Emilio J. García Wiedemann.tarafından yapılmış ve CNT gazetesinin Nisan 1995 tarihli 177-178. sayısında yayımlanmış olan bu röportajın Türkçesi Apolitika dergisinin Mayıs 1996 tarihli 4. Sayısından alınmıştır.
Bugün, Abel Paz olarak tanınan Diego Camacho ile bir röportaj yapıyoruz. O hemen hemen doğumundan bu yana anarşizm dünyası ve bu birliğin içindedir. Sefil hayatı oldukça erken tanıyan Abel Paz’ın isyankâr yaradılışı da bu zamanlarda şekillendi. 1936’da İspanya Anarşist Devrimi’ni yaşayanlardandı. O, bu mücadelenin içinde olan herkesin böyle bir çevrede doğmuş olması gerektiğini söylüyor. Durruti ile ilgili olarak yazdığı “Halk Silahlanınca” adlı kitabı yediden fazla dile çevrilmiştir. Diğer kitapları; Duvarın Yanıbaşında, Sisin Ortasında, İncir Ağaçlarının Arasında yüzyılın çoğunun canlı şahitleridir.
E.G: Abel Paz mı, Diego Camacho mu?
A.P: Tüm dünya beni Abel Paz olarak tanıdı. Bu ad CNT’de ve Soli’de gazetecilik yaptığım zamanlarda yazdığım yazılarda, kısaca tüm yayınlarımızda kullandığım takma bir ad. Bu yüzden bu takma adı kullanmaya devam ediyorum.
12 Ağustos 1921’de, oldukça kritik bir dönemde, Fas’la topluca savaş münazarasının yapıldığı, Annual dağı katliamının olduğu bir dönemde dünyaya geldim. Bu arada hayatımdan küçük bir hikaye anlatmak istiyorum. Ben doğduğum zaman babam anneme, beni nüfus kütüğüne erkek olarak değil kız olarak kaydettireceğini söylemiş. Annem şaşırıp neden böyle yapacağını sorunca babam “oğlumun krala hizmet etmesini istemiyorum” diye cevap vermiş. Bu, üç ya da dört yıl babam anneme “hayır, onu bir kız gibi görme, ona bir kız gibi davranma, çünkü seni kandırdım, onu bir erkek olarak yazdırdım” diyene kadar devam etmiş. Bu küçük hikâye önemlidir, çünkü sadece çingeneler kullanmamıştır bu yöntemi; özgürlükçülerin aşağı yukarı yarısı da bu yöntemi kullanmıştır, çünkü Diyaz del Moral’ın da dediği gibi zamanında, şimdiki sosyalizmle hiçbir ilgisi olmayan içgüdüsel sosyalizm vardı. Dünyaya sosyalizm nosyonlarıyla sosyalist olarak gelinirdi ve halk gerçek bir sınıf oluşturmadan sınıf bilinci edinirdi. Fakat toplum basit bir şekilde zenginler ve fakirler olarak ikiye ayrıldı ve bizler fakirler olarak zenginlerin karşısında olmalı ve onlarla mücadele etmeliydik. Bu, kendi sınıflarında kimyasal olarak saf olan sınıfların savaşıydı ve halk içgüdüsel olarak böyle tepki gösteriyordu.
E.G: Sosyal eşitsizliğe değindiniz. Siz 1921’de Almeria’da dünyaya geldiniz. O dönemde Endülüs’de durum oldukça ürkütücü olmalı.
A.P: Daha önce de söylediğim gibi zengin-fakir sınıf ayrımı oldukça belirgindi. Bu sınıfların ortasında başka bir sınıf yoktu.
Gerçi şimdi de bir orta sınıf yok. Orta sınıfın mevcudiyeti yanlıştır. Fransa, sınıf bilincinin mümkün olduğunu anlamak için başlangıç noktası olarak kabul edilebilecek bir tarihe sahiptir. Çünkü Fransa’da sağlanan şartlar hiçbir ülkede sağlanamadı. Orta sınıf, sınıfı oluşturan bireylerin kesin sınıf bilincine sahip olma gerekliliğinin dışında, ekonomik açıdan eczane, gıda pazarı ya da büfe sahibi olması gerektiğini söylemek istemiyor. Şimdi Fransa’da da kaybolmuştur bu. O zamanlar orta sınıfın sahip olduğu, sağ ve sol arasında denge olan radikal sosyalistler ortadan kalktı. Şimdi, orta sınıfın sahip olduğu yeri, yani tecnocracia’yı, politik değil de ekonomik bir orta sınıf olan profesörler ve entellektüeller ellerinde tutmaktadırlar.
O dönemde İspanya’da geçen küçük bir hikâyemiz var; İspanya’nın yabancısı olan biri Unamuno’ ya sorar “evet ama İspanya’da zenginler ve fakirlerin dışında bir sınıf yok; orta sınıf nerede?” ve Unamuno cevap verir “evet yok; öyle bir şey yok”.
