Gazetelerin üçüncü sayfalarında her gün yayınlanan haberler, ana haber bültenlerinde 45 saniyelik görüntülerle servis edilen “dramlar”, öğlen kuşağı programlarında her gün bir yenisi ortaya çıkan “skandallar”… Kadınlara ve çocuklara yönelik tacizler-tecavüzler, faili erk’ek olan cinayetler, sürekli olarak artan erkek şiddeti…
Şiddet, özellikle toplumsal cinsiyet temeline dayanan haliyle, artık yaşamlarımızın bir parçası haline getirilmiş vaziyette. Şiddet olgusunun kendisinin toplumsal cinsiyet normlarıyla olan bu sıkı ilişkisi sürdükçe, şiddetin normalleştirilme süreci de kesintisiz işlemekte. Giderek devam eden bu aşırı normalleştirme, büyük bir duyarsızlığı ve tepkisizliği de beraberinde getirmekte.
Şiddetin Normalleştirilme Süreci
Şiddetin normalleştirilme süreci üzerine yapılan çalışmalar, şiddet olgusunun kendisine ilişkin bütünlüklü bir yaklaşımı da beraberinde sunar. Toplumun her kesiminde iktidar ilişkilerine bağlı olan şiddet, tahakkümü elinde bulunduran kesimin iktidarı sarsıldığında ortaya çıkmaya başlar. Şiddetin kadına yönelik olan boyutu da tahakkümü elinde bulunduran erk’eğin egemenlik kaygısıyla açığa çıkar. Bu kaygı, söylendiği gibi yalnızca eğitimsiz ya da refah seviyesi düşük olan erkeklerde değil; her sınıftan, her kültürden ve her tipten erkekte bulunur.
Toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş roller bağlamında şiddet uygulayan erkekler aslında “anormal” davranmaz, iktidarlı ilişkiler bütününde bakıldığında, erkek “normal” davranmış olur. Dahası bir süre sonra erkeğin “gerçekliği” kadının gerçekliğini baskılamakta ve değiştirmektedir. Kadınlar şiddeti gündelik hayatlarının olağan bir parçası olarak görmeye zorlanmaktadır.
Aşırı Normalleştirerek Başa Çıkma: HyperNormalisation
Yapımcı Adam Curtis’in 2016 yılında yayınlanan HyperNormalisation belgeseli, “hiçbir şeyi değiştiremeyeceği kapanına kısılan insanlığın öyküsü”nü anlatıyor. 1975’ten bugüne kadarki zaman diliminin küresel çaptaki politik ve kültürel tarihine dair yeni bir perspektif yaratmaya çalışıyor.
Hypernormalisation, küresel çapta yürütülen politikalar sonucu iktidarlar tarafından dayatılan gerçekliğin dışında bir ihtimali düşünememe haline sürüklenmeyi ifade eden ve çevirisini “aşırı normalleştirme” olarak yapabileceğimiz bir kavram. Kavram, karşılaşılan herhangi bir olumsuz durumla başa çıkmanın ancak o durumun “aşırı normalleştirilmesiyle” mümkün olacağını ifade ediyor.
Bugün iktidarların tamamı ellerinde bulundurdukları manipülasyon imkanlarını kullanarak kitleleri hareketsiz hale getiriyor. Yürütülen algı yönetimi politikaları sonucu “varolan gerçeklikler” manipüle ediliyor. Her gün kendi yaşamsal gerçekliklerinin dışında iktidarlar eliyle yaratılan “yapay gerçekliklere” maruz bırakılan bireyler, içinde bulundukları sistemi öylesine kaçınılmaz bir parçası yapılıyor ki; artık varolan gerçekliğin dışında ya da ötesinde başkaca bir olasılığı düşünemez hale getiriliyor. Geleceğe umutla bakma ihtimalini günden güne yitiren kitleler, hiçbir şeyin değişemeyeceğine inanmaya zorlanıyor. Bu zorlanmada kendilerine dayatılan “yapay gerçeklikleri” ya da distopyayı giderek normalleştirenler, sürüklendikleri umutsuzlukla ancak bu şekilde başa çıkabiliyor: Hipernormalize ederek yani aşırı normalleştirerek.
Kadına Yönelik Şiddetin Aşırı Normalleştirilmesi ve Tepkisizlik
“Herhangi bir veriyi aşırı normalleştirerek onunla başa çıkabilme” durumu, özellikle kadına yönelik şiddetle alakalı olarak da karşımızdadır. Kadın cinayetleri, kadınlara ve çocuklara yönelik taciz ve tecavüz, artarak süren şiddet… erkek iktidarlar tarafından artık gündelik rutinlerimizin parçası haline getirilmiş durumda.
Yaşadığımız coğrafyada erkekler 2014 yılında 281 kadını; 2015 yılında 303 kadını; 2016 yılında ise 306 kadını katletti. 2017 yılının yalnızca ilk ayında ise erkekler 37 kadını katletti. Birer istatistik olarak konuşmaya zorlandığımız “kadına yönelik şiddet” başlığı; geride bıraktığımız üç yıldan bu yana sürekli olarak artış gösterdi. Her gün gündeme gelen yeni şiddet vakaları istatistiklere, kadın cinayetleri gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine sıkıştırıldı; giderek kanıksandı.
İstisnasız her gün izlediğimiz-okuduğumuz-dinlediğimiz kadına yönelik şiddet haberleri, yaşamlarımızı sonlandıran gerçeklikler olmasının dışında, bugün sadece birer “haber” ya da “istatistik” değerinde. Özellikle medya aracılığıyla sürekli olarak maruz kaldığımız bu “haberler”, durumun vahametini göstermenin dışında çok başka bir amaca, yaşanan bu şiddeti aşırı normalize etmeye ve bu şiddete maruz kalması olası bireylerin bu “gerçeklikle başa çıkabilmesi”ne zemin hazırlıyor.
Bir gün gözaltına alınıp ertesi gün serbest bırakılan tacizciler; önce tutuklanıp ardından serbest bırakılan, sonra yine gözaltına alınan erk’ek katiller; tutuklanıp tutuklanmadığı belli olmayan istismarcılar söz konusu şiddetin failleri olmaktan öte bu şiddetin hipernormalize edilmesinde yani aşırı normalleştirilmesinde sıkça kullanılan etmenlere dönüşüyor.
“Normal” şartlar altında tahammül edilmesi imkansız olan bu gerçekler artık erk’ek iktidarların bitmek bilmeyen manipülasyonlarıyla aşırı normalize edilmiş ve beraberinde çok büyük bir tepkisizliği de getirmiş durumda. Şiddetinin “nedeni”nin “makul” olması, şiddetin failinin (sonrasında kuşkusuz serbest bırakılacak olsa bile) ilk aşamada gözaltına alınması ya da tutuklanması; bu şiddet ögelerinin sürekli yayınlanarak bir “normalleşmeye” yol açması; kadına yönelik şiddetin hipernormalizasyonunu yaratmaya başlıyor. Bir gün bu şiddetin mağduru olabilme potansiyelini taşıyan her kadın da, işte bu aşırı normalleştirme sonucu, günün birinde yaşayabileceği bu gerçeklikle başa çıkmayı “öğrenmeye” zorlanıyor, bu durumun “normalliği”ne ikna ediliyor.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.