Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (3) : Radikal Coğrafya Tartışması – Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt


Toplumsal muhalefetin gündemini meşgul eden farklı tartışmalarda ve farklı disiplinlerde olduğu gibi toplumsal muhalefetin gündeminde yaratıcı bir bakış açısı yaratan ve böylece iyi bir eleştirel literatür oluşturan uzam/mekan politikalarında da anarşist bir perspektifin var olması gerektiğini belirtmiştik.

Bu bağlamda geçtiğimiz sayıda bu bölümde radikal coğrafyacı Simon Springer’in 2004 yılında Dialogues in Human Geography dergisinde yer almış “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” yazısından bazı bölümleri sizlerle paylaşmıştık. Bu sayıda, David Harvey’nin Springer’in makalesine cevap olarak yazdığı “Dinle Anarşist!” Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt adlı makalesini sizlerle paylaşıyoruz. Radikal Coğrafya Tartışmasının son bölümünde de Springer’in Harvey’e verdiği cevaptan bölümleri bir sonraki sayımızda yayınlayarak tartışmayı sona erdireceğiz.  

 

D. Harvey’nin S. Springer’e Cevabı

“Dinle Anarşist!” Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt

Simon Springer, radikal bir coğrafyanın neden köhne bir Marksist yaklaşımdan çok taptaze anarşist bir yaklaşım benimsemesi gerektiği konusunda etkili ve ihtilaflı bir makale yazdı. Bu türden her polemikte olduğu gibi Springer’in makalesinde de bir yanlış bilgi, abartma ve ad hominem eleştiri kotası var ama tartışmaya değer, önemli meseleler de gündeme getiriyor.

Öncelikle kendi konumumu açıkça belirteyim. Son (anarşizmle uzun süredir devam eden bağlantısını kopardıktan sonraki) yazılarında “Solun geleceği[nin], son tahlilde, günümüzde ve ufukta belirmeye başlayan gelecekte, hem Marksizm hem de anarşizm içerisinde geçerli olan şeyleri kabul etme yetisine bağlı” olduğunu düşünen Murray Bookchin’le aynı duyguları paylaşıyorum (ama onunla tamamen aynı fikirde değilim). “Devrimci geleneğin -Marksizmin ve anarşizmin- en iyi yönlerini, bugün karşı karşıya olduğumuz türden sorunlara değinen yollar ve biçimlerde bir araya getirebilecek yaklaşım”ı tanımlamamız gerekiyor.

Makalesine bakarsak Springer böyle bir projede yer almak istemiyor. Daha çok, anarşizmle Marksizm arasındaki ilişkiyi, bu ikisi sanki birbirlerini dışlıyormuş, hatta birbirine düşmanmış gibi kutuplaştırmaya azmetmiş görünüyor. Bence bu anlamsız bir çaba. Kendi Marksist bakış açıma göre, son birkaç yıldır (“Occupy” gibi hareketlerde) epey bir siyasi aktivizmi harekete geçiren otonomist ve anarşist fikir ve taktikler takdir ve analiz edilmeli, uygunsa desteklenmelidir. Gezi Parkı ve Brezilya şehirlerinin sokaklarında olup bitenlerin veya “Occupy”ın ilerici hareketler olduğunu düşünüyorsam ve bunlar ister bütünüyle, ister kısmen anarşist ve otonomist düşünce ve eylemle hayat bulmuşlarsa, neden onlarla olumlu bir ilişki kurmayayım ki? (…)

Toplumsal anarşistler mekan, yer ve çevre sorunlarına tipik olarak çok daha fazla ilgi ve duyarlılık gösterir (bunlar, çoğu coğrafyacının disiplinin merkezinde olduğunu kabul edeceğinin düşündüğüm genel kavramlar). Marksist gelenek bu tür konulara, ne yazık ki toptan ilgisizdir. Ayrıca kentleşmeyi, kentli toplumsal hareketleri, mekan üretimini ve eşitsiz coğrafi gelişmeleri (kuruluşunda Marksist sosyologların belirgin rol oynadığı, 1977’de yayımlanmaya başlayan İngilizce yayımlanmaya başlayan İngilizce-Fransızca International Journal of Urban and Regional Research [Uluslararası Kent ve Bölge Araştırmaları Dergisi] ve Lefebvre gibi aşikar istisnalar dışında) büyük oranda göz ardı eder. Ana akım Marksizm, çevre meselelerinin veya kentleşmenin ve kentsel-toplumsal hareketlerin sermayenin çelişkileri içindeki önemini ancak görece yakın zamanda (örneğin, 1970’lerden beri) görmeye başladı. 1960’larda çoğu ortodoks Marksist, çevre meselelerini küçük burjuva romantiklerin derdi sayardı (1971 tarihli Post-Scarcity Anarchism [Kıtlık Sonrası Anarşizm] içindeki çok okunan makalesi “Listen Marxist!”te [Dinle Marksist!] duygularını açığa vuran Murray Bookchin’i çileden çıkaran da buydu). (…)

