Bedenlerimiz, benliğimiz ve yaşamlarımızın her alanı; ataerki tarafından baskılanmış, kapitalizm tarafından kuşatılmış, devlet tarafından yok sayılmıştır. Devlet, kadın düşmanlığını her geçen gün daha fazla beslemiş, kapitalizm ise biz kadınları her geçen gün daha da metalaştırmış; ataerkil zihniyeti destekleyerek yaşamdan yoksunlaşmamızı ve yoksullaşmamıza sebep olmuştur.
Kapitalizm Kadın İçin Hep Kriz Demektir
Kapitalizm, sonsuz üretim ve sonsuz tüketim sistemiyle, hem ekonomik hem de sosyal olarak yaşamlarımızı topyekun bir sömürüye maruz bırakır. Biz kadınlar, kapitalizmden de nasibini en fazla alanlar oluruz.
Üretim süreçlerinde ucuz iş gücü olarak görülerek vasıfsızlaştırılıyor, ürünlerin pazarlanmasında ve vitrininde cinsel objeye dönüştürülerek metalaştırılıyoruz. Üretimde ucuz iş gücü, kapitalist pazarda meta iken ev içinde de hizmetçi, eş, anne oluyoruz. Temizlik, yemek, erkeği motive etmek, çocuk bakımı bizlerin zorunlu işleri sayılıyor. Zaten ucuz olan kadın emeği, ev içinde tamamen görünmez kılınıyor.
İçinden geçmekte olduğumuz gibi, kendisi kriz olan kapitalizmin “kriz” olarak nitelediği zamanlarda ise, en çok olan yine biz kadınlara oluyor. Kimi durumda işten atılıyor; kimi durumdaysa gelir dağılımının bozulması, ev gelirinin azalmasıyla ve ucuz işgücü olmanın “avantajıyla” daha fazla istihdam edilmeye başlıyoruz.
Var olduğu günden bu yana ataerkiden bağımsız gelişmeyen kapitalizm, bugün de kendi yarattığı krizlerin etkisini yine kendisini besleyen ataerkinin toplumsal cinsiyet etmeni ile belirginleştiriyor. Kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz, kadın katliamları böyle süreçlerde daha da yükseliyor.
Daha fazla veya daha az; ekonomik krizin olduğu veya olmadığı her koşulda kapitalizm için kadın ezilmesi gerekendir. Kapitalizm biz kadınlar için hep kriz demektir.
Devlet Kadın İçin Hep Yok Oluş Demektir
Devlet için biz kadınlar, bir yandan muhafaza edilmesi gereken, muhafaza edilmeyi reddettiğimizde ise katli vacip görülenleriz. Muhafazakarlaşan devletin kadın politikaları ve devlet erkanının yükselen kadın düşmanı söylemleriyle, bu durumu günden güne daha da derinden hissetmekteyiz. Devlet, nüfus politikalarının da bir parçası olarak, kürtajımızdan kaç çocuk doğuracağımıza kadar yaşamlarımızı belirlemeye çalışıyor. Kadın değil aile vurgusuyla, kadını aileye sıkıştırıyor. Yeterince sıkıştırılmıyormuşuz gibi, kadın katilleri, tecavüzcüleri de “iyi hal” ya da “tahrik” indirimleriyle, tecavüz yasalarıyla taçlandırılarak destekleniyor.
Biz kadınlar, devletin kadın politikaları ve yükselen kadın düşmanlığı ile, yaşamlarımızın her alanında daha fazla baskı, şiddet, taciz, tecavüz ve katliamla karşı karşıya kalıyoruz. Kahkaha attığımızda, şort giydiğimizde, parkta spor yaptığımızda, hamileyken sokağa çıktığımızda ya da kürtaj olduğumuzda, 5 çocuk doğurmadığımızda, evli olduğumuz erkekten boşanmak istediğimizde, en nihayetinde sadece “kadın olduğumuz için” maruz kalıyoruz bunlara. Dinsel öğretiler, kültürel ve ahlaki normlar, kurallar, yasalar, örf ve adetler, sürekli olarak yaşanmakta olan bu cinsiyetçiliği gittikçe daha da normalleştiriyor.