E.G: CNT’ye ne zaman girdiniz?
A.P: CNT’ye 13 yaşındayken girdim. Almeria’da Genç Özgürlükçülere bağlıydım. 7 yaşındayken bir köylü grevi olduğunu hatırlıyorum. Babam bu tür hareketlerde aktif bir militan olmamasına rağmen, bu harekete fiilen katılmıştı. Ve bir gün bir grup arkadaştan oluşan gizli bir birlik kurmuşlardı. Babam bana “dinle, kapının eşiğine otur ve iyi giyimli, şapkalı adamlardan oluşan bir topluluğun geldiğini görürsen bize haber ver”dedi. “Polis mi?” diye sordum. “Evet” dedi. Ben zaten biliyordum. Bizim kuşağımızın oyuncakları yoktu, çikolata da yiyemiyorduk. Doğuştan farklı bir sınıfa aittik.
E.G: 13 yaşında oldukça güçlü bir bilince sahip olan ve Özgürlükçü Gençlik gibi bir grupta yer alan küçük bir çocuğun aklından neler geçiyordu?
A.P: Pratik hayatın doğru yolunda olduğunu düşünüyordu. Fakat bu yol isyana varabilir. Anarşizmin bir teori olduğunu düşünen çok fazla insan var. Anarşizmin teoriyle bir ilgisi yoktur. Anarşizm doğal bir olaydır. Halkın içinde doğal bir olay olarak ortaya çıkar. Prensibi isyandır. Bazıları yorum yapmak ve ders vermek için anarşist olur. Bu insanları katiyen küçümsemiyorum. Bizler doğal olarak hangi örgütte yer alabilirdik. Ailemizin ve arkadaşlarımızın katıldığı örgütte.
Mantıklı olurdu. Siz bunu istemiyorsanız; ideali cisimleştiren fikirleri ve teorileri geniş bir şekilde tanıyan bir özgürlükçü olduğunuz söylenemez. İsyan hayat okulunda, mücadele okulunda karşı karşıya olduğunuz insanlardan öğrenilir.
E.G: Yani sizin en iyi olarak kabul ettiğiniz okul, insanları, olayları, nesneleri vb. tanımayı, ayırt etmeyi yavaş yavaş öğreten okuldur.
A.P: Hayat en iyi okuldur, fakat bu elbette hayatı nasıl yaşadığınıza bağlıdır. Siz örneğin 5 yada 6 yaşındayken anneniz sabah sekizde “hadi oyun oynamaya git” diyor, ve siz daha büyüksünüz ya da daha küçüksünüz. Fakat daha büyük olan sürü yayar, sizse gün ortasına kadar yatarsınız, şurada burada dolaşırsınız, kertenkelelerle, yılanlarla oynarsınız. Elbette önce korku verir bu size fakat giderek alışırsınız. Öğleyin ıslık çalarak eve girersiniz ekmek kırıntısı ve mısır yersiniz.
Bağbozumu zamanı yarısı bozuk üzümler temizlenerek satılırdı. Çünkü Almeria’daki üzümler şarap üzümü değil, gemilere yüklenecek olan yük üzümleriydi. İngiltere, Fransa ve İtalya ile bağlantılar kurulur ve üzümler bu ülkelere ihraç edilirdi. Fakat üzümler, fıçılara doldurulmadan önce temizlenirdi. Tüm kalıntılar, üzüm taneleri ve çekirdekleri istif edilir ve 11-12.5 kiloluk ölçü birimiyle satılırdı. Siz oraya giderdiniz ve çeyrek pesetaya size bir yığın üzüm verirlerdi, böylece üzümlü ekmek yerdiniz. Eğer başka bir dönemde olsaydınız, çok az bir para karşılığı ya da hiç para ödemeden incirli ekmek yeme şansınız olurdu.
Paramız yoktu, çünkü babam hasata giderdi ve gündelik ücretler arada sırada yükselse de genellikle düşüktü. Cumhuriyetin ilk iki yılı arazilerdeki gündelik ücretler yükseldi fakat iki yıl süren melankolik dönem, 1933-35 arasında gündelik ücretler 3-4 pesetaya kadar düştü. Günlük iş süresi resmi olarak 8 iş saatiydi, fakat aslında bu süre gün doğumundan gün batımına kadar uzuyordu; hatta bu süre çok daha uzun olabiliyordu. “Sigar” denilen yaprak sigarasını almak pahalıya maloluyordu, greve ve kana maloluyordu. Sabah 10’da işverenin bize tanıdığı çeyrek saatlik süreyi sardığımız sigaraları içerek geçiriyorduk. Daha sonraki çabalamalar bize verilen soğuk çorba içindi. Üzerinde iki parça ekmek olan bol tuzlu ve sirkeli bir çorbaydı ama serinleticiydi ve çeyrek saat daha kaygısızca dinlenmemizi sağlardı. Her ne kadar bunu açıkça dile getirmeseler de tüm bunların greve ve kana mal olduğu inkâr edilemez.