1972’de yazdığım etkili bir makaleyle radikal değişimi ben başlatmışım ve Steen Folke de radikal coğrafyanın sadece Marksist olabileceğinde ısrar ederek değişimi tamamlamış gibi gösteriyor Springer. Ardından, eserlerim “takip eden coğrafyacıların büyük çoğunluğu için mihenk taşı” olduğundan, “üretkenliğim” radikal coğrafyayı Marksist saf içine hapsediyor. Anlaşılan Springer radikal coğrafyayı bu baskıcı Marksist güçten kurtarmak, gerçek anarşist kökenlerine dönmesini sağlamak istiyor.(…)

Peki, benim sözde (ve sık sık şüpheli) Marksizm’im ile Springer’ın anarşizmini ayıran temel fark ve engeller neler? Bu konuda Springer’ın tartışmasını pek doğru bulmuyorum. Springer, bütün Marksistleri, komünizm tarihi sonlandıracak stabil aşamaya gelmeye çalıştığında güya yitip gidecek bir komünist devlet, bir proletarya diktatörlüğü kurması kaçınılmaz olan bir öncü partinin teleolojisine inanan küresel bir proleter sınıf kavramına kapılıp gitmiş, elinde bir tarihte aşamalar teorisi, sokak sokak gezip satmaya çalışan işlevselci tarihçiler olarak karikatürize ediyor. Evet, belirli tarihsel dönemlerde bazı komünistlerin ve bazı durumlarda komünist partilerin parti dogması olarak bu çizgiye paralel bir şeyler (nadiren bu kadar basit bir biçimde olsa da) ileri sürdüğü inkar edilemez. Ama ben şahsen, Marksist eğilimleri olan coğrafyacıyla karşılaşmadım ki bu şekilde düşünsün; ayrıca Marksist gelenekte böyle şeyler söylemeye biraz yaklaşmamış (Lukacs ve Gramsci’den tutun, E. P. Thompson, Raymond Williams, Terry Eagleton’a kadar) yığınla yazar var. Üstelik çağdaş Marksist ekonomi-politiğin büyük kısmı çağdaş sermayenin kriz eğilimlerini anlamaya çalışmakla o kadar meşgul ki, bu saçmalıklarla uğraşacak vakti yok. Ama Springer, (Marksist eğilimleri olan bir coğrafyanın değil) kendisinin seçip tanıladığı, yanlışlığı tarihsel olaylarla son derece açık şekilde kanıtlanmış temalar üzerinden, biz Marksistlerin tek yaptığının köhnemiş temaları ısıtıp ısıtıp kullanmak olduğunu iddia ediyor. Dahası, anlaşılan biz Marksistler anarşistlere her baktığımızda sadece, rakipsiz düşman olarak devleti görüp ona karşı duran insanlar görüyor, dolayısıyla anarşistlerin de anti-kapitalist olduğunu yadsıyoruz. Bütün bunlar paranoyak saçmalıklar değilse, safi karikatür. İki gelenek arasındaki ilişkinin bütün gerçek ve girift karmaşıklığını, olsa olsa 1872’de Paris Komünü’nün acı yenilgisiyle zehirlenmiş siyasi atmosferdeki Marx ile Bakunin kavgasının çizdiği bir ideolojik çerçeveye tıkıştırıyor. Açık fikirli, özgürlük sevdalısı anarşist Springer’ın, şu anda önümüzde açık olan düşünsel ve siyasi olasılıkları haczetmeye çalışması tuhaf. (…)

Kentleri tarihsel-coğrafi açıdan inceleyen bir uzaman olarak, Marksistlerin gündelik yaşam politikaları pahasına üretime öncelik vermesinden her zaman rahatsız oldum, hatta bununla mücadele ettim. Sınıfsal ve toplumsal eşitsizliklerin işyerindeki iş bölümleri kadar, konut farklılaşmasının bir ürünü olduğunu, bir “bütün” olarak kentin hem sınıf mücadelesinin hem diğer toplumsal mücadelelerin başta gelen bir alanı olduğunu ve bu mücadelelerin büyük kısmının gündelik yaşam alanında gerçekleştiğini uzun zamandır savunuyorum. Bu tip mücadeleler değerin üretiminden çok değerlendirilmesiyle ilgilidir. 1984 gibi erken bir tarihte “Halkların coğrafyası halka dayanmalı ve halkın vicdanının kaynağına giden derin köklerle gündelik hayatın kumaşına dokunmalıdır” diyordum.

