Geçtiğimiz günlerde, Dikili’de gerçekleştirilen bir “eylem” haberi düştü ajanslara. Habere göre Dikili’de yaşayan bir grup insan, ilçede yapılması düşünülen göçmen kampı için “Dikilimiz cennet gibi, buraya kıymayın” diyerek bir basın açıklaması gerçekleştirmişti. Türk bayraklarının taşındığı açıklamada yapılan konuşmalarda söz alanlardan biri de Dikili Belediyespor başkanı Ahmet Öcal’dı. Öcal konuşmasında, göçmenlerin spor salonunu kullanmasından yakınarak “Spor salonu kullanılamaz hale geldi. Salonun camlarını ve kapılarını kırdılar, formalarımızı yaktılar, toplarımızı patlattılar” diyordu.
Bu “eylemden” birkaç gün önce ise başka bir haber geldi aynı coğrafyanın hemen yakınından. Dikili’nin karşısında bulunan Yunan adası Midilli’de Türkiye’ye gönderilmek üzere bekletilen Mustafa adlı bir Suriyeli, “Bir cehennemden kaçtık, diğerine gitmek istemiyoruz, eğer bizi oraya gönderirlerse, kendimi ve çocuklarımı denize atarım” diyordu. Savaştan kaçan Suriyeli Mustafa can, Dikilili “beyaz” Ahmet, top ve forma derdindeydi…
TC devleti ile AB arasında yapılan göçmen anlaşması uyarınca, Avrupa’ya geçmek üzere Yunan adalarına ulaşan Suriye ağırlıklı göçmenlerin Türkiye’ye gönderilmeye başlanacağı 4 Nisan tarihinden birkaç gün önce ajanslara düşmeye başlayan bu haberlerin muhtemelen devamı da gelecek gibi görünüyor. Geçtiğimiz yıl sonlarında başlayan ve TC devletinin başbakanına göre “Kayserili pazarlığı”, dünyadaki ve coğrafyamızdaki muhalif kamuoyuna göre ise “kirli pazarlık” olarak adlandırılan görüşmeler, geçtiğimiz Mart ayı ortalarında sonuçlandı. Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Af Örgütü gibi, özünde devletlerin savaş politikalarını aklamakla yükümlü kurumların bile tepkisini çekmesi nedeniyle, söz konusu anlaşma, “kirli” tanımını sonuna dek hak ediyor.
Şantaj Malzemesi Olarak Göçmenler
Anlaşmanın bir tarafındaki TC devleti, yaşamları pahasına topraklarına sığınan insanları bir şantaj malzemesi olarak kullanıyor. Bunu yaparken de bir yandan bu durumu iç politikada propaganda olarak kullanmaktan çekinmiyor: Suriye rejiminin zulmüne uğramış insanlara kucak açan “müşfik” TC devleti. Devlet politikaları paralelinde yayın yapan ana akım medyada servis edilen haberler de hep bu minvalde.
Diğer yanda ise AB devletleri, göçmenlerin sınırlarından içeri girmemesi pahasına, para başta olmak üzere, TC devletinin Kürt halkına yönelik katliamları ve coğrafyadaki diğer ezilenlere yönelik artan baskısına karşı “başını öte tarafa çevirmek” şeklinde özetlenebilecek bir dizi taviz vermeye hazırlanıyor.
Güvenli Bölge Ne Kadar Güvenli?
Anlaşmayı “yasadışı” ve “gayri insani” olarak niteleyen küresel bazdaki insan hakları kurumları ise TC coğrafyasında devletin Kürtler üzerinde yürüttüğü savaşa gönderme yaparak, göçmenlerin yerleştirilmeleri gereken bölgelerin güvenliğine dikkat çekiyor. Bu kurumlara göre, TC güvenli bir üçüncü ülke değil. Tam da bu sebeple, yaklaşık iki yıldır, savaşın sürdüğü Suriye’de güvenli-tampon bölge ilan ettirmeye çalışan TC devletinin toprakları, anlaşma sonrası Avrupa’nın göndereceği göçmenlerle, fiilen güvenli olmayan-tampon bölge durumuna gelecek.
AB devletlerinin, anlaşma kriterlerinden biri olarak sunulan TC vatandaşlarına vize serbestisi için yerine getirilmesini şart koştuğu 72 maddenin hayata geçirilebilmesi, anlaşmanın önemli parametrelerinden biri. Ancak bu maddelerin uygulamaya geçmesi, devletin muhalifler üzerinde artan baskısını azaltmasıyla ters orantılı bir ilişki içinde. Örneğin böylesi bir durumda “terör” tanımının içeriğinin değişmesiyle birçok davanın düşmesi söz konusu olabilir. Benzer şekilde yolsuzlukla mücadele için de devlet kurumları üzerinde “şeffaf ve bağımsız” denetleme mekanizmalarının oluşturulması, bu 72 kriter arasında yer alıyor. TC devleti tarafından iç politikada seçim malzemesi olarak kullanılması amaçlanan “vize serbestisi” yalanı, aslında bu iki örnekle bile deşifre oluyor.
İnsanların yaşamlarını hiçe sayan ve göçmenlerin kendilerini bekleyen bir bilinmeze sürüklenmesi dışında hayata geçme şansı bulunmayan bu anlaşma, tarihe, devletlerin kirli politikalarının çağımızdaki bir örneği olarak geçmeye hazırlanıyor. Bizler de, TC ve AB özelinde devletlerin, “söz konusu çıkarlar olunca insan yaşamı teferruattır” pratiğine bir kez daha şahit oluyoruz.
Yine geçtiğimiz günlerde bir göçmen haberi daha vardı ajanslarda. Üç çocuk babası 36 yaşındaki Suriyeli Amir Hattab, İstanbul-Bağcılar’da rögar kapağını açıp kanalizasyona atlayarak yaşamına son vermişti. Dikili’deki “duyarlılık”, ilçelerinin göçmenler nedeniyle “kirleneceğinin” derdine yanadursun, Amir’in bu sarsıcı intihar biçimi devletlerin savaş politikaları ve kirli ittifaklarının nasıl bir coğrafya yarattığını seriyor gözler önüne.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.