hiçbir anlamı yoktur. Haziran ayaklanması sürecinde de aslında biz bunu gördük; bir iddiamız var, bunu söylemlerimizde, gazetelerimizde sürdüreceğimizi belirtiyoruz. Ama realite karşısında ne yaptığımız, bizim gerçekliğimiz, bizim mücadele etme kapasitemizle ilintili. İnsanlarda bireyler ve kurumlar bazında bu yaşanıyor. Kitleler sokağa ineceklerinde ve sokağa indiklerinde de sadece basın açıklaması yapmayacaklarını, daha da öteye gideceklerini görmeli.

Ancak Haziran sürecinde başka bir şey vardı, bunu anlamakta hepimiz zorlanıyoruz, nasıl oldu da kitleler böyle bir birikimle sadece Taksim ile yetinmedi. Öyle anlar oldu ki Dolmabahçe’dekiler çekildi; Ankara, Hatay İstanbul’u zorlamaya başladı-niye siz oturuyorsunuz diye. Hedefiniz sadece Taksim mi dendi. Bir enerji vardı, bu enerjiyi neden kullanmadığımızın cevabını bulmamız lazım.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.