Kent açısından bakıldığında değer üretimi bile yeniden düşünülmelidir. Örneğin, Marx, taşımanın bir değer olduğunda ve artı değer üretme potansiyeline sahip olduğunda ısrar etti. Hızla yükselen lojistik sektörü değer ve artı değer üretimiyle dolu. ABD’de en büyük işverenlerden biri artık General Motors değil McDonalds iken araba üretmenin değer ürettiğini ama hamburger yapmanın üretmediğini nasıl söyleriz? Manhattan’da 86. ve 2. Caddelerin kesişiminde durduğumda sayısız dağıtım arabası, otobüs ve taksi sürücüsü görüyorum; Verizon ve Con Edison işçileri kablo tamiri için sokakları kazıyor; sokağın aşağısında su şebekesi tamir ediliyor; başka işçiler yeni metroyu inşa ediyor; sokağın bir tarafındaki iskeleyi söküp, diğer tarafındakini kuruyor; bu arada kahve dükkanı kahve yapıyor, 24 saat açık lokantadaki işçiler yumurta çırpıp çorba satıyor. Bisikletle evlere Çin yemeği götüren şu çocuk bile değer yaratıyor. Son zamanlarda dikkate değer oranda artan, geleneksel olarak tanımlanan imalat ve tarımdaki işler değil, bu türden işlerdir ve hepsi de değer ve artı değer üretir. Manhattan koca bir değer yaratım adasıdır. Kent yaşamının üretim ve yeniden üretiminde çalışanların sadece yarısı bu türden değer ve artı değer üretiminde çalışsa, geleneksel imalattaki otomasyondan ve tarımın sanayileşmesinden kaynaklanan kayıpları kolaylıkla telafi eder. İş başındaki çağdaş proleterler bunlardır ve Springer ana akım Marksist düşüncenin büyük kısmının bu yeni durumu (ki aslında tamamen yeni de olmadığı ortaya çıkıyor) anlamakta güçlük çektiğinden yakınmakta gayet haklı. Pek çok toplumsal anarşist grubun içinde yerleşmiş olduğu proleter dünya budur. (…)

Gündelik yaşam perspektifleriyle hiçbir sorunum yok ve bu konudaki toplumsal anarşist duruşu alkışlıyorum. Bununla birlikte bir ikazım var: bireysel veya yöresel perspektiften bakıldığında gündelik yaşam sorunları, bir bütün olarak kentin yaşam sorunlarından farklı görünüyor. Kropotkin’den Patrick Geddes’e, Mumford’a ve anarşizmden esinlenen şehir planlamacılarına geçiş işte bu yüzden benim için önemli bir mesele haline geliyor. Şehirdeki kent yaşamını bir bütün olarak nasıl düzenlemeli ki insanların gündelik yaşamı “pis, hayvanca ve kısa” olmasın? Bu, biz radikal coğrafyacıların üzerinde durması gereken bir soru. Toplumsal anarşist geleneğin bu kısmı -aradaki basamakları atlayıp yerel düzeydeki hırslar ve gayetler ile metropol ölçeğinde meseleleri bütünleştirivermesi- açıkça kusurlu olsa da paha biçilmezdir. Çoğu anarşistin, anlaşılan buna Springer dahil, hiyerarşiden esinleniyor göründüğü veya devlet eliyle müzakere etmeyi ya da devlet erkini kullanmayı gerektirdiği için bunu göz ardı etmesinden, hatta elinin tersiyle itmesinden üzüntü duyuyorum. (…)

Eğer anarşizm Springer’ın dediği gibi birincil olarak “yeni örgütlenme biçimleri yaratma arzusuyla her günü yeniden fiilen icat etmekle” ilgiliyse, yüzde yüz destekliyorum. Eğer çalışma, yaşama, yaratma, eylemde bulunma, düşünme ve kültürel etkinlikleri ayırmıyor, bunları tek parça bir yaşam ağı içinde (bütünlüklü olarak) bir arada tutuyor ve o yaşamı yeniden şekillendirmeye çalışıyorsa, buna ben de yüzde yüz katılırım. Gündelik yaşamı farklı (Raymond Williams’ın ifadesiyle) “duygu yapıları” etrafında yeniden şekillendirme arayışı, Springer ve biyopolitikayla uğraşan otonomistler için olduğu kadar, benim için de kritik öneme sahip.

