Efendilerin en büyüğü en büyük koltuğa oturmak için gün sayarken, rekabetin nefes tutturan bir hale vardığı günlerdeyiz. Diğer yandan sıcak günlerdeyiz; geçen gün 500 T hatlı belediye otobüsünde çıkan yangın kadar, bombalarla kavrulan Filistin toprakları, kocası tarafından katledilen kadının evine düşen ateş, Fikirtepe’deki çocuğun elindeki döviz gibi “en büyük bomba bonzaidir” sıcak günlerdeyiz. Diğer yandan hızlı tren raydan çıkar, mevsimlik işçiler tarlayı eker, inşaatı diker, yanı başımızda kadınlar işkenceyle sünnet edilir, kredi kartı borçları birikir, işsizlik ve yoksulluk sürer, bayram gelir geçer, trafik kazaları artar, sıcaklık yükselir ve serinlemek için baraja giren çocuklar boğularak, Şengal’de susuzluktan yaşamını yitirirler. Diğer yandan İstanbul’un suyu kokar, lağımı taşar her azgın yağmurda yirmi küsür semtin evini su basar, yağmurun bereketi bile yoksulun eziyetine dönüşür, yağmur da bir süreliğine erteler sıcağı.
Sıcak günlerdeyiz.
Yaşadığımız coğrafyanın en az iklimi kadar siyasal gündeminin sıcaklığını da hissettirdiği günlerdeyiz. Yine bir seçim telaşı sarmış herkesi “her şey bir yana aslolan seçim” der gibiler. Peki ya “seçimle değişecek mi” kararsızlığımızı ve çaresizliğimizi sahte propagandalarıyla örtebilecekler mi? “Birini seç” derken, seçimin sıcaklığını bu sıcak günlerde aynı ter, nefes darlığı, ağız kuruluğu ve kavrulan tende nasıl da hissettiriyorlar. Sanki bir çölün ortasında, gördüğümüz serabın bir yudum suyuna muhtacız ve ölmemek için seçmeli miyiz gerçekten. Ya gördüğümüz serabın bir yudum suyunu içeceğiz bitecek bu telaş ya da yaşadığımızın bir serap olduğunu anlayıp kendi gerçekliğimizle yüzleşeceğiz. Kendimizle yüzleştiğimizde ise anlayacağız bu bir seçim değil ve bu seçim bizim gerçekliğimiz değil. Geriye ne kaldı seçmemekten başka.
Isınmak ve beslenmek için yaktığımız ateş, otobüslerde yangın oluyor yanıyoruz; ateşli silahlarla kavurucu bombalarla vurulup, ölüyoruz. Bir yerden bir yere ulaşmak için bindiğimiz tren raydan çıkıyor, otomobil virajı dönemiyor, biz sevdiklerimize ulaşamadan ölüyoruz. Mevsimlik iş buluyoruz, ömrümüze bir yaz kadar ömür biçiyor, kışa kalmadan ölüyoruz. Serinlemek için her taşını bildiğimiz köyün deresinde değil bilemediğimiz HES’lerde, barajlarda boğuluyoruz. Sudan bile korkar hale geliyoruz, sudan sebeplerle hastalanıyor, ölüyoruz. “Daha iyi bir yaşam” demişlerdi ancak yaşamayı bazıları hak etti diye, bazılarımız çilesini çekiyoruz, yükünü taşıyoruz, sonunda kader deyip ölüyoruz. Ekonomik krizler, kredi kartı borçları, işsizlik, güvencesizlik, geleceksizlik, tükenmişlik… Biz yaşama yabancılaşıyoruz, yaşam da bize… Geriye ne kaldı, seçmemekten başka.
Eğer bir seçim yapmak zorunda kalsaydık bu, yalnızca kaybettiğimiz yaşamı yeniden kazanmak olurdu. Çünkü bu sistemde yaptığımız her seçim sadece bu sistemin içindeki yaşamı düzenliyor. “Daha iyi bir yaşam” adına gecekondulardan TOKİ’lere, derelerden HES’lere, atölyelerden plazalara, bakkallardan süper marketlere, dükkânlardan AVM’lere, patikalardan otoyollara, köprülere, ormanlardan beton tesislere hapsolan bizim yaşamımız. “Daha iyi bir yaşam” adına dayanışmadan hırs ve rekabete, paylaşmadan bencilliğe, nitelikten içi boşalmış niceliğe teslim olan bizim yaşamımız. Bizi birbirimize kırdıran, düşmanlığı ve kini öğreten, duvarları, sınıflar arası sömürüyü, ayrımcılığı yaratan, adaleti kendine kanun yaparak adaletsizliği meşrulaştıran, leş yiyen, açlık kusan hunharca katleden bu sistemin yaşamı “daha iyi” olabilsin diye tek çare muktedir olmak mıdır, muktediri seçmek midir? Devrim bunun neresinde, peki ya özgürlük? Geriye ne kaldı, seçmemekten başka.
Of sıcak sıcak günlerdeyiz. Geçen yıl yine böylesi sıcak günlerde gökyüzünü aydınlatan ateş “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyordu. Gerçekten inanmıştık. Diyorken yıldızlar kaydı gökyüzünden, bir bir kaybolup gittiler. Haziran sıcağında muktedirlere karşı aynı barikatın ardında dövüşenler, şimdi nasıl da karşı karşıya geldiler. Biz şimdi İbrahim’in abilerine, Hasan Ferit’e, Ali İsmail’e, Abdocan’a, Ethem’e, Mehmet’e Medeni’ye nasıl hesap vereceğiz. Biz şimdi Berkin’e yoğun bakımda yaşamı için direnen Mustafa’yı nasıl anlatacağız? Biz bu yaşamın neresine sığamadık ki, böyle öksüz kaldık? Geriye ne kaldı seçmemekten başka.
Sıcak günlerdeyiz.
Kazanılmış faşizmin ya da kurgulanmış mağlubiyetin tam da ortasında mıyız gerçekten. Seçim yapmak zorunda mıyız? Yüzdelerin değişen rakamlarında, birinci, ikinci turların küçük hesaplarında mıyız? Biz bu seçimin neresindeyiz? Oysa tek çare dayanışmadır, çare şu veya bu kişi değildir, bizim gücümüz de bundan gelir. Devrim bir yolunu bulacaksa, er ya da geç bunu seçilenler değil, halk gerçekleştirecektir. Peki ya halk sırf değişsin diye muktedir kendinden ve yaşamından daha ne kadar ödün verecek? Yeni bir yaşam yaratmak için ertelemek ya da değiştirmek yerine yıkmalı mıyız yoksa kurtulmalı mıyız bu düzenden ve her gün yeniden özgürleşmeli mi insan? Sormalıyız kendimize sormalıyız; özgürlüğümüz bu seçimin neresinde? Cehennem sıcağındayız. Umudumuz giderek kayboluyor yoldaşlar, yaşama olan inancımız kayboluyor, bir yıldız gibi kayıp, yok oluyoruz yeryüzünden. Bir dünya bırakıyoruz muktedirlere ve bizim yoldaşlar, o dünyada yerimiz yok. Geriye ne kaldı seçmemekten başka.
Gaye Sürer/İstanbul