Savaşların ardından kentlerdeki savaşın izlerini silmek üzerinden başlayan ve kapitalizmin kentleri de birer sermayeye dönüştürmesini anlatan bir kavram olarak kullanılan kentsel dönüşüm, günümüzde savaşın kendisi de olmuş durumda. Dönüşümün ortaya çıkardığı rant bir yana, daha savaş sürerken, kentler de içinde yaşayanlarla beraber düşman sayılıp ortadan kaldırılmak isteniyor.
Gazze… Kobanê… Sur… Her bir sokağı barikat, her bir evi direniş olan bu kentler; içinde yaşayanları, baskılara rağmen gitmeyerek direnmeyi seçenleri etkisiz kılmak için, teslim almak için tahrip ediliyor, yıkılıyor. Kültürel dokuyla beraber toplumsal bellek de siliniyor. Savaş, insanları olduğu gibi şehirleri de hedef alıyor, öldürüyor.
Savaşın Hedefindeki Kentler
Sur’un simgelerinden biri olan Dört Ayaklı Minare’nin ayaklarına sıkılan kurşunların amacı minareyle birlikte ortak kültürü ortadan kaldırmaktı. Buna tepki olarak, Dört Ayaklı Minare önünde “tarihi yapılar yok edilmesin, operasyonlar durdurulsun” diyen Tahir Elçi, basın açıklamasından hemen sonra öldürüldü. Olayda bir muamma yaratılmaya çalışılmışsa da, Elçi’yi öldüren kurşunlarla minareye sıkılanların aynı elden çıktığına kuşku yok. Zaten çok geçmeden, sadece tarihi binaların değil neredeyse tüm evlerin top ateşiyle yerle bir edilmesi, bu saldırıların üzerinde çalışılmış ve zamanlanmış bir plan dahilinde olduğunu ortaya koyuyor.
Aslında devletin böylesi operasyonlara yabancı olmadığını biliyoruz. 90’larda da binlerce köy “güvenlik” gerekçesiyle yakılarak boşaltılmış, insanlar yerlerinden edilmişti. Bir çok yerde baraj yapımının da yerleşimleri ortadan kaldırarak, bölgedeki nüfus yoğunluğunu değiştirdiği, bunun da gene “iç güvenlik” amaçlı özellikle desteklenen bir tutum olduğu resmi ağızlardan da tekrarlanmıştı. Gerçi o zamanlar yaşananlar “düşük yoğunluklu savaş” olarak adlandırılmışsa da, günümüze baktığımızda yerleşim yerlerini boşaltmanın yaygın bir savaş stratejisi olduğunu söyleyebiliriz.
Bir çok mahallesinde sokağa çıkma yasağının sürdüğü Sur’da elektrikler kesik, fırınlar çalışmadığından ekmek bulunamıyor, delik deşik olmuş evlerde kış soğuğunda oturmak imkansız. Halkın özyönetim kararlılığını ve direnişe desteğini kesmek için sokaklarda zırhlı araçlar ve kar maskeli timler bekliyor. Gündelik yaşam durmuş durumda. Neredeyse taş üstünde taş kalmayan Sur’da yaşayanlar başka yerlere göç etmek zorunda bırakıldı ya da zorla evlerinden çıkarılarak sürüldü.
Kobanê’de de DAİŞ saldırıları kent merkezine yaklaşınca, birçok mahalledeki evler DAİŞ’in elindeki ağır silahlarla kullanılamaz hale geldi ve öncesinde başlayan göçle on binlerce Kobanêli, yaşadıkları kentlerden ayrılarak önce Suruç’a geçti, oradan da dünyanın dört bir yanına dağıldı. Geride kalanlar, aylarca su ve yiyecek sıkıntısı çekti. Bu, savaşın öldürücü boyutlarını daha da arttırmıştı.
İsrail kuşatması altındaki Gazze’de de durum benzer. 2 milyona yakın Filistinli, İsrail ordusunun topçu atışıyla ya da havadan bombalayarak kullanılamaz hale getirdiği ve yeniden onarılmasına izin vermediği, su ve kanalizasyon şebekesinin yıkık olduğu binalarda yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Kimi temel gıda ihtiyaçları tüneller aracılığıyla sağlansa da bu da yeterli olmuyor.