Ama bence sonuçlar bundan da genel. Hepimizin perspektiflerini birleştiren şey, giderek daha anlamsız görünen bir toplumsal dünyada, bulabildiğim en iyi isimle “bir anlam arayışı”dır. Bu, giderek daha da yabancılaştırıcı hale gelen bir dünyada olabildiğince yabancılaşmamış bir yaşam sürmek için gerçek bir girişimde bulunmayı gerektirir. Tanıdığım toplumsal anarşistlere bu girişime duydukları derin kişisel ve düşünsel adanmışlıktan dolayı hayranlık duyuyorum. (…)

Springer isyancı politikaları devrimci politikalara tercih ediyor. Sebebini, devrimciler hiçbir zaman gelmeyen devrim için durmadan planlar yaparak “tarihin bekleme odası”nda sonsuza kadar otururken asilerin “bunu şimdi yapmasına” dayandırıyor. Eh bazen yapar, bazen yapmazlar.

Bağımsız eylemlerle kendiliğinden doğan, “amaçtan yoksun bir araç” olarak görülen ve “birbirimizi özgürleştiremeyiz, ancak kendimizi özgürleştirebiliriz” fikri üzerine temellendirilen sürekli isyanlara ben şahsen güvenmiyorum. İsyan yoluyla bireysel özgürleşme iyi güzel de diğer herkes ne olacak?

Bookchin’in bütün bu konulardaki çizgisini eksik olsa da ilginç buluyorum. Islah edilemez birer baskı ve insan özgürlüğünü yadsıma araçları olarak gördüğü devlete ve hiyerarşilere kararlılıkla karşı durmakla birlikte Bookchin, iktidarı alma zorunluluğu konusunda naif değildi:

Her devrim, hatta temel değişime yönelik her girişim, iktidardaki elitlerin direnciyle karşılaşacaktır. Devrimi savunma çabaları -hem fiziki hem kurumsal ve idari – iktidarın toplanmasını, yani hükümet yaratılmasını gerektirecektir. Anarşistler devletin ilgasını isteyebilir, ama burjuva devletin doludizgin terörle topyekun geri dönmesini önlemek için bir şekilde zor kullanmak zorunlu olacaktır. Zira liberter bir örgütün, devrimci kitlelerin de desteğiyle iktidarı alabilecekken yersiz “devlet” yaratma korkusu yüzünden bundan kaçınması en iyi ihtimalle kafa karışıklığı, en kötü ihtimalle toptan bir cesaret iflasıdır.

(…) Springer’ın “dünün harcanmış fikirler denizinde havanda su dövmek” olarak gördüğü işte bu! Buradaki sorun, Springer’ın mutabakata dayalı yataylığı tek kabul edilebilir örgütlenme biçimi olarak fetişleştirmesidir. Uygun ve etkili çözümlerin incelenmesi önünde duran tek ve dışlayıcı dogma budur. Son yıllarda farklı çizgiden anarşistlerin benimsediği (bazılarını yerli pratiklerden uyarladığı), Graeber’in ifadesiyle, “zengin ve büyüyen bir örgütsel araçlar gösterisi”ne evet diyorum. Olası sol örgütlenme biçimleri repertuarına çok büyük katkıları oldu. Ve elbette demokrasiyi yeniden icat etme kritik amacının temel bir mesele olması gerektiğinde hemfikirim (kim olmaz ki). Ama kanıtlar açıkça gösteriyor ki, bir yandan tutarlı bir anti-kapitalist politika peşinden koşarken bir yandan da demokrasiyi yeniden icat edeceksek, bugün pek çok anarşist ve otonomistin kendini içine hapsettiğinin ötesine geçen örgütlenme biçimlerine ihtiyacımız var. Örneğin, Negri ve tanıdığım birkaç Yunan anarşisti gibi ben de Syriza’yı ve Podemos’u destekliyorum; devrimci oldukları için değil, farklı bir siyaset türüne ve farklı bir toplumsal ilişkiye yer açılmasına yardım ettikleri için. Siyasi gücün harekete geçirilmesi esastır ve devletin bir radikalleşme alanı olabileceği göz ardı edilemez. Otonomist ve anarşist meslektaşlarımın pek çoğundan ayrıldığım noktalar işte bunlar.

Ama bu katıldığımız diğer pek çok anti-kapitalist mücadelede işbirliği yapmamıza ve birbirimize yardım etmemize engel değil. Gerçek fikir ayrılıkları verimli işbirliklerine engel olmamalı. Velhasıl, ulaştığım sonuç şudur: bırakın radikal coğrafya neyse o olsun: radikal coğrafya; bütün “izm”lerden bağımsız, ne daha az, ne daha çok.

İngilizce’den Çeviren Erkan Ünal’ın Cogito dergisinin 84. sayısında yer alan çevirisinden yararlanılmıştır.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.