Halk tarihini unuttu, öncelikle büyük bir öneme sahip olan yazılı tarihini unuttu. Bizler yazılı tarihten önce sözlü tarihi tanıdık. Kış gecelerinin kapının altından sızan ışığında tarihten bahsederdik. Anlatılan hikâyeler genellikle eşkiyalarla ilgili olurdu. Bize göre onlar eşkiya değil, adaletin savunucularıydılar. Küçük çocuklara göre ise etkileyiciydiler. Hikâyeler büyüklerin bildiklerine bağlı olarak dallanıp budaklanırdı ya da kısa olurdu. Bu hikâyeler genellikle fakirlerden taraf olurdu. Zengin-fakir kavramı hep vardı. Büyükler, anlatılan hikâyeler hakkında açıklamalarda bulunup yorum yaparlardı. Ben büyüklerimin hemen hepsini tanıdım.
Masada oturmuş yemek yerken bazı tartışmalarımız olurdu, çünkü çocukların büyüklerinden farklı düşünmeleri doğal bir olaydı. Biz masada oturup yemek yerken farklı nesiller biraraya gelirdik; büyükanne, büyükbaba, teyzeler, amcalar, kuzenler, akrabalar, annem, babam, herkesin düşüncesi farklıydı. Farklı nesiller birarada yaşarlardı ve bu çok doğaldı, herhangi bir ayrım sözkonusu değildi. Masada her konudan konuşulurdu, şüphesiz belli bir hürmet çerçevesinde. Öncelik büyükbabaya aitti, büyükbaba boş şeylerden bile bahsetse onu dinlerdik çünkü o deneyimin sesiydi. Büyükbabadan sonra söz sırası büyükanneye daha sonra babaya ve anneye gelirdi ve söz sırası ardarda belli bir hiyerarşi çerçevesinde diğerlerine gelirdi. Bu hiyerarşi korkudan değil saygı ve sevgiden ileri gelirdi.
14 yaşıma geldiğimde artık tecrübe kazanmam gerektiğini düşündüm ve evden ayrıldım. Zaten çalışıyordum, gerçi az kazanıyordum fakat kazandığımla geçinebilecek durumdaydım. Hayatımı kurmam gerektiğini düşünüyordum. Evle herhangi bir problemim yoktu. Ateneo’da Özgürlükçü Gençlik’teyken ya da herhangi bir yere gittiğimde eve gece yarısı gelirdim. Beni hiçbir şekilde kısıtlamadılar. Fakat ben evden ayrılmak istiyordum. Bunu anne ve babama direkt olarak söyledim.
Onlara arkadaşlarımın evine gideceğimi söyledim. “Evet ama neden? Burada iyi değilmisin?” diye sordular. Ve ondan sonra eve dönmedim, sadece onları ziyaret amacıyla gittim. Annemin ya da babamın kötü olduğunu, onlarla birlikte yaşamak istemediğim için evden ayrılmak istediğimi söylemiyorum, tam aksine onlarla birlikte gayet iyiydim. Fakat bu bir geçişti ve atmam gerektiğini düşündüğüm bir adımdı.
Günümüzde kimileri evden ayrılıyorlar fakat bunu neden yaptıklarını bilmiyorum. Neden olarak babalarının burjuva olmasını gösteriyorlar. Bu da farklı bir olay ve anlaşılması hayli zor çünkü bu zihniyetle ilgili bir problem, yaşam düzeniyle, toplumla ilgili bir problem. Tüm sorular cevapsız kalıyor ya da yarım yamalak cevaplanıyor. Sistem bu.
E.G: Okumayı ne zaman öğrendiniz?