İş Makinaları da Cephede
Kentlerin, içindeki insanlarla beraber hedef haline getirilmesi örneklerine günümüzde artık daha sık rastlıyoruz. Kutsal sayılan ya da stratejik önemdeki binaların yanı sıra, artık sıradan konutlar da savaşın birincil hedefi oluyor. “İçme suyu kanallarını keserek susuz bırakmak” bir savaş silahı. Kanalizasyon ve atık su şebekesinin özellikle tahrip edilmesi de hepatit, tifo, kolera gibi enfeksiyon hastalıklarının yayılmasına neden oluyor, ki bu da kentin direnişini kırmak için uygulamaya konmuş bir başka saldırı biçimi. Artık panzerler ve akreplerin yanı sıra iş makinaları, dozerler, kepçeler de cephede!
Hemen her tepede bulunan ve sayıları bin altı yüzü aşan kalekol ve karakollar yetmiyormuş gibi, sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı yerlerdeki okul ya da sağlık ocağı gibi binalar da fiili olarak karakola döndü. Bunun yanı sıra, toplam 36 mahallede yeni “güvenlik noktası” adı altında “yüksek güvenlikli” karakol yapılacağı açıklanıyor. “Daha düzenli işleyen bir güvenlik varlığı…”, “virane şeklindeki yapıların tasfiyesi…” Böyle böyle bahanelendirilse de, uygulanış ve sonuç bakımından tam da “hayata dönüş operasyonu”!
Binalar değişecek, sokaklar, kaldırımlar değişecek. Eski dokusu kaybolmuş olacak ve bambaşka bir yüzle karşımıza sunulacak. Bilmediğimiz, yabancısı olduğumuz, içimizin ısınmadığı bir başka biçimde. Belleği silinecek kentin. Amaçlardan biri de, bu dönüşümle beraber bizim de belleğimizi zayıflatmak, silmek. Bunu yaparken de meşruluk kaygısıyla açıklamalar yapılıyor. Sur, Nusaybin, Silopi vb. yerlerin 90’lı yıllarda çarpık ve kontrolsüz geliştiği, bu olaylar yaşanmasaydı bile kentsel dönüşümün yapılması gereken yerler oldukları açıklanıyor Başbakan Davutoğlu tarafından ve ekleniyor “Sur’u öyle bir inşa edeceğiz ki, aynen Toledo (İspanya) gibi mimari dokusuyla herkesin görmek istediği bir yer haline gelecek.”
Bunların yapılmasının planlandığı yerlerde, toplamda binlerce dönüm alanın acil olarak kamulaştırma kararları çoktan alındı; kimi yerlerde inşaatlara başlandı bile. Örnek vermek gerekirse; Mardin’in Bahçelievler Mahallesi’nde yapılmak için istenen karakol için 3 bin 10 metrekare alan tahsis edilmesi, bu kamulaştırmanın rantsal boyutlarını da gözler önüne seriyor.
Taşınıyor mu, Kaçırılıyor mu?
Savaşın “kentsel dönüşümü” bu kadar da değil. Şimdi ise, abluka altında olan ve yıkık birer kente dönüşen yerler, kaçırılarak ortadan kaldırılmak isteniyor. Mesela Şırnak’ın, 54 km uzakta bulunan kendi ilçesi Cizre’ye, Hakkari’nin de 78 km uzakta bulunan kendi ilçesi Yüksekova’ya taşınması konuşuluyor. Bakalım devlet bu hamlesini gerçekleştirebilecek mi?
Tüm yukarıda saydığımız “dönüşüm”lerin bir de ekonomik boyutu var elbette. Bu işleri yapmaya aday olan kimi şirketlerin, savaş sanayiine de araç gereç ya da doğrudan silah üreten şirketler olduğunu görmek şaşırtıcı değil. Üstelik daha savaş sürerken “kentsel dönüşüm”ün başlatılmış olması, bunun da bir savaş stratejisi olduğunu açıkça belli etmiyor mu?
Gazze’de, Kobanê’de, Sur’da yaşayanlar, yaşadıkları kentleri ve yaşattıkları idealleri savunmayı sürdürdükçe; devletler, savaşı ne pahasına olursa olsun kazanmak amacıyla savaşın boyutunu genişletiyor. Kentler de soluksuz bırakılıyor, yalnızlaştırılıyor, soykırıma uğratılıyor, dönüştürülüyor. “Savaşta önce gerçekler, ardından da kentler ölüyor.” demek, çok da yanlış sayılmasa gerek.
Ama yıkıntılardan hiç mi hiç korkmuyoruz, daha iyilerini yapabiliriz ve daha güzellerini…
Yüreğimizde yeni bir dünya… Büyüyor…
Gürşat Özdamar
[email protected]
Bu Yazı Meydan Gazetesi’nin 31. sayısında yayımlanmıştır.