Muhafazakarlaşan devlette değişmeyen; devletin her koşulda baskı, otorite, şiddet, katliam anlamına geldiği ve erkek olduğu gerçeğidir. Devlet biz kadınlar için hep yok oluş demektir.
Seçme-Seçilme ve Referandum Kadın İçin Kazandığını Zannederken Kaybetmek Demektir
Bu kriz ve yok oluş arasında var olmaya çalışan biz kadınlara çare olarak, yine sömürünün daha azına- çoğuna “evet” veya “hayır” demek üzere sandığa gitmek sunuldu. Biz kadınların yaşamın her alanındaki adaletsizliklere karşı mücadelesi, sandıklara sıkıştırılmaya çalışılıyor. Sandıktan gelecek “iyi” veya “kötü” sonuçla her şeyin değişeceği yanılsaması yaratılmak isteniyor. “İyi yaşamak” adına seçim şansımız olduğunu sandığımız bu erkek dünyanın döngüsünde, her defasında çaresiz hissettiriliyoruz. Hayallerimiz bazen çeyiz, bazen seçim ya da referandum sandıklarına kapatılıyor.
Hep seçimler, referandumlar gerçekleşti. Hep “kazanırsak daha iyi olacak” denildi. Bazen “iyi” oldu, kazanıldı. Bazen “kötü” oldu, kaybedildi. Ancak kadın, her iki koşulda da kaybetti; ne özgürlük ne de adalet geldi. Biz kadınlar için evde, işte, sokakta, devletlerin ve kapitalizmin hükmettiği yaşamlarımızın her alanında baskı, şiddet ve katliamlar artarak devam etti. Seçme seçilme ve referandumla bir şeylerin değişeceğine, düzeleceğine inanmak; kadın için kazandığını zannederken kaybetmek demektir.
Kadın İçin Kadın, Çözüm Demektir
Hangi bölgeden, nasıl bir kültürden, kaçıncı sınıftan olursak olalım hepimiz kadınız. Dertlerimiz, sorunlarımız, ezilmişliğimiz kadınlığımızdan geliyor. Kadın olduğumuz için şiddet görüyoruz. Kadın olduğumuz için tecavüze uğruyor, istenileni vermeyince katlediliyoruz. Devletin savaşlarında, kapitalizmin krizlerinde talan ediliyoruz. Kadın olduğumuzu hatırlamayalım diye baskılanıyor, bu baskıya rağmen hatırlarsak ve diğer kadınlara da hatırlatmaya kalkışırsak kapatılıyoruz. Kadın olduğumuz için yok sayılıyor; söz konusu seçimler olduğunda “birilerinin” kazanma savaşında, oy potansiyeli olarak hatırlanıyoruz.
“Her birey kendi özgürlüğü ve gücü üstünde hak iddia etmediği sürece kimse özgür olamaz.” der Emma Goldman yoldaş. Biz kadınlar için, kendimiz için, birbirimiz için, yaşam için mücadele etmekten başka çözüm olamaz. İhtiyacımız olan, bütünlüklü bir mücadeledir. Ne yalnızca ekonomik, ne yalnızca politik, ne yalnızca sosyokültürel; yaşamlarımıza sahip çıkmamızı sağlayacak olan, bütünlüklü bir özgürlük mücadelesidir. Özgür bir yaşamı yaratmak adına verdiğimiz bu mücadelede, birlikte olmaya ihtiyacımız var. İhtiyacımız olan, örgütlü bir mücadeledir.
Özgürce düşleyebileceğimiz, düşlediklerimizi eyleyebileceğimiz, kadın olduğumuzu hatırlayarak beraberce yaratabileceğimiz bir yaşam istiyoruz. Bu yaşamı yaratacak çözümler ne devlette ne de kapitalizmdedir. Bizlerin ruhlarında, bizlerin sözlerinde, bizlerin ellerindedir. Bütün bunlar için, birbirimize, kadının ruhuna ve gücüne inanmaya ihtiyacımız var! Şimdi, kadın kardeşim, yoldaşım; ihtiyacımız olan sensin!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.