Ataerkil yaşamda, şiddet mekanizmasının cenderesine sıkışmış kadına, kurtulacağı tek bir alan dahi bırakılmamıştır. Erkeğin türlü şiddetine maruz kalırken sonunda bardağı taşıran son damla kadının katledilmesi de olsa, çektiklerine “yetti be” deyip karşı koyan kadınların hikayeleri de umut olmalı yaşama. Tıpkı bahsedeceğim kitaptaki gibi, bir yerlerde “Canına Tak Eden Kadınlar” gibi umut taşıyanlar olmalı. Ancak bu kez tam tersine, kadınlar erkeklerin karşısında. Canına Tak Edenler kitabında Sibel Hürtaş kaleme aldı tüm yaşananları. Otuz kadınla yapmış olduğu sohbetler sonrasında seçtiği sekiz hikayeyi anlattı: Sekiz kadın, sekiz çalınmış hayat.
Perşembe, Dört Kadın, Banyo, Avlu, Helal, Konuşsana Kızım, Kürtaj, Akrep adlı Sekiz hikaye. Otuz sekiz sene boyunca hırkasının altında sakladığı bıçakla kapıyı açan kadının, “yabancıya gitmesin” diye on iki yaşında zorla evlendirilmiş çocuk gelinin hikayesi… Kitapta kocalarını öldüren kadınların “planlamadıkları” cinayetler anlatıldı; her birinde cinayet aracı mutfaktaki ekmek bıçağı kadar plansızdı.
Kitap, eşi tarafından başkalarına satılan kadının; 12 yaşında daha bedeninin değişikliklerine alışamadan hamile kalan kadının; kürtaj yaptırmaya zorlayan sevgili karşısındaki çaresizliğin; defalarca eşi tarafından tecavüze uğrayarak kendi bedeninden nefret eden kadının; yani erkekler tarafından her gün sistematikçe çalınan hayatları anlatıyor bizlere. Polis kocasının işkencelerine dayanamayıp kocasını öldüren kadına, polis üniforması dikme işi verildiğinde de sürüyor erkek şiddeti… Ayrıca kitapta, ataerkinin, kadınların tüm çıkış yollarını kilitlediğine dikkat çekiliyor.
Hayatları çalınan bu sekiz kadının, canlarına tak edip kocalarını öldürdükleri güne kadar, hep yüzlerine kapanmış kapılar. Ailelerinin yanına gitmek istediklerinde, her şeyi geride bırakma cesaretini toplayıp kaçmak istediklerinde “el alem ne der”, “bizim yüzümüzü yere eğme”, “kocandır döver, kocandır yapar” sözleriyle kesilmiş yolları. Kitaptaki hikayelerde kadınlar, her gün eve başka arkadaşlarını getirip onu aynı yatağa sokan, bir köşeye çekilip onun bedeni üzerinden kazandığı paraları bir bir sayan kocalarından bahsedemiyorlar. Karakoldaki polisler eşinden şiddet gördüğünde “aileler dağılmasın” deyip evine geri gönderdiğinde, eşinin onu nasıl daha vahşice dövdüğünü anlatamıyorlar. Kadınlar tüm yaşadıklarına rağmen anlatamıyorlar, el alem bir şey demesin diye!
Sayfaları çevirdiğimizde görüyoruz ki, kadınların hapishanede yaşadıklarını anlatmayı unutmamış Sibel. Çünkü hapse düştüklerinde de kadınların peşlerini bırakmıyor erkek şiddeti. İyi hal indirimi alabilmek için türlü işlerde çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Kadınlara, “çalışmazsan iyi halin düşer, kapalı cezaevine geri döner, bir daha da çıkamazsın” diyen erkek gardiyanlar tarafından çalışmak zorunda bırakılmaları anlatılırken, hapishanenin kendi sermayesini kadınlar üzerinden nasıl döndürdüğü, tutsakken dahi kadınlara nasıl rahat verilmediğine dikkat çekiliyor.
Kadınların kocalarını öldürüğü “o” anlar anlık bir öfke patlaması, sinir krizi ya da cinnet olarak tanımlanamaz. “Yılların öfkesi, yıllar boyu süren şiddete yıllar boyu hazırlanılan bir tepki olabilir” diye yazmış Sibel kitabında. Bu sebeptendir ki belki de hiçbir kadının pişman olmaması, “keşke daha önce yapsaymışım, daha önce kurtulsaymışım ” deyişi.
“Sonucuna katlandıkları tek eylem”
“Sonucuna katlandıkları tek eylem” diye yazıyor kitabında Sibel, Canına Tak Eden Kadınlar için. Fikirleri bile sorulmadan yaşamaya mecbur bırakıldıkları hayatlarında kocalarını öldürmelerini, isyan edip yaptıkları tek eylem olarak değerlendiriyor. Bu yüzden eylemlerini sahipleniyorlar, pişman değiliz diyorlar. Çünkü sadece yaşayabilmek için, kadın olduklarını unutmak zorunda olmadan, yaşamlarında bir erkeğin onları her gün katletmesine izin vermeden, kendilerinden ya da etraftakilerden nefret etmeden yaşamak istedikleri bir hayatları olmalı ve umut taşıyabilmeliler, bütün kadınlar gibi…
Meltem Çuhadar
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.