A.P: Okumayı hemen hemen kendi kendime öğrendim diyebilirim. Neden bilmiyorum ama annem en çok benimle ilgilenirdi. 5 kardeştik bununla birlikte annem tarafından korunan her zaman ben oldum. Almeria’nın biraz dışında yaşıyorduk. Ovaya doğru “u” şeklinde yerleştirilmiş 3 ev vardı. Önünde deniz ve meyve bahçeleri olan bir alana kurulmuştu. Tıpkı babası gibi büyükbabamda döneminin federal cumhuriyetçilerinden biriydi, bu yüzden ailemin tüm fertleri okuma yazma bilirdi. Annem dışında. O sürekli ev işleriyle uğraşırdı. “Sepetçi” denilen çingeneler evimizin yakınına gelip yeşil sazları yontarak sepet örerlerdi, ve daha sonra ördükleri sepetleri satmak için Almeria’ya giderlerdi. Giderken çocuklarını bırakırlardı ve bizler onlarla oynardık. Onlarla kuzen olduğumuzu söylerdik. Çingeneler ve annem ya da babam arasında herhangi bir problem yoktu. Sepetlerini satmak için gittikleri Almeria’dan döndüklerinde, annem yemeği hazırlamış olurdu ve hep birlikte yemek yerdik. Ertesi hafta yine gelirlerdi. Onlarla oldukça yakın ilişkiler içindeydik. Fakat günümüzde bu gibi ilişkilere pek rastlanmıyor. Şimdi çingenelere karşı bir ırkçılık söz konusu. Bir gün bir çingene kız bizim eve geldi. 3 ya da 4 yaşlarındaydı. Ters çevirdiğim sandalyeye oturmuş annemle çene çalıyordum. Çingene kız beni öyle görünce anneme “oğlun yuvarlak masa toplantısı yapanlara benziyor” dedi. “Yuvarlak masa toplantısı” sözü ile parlamentodan, hükümetten bahsetmek istemişti. Bu, annemi bayağı etkilemişti, beni Tomiza Amca denilen bir adamcağızın okuluna götürdü. Orada, sıralar, karatahta, bir masa ve öğretmen Tomiza Amca vardı.
Öğretmen, çevik ve süratli hareketlerle oradan oraya koştururdu. Hasır sazlarını parçalayarak hasırdan ipler yapar, dallardan örülmüş çitleri bağlamak için kullanılan ince halatlar örerdi. Orada okuma öğrenmek için ayda çeyrek peseta ödemek gerekirdi. Tomiza Amcanın ıslak gözlerini, pislikten parlayan siyah ceketini hâlâ çok iyi hatırlıyorum. Yalnız yaşardı, 35-40 yaşlarındaydı fakat çok yıpranmış ve çökmüştü. Annem beni oraya götürdüğünde ona “Tomiza Amca sana oğlumu getirdim, bakalım ona okuma yazmayı öğretebilecek misin?” dedi. Annem ona aylık ücreti ödedi ve bana “sen burada kal” dedi. Orada kaldım. Orada bir başka çocuk daha vardı. Tomiza Amca sazlardan hasır ip örüyordu. Yarım saat kadar orada öylece durdum. Tomiza amca başını bile kaldırmaksızın hasır örmeye devam etti. Sonra yanımdaki çocuğa “bu nedir?” diye sordum. Öğretmen sessizliği bozduğum için bana bir değnek attı; değnek çok yakınımdan geçti. Ben de Tomiza Amca’ya mürekkep hokkasını fırlattım ve koşarak oradan uzaklaştım. Eve varınca tüm olan biteni anneme anlattım. Annem oraya gitti ve ödediğimiz parayı geri aldı. Okuma yazmayı ilk öğrenme girişimim de böylece sonuçlanmış oldu. Aradan 2-3 yıl geçti evimize yürüyerek 10 dakika uzaklıkta iki değirmen vardı; orada odun ve çıra satan 70 yaşlarında bir kadın yaşıyordu. Annem bazen beni oraya odun almaya gönderirdi. Yaşlı kadın bir gün bana neden okula gitmediğimi sordu. Ona, annemin beni zenginlerin okuluna gönderecek kadar parası olmadığını söyledim. Onun dışında bir de Tomiza Amca’nın okulunun olduğunu söyledim ve Tomiza Amca’yla ilgili hikâyemi anlattım. Bir kahkaha attı ve bana “evet ama okuma yazmayı öğrenmek istersin değil mi?” diye sordu. “Elbette isterim” dedim, bana okuma yazmayı öğreteceğini söyledi. Oraya her gidişimde bana harfleri gösterecek ben de evde onun bana öğrettiklerini çalışacaktım. Ve derslere başladık. Bana verdiği küçük kitapçığı kullanıyorduk. Fakat bana okuma yazmayı bedava öğretmiyordu. Ona her hafta 6 centimo vermem gerekiyordu. Tabii ki 6 centimo benim için oldukça fazla bir miktardı ve bunu annemden alabilmek için türlü bahaneler uyduruyordum. Daha sonra kelimeleri birleştirmeye, telaffuz etmeye ve ezberlemeye başladım. Sadece yaşlı kadının bana verdiği kitaptakileri değil, gazetedeki yazıları ve gördüğüm her yerdeki yazıları okumaya çalıştım, fakat anneme hiçbir şey belli etmedim. Ondan neden gizlediğimi kendi kendime sordum fakat cevabını bulamadım. Aslında annem öğrenme çabalarımı bilse bundan büyük memnuniyet duyardı. Evin arka avlusunda okuma alıştırmaları yapıyordum. Öğretmenim eğer yüksek sesle okursam daha iyi öğreneceğimi ve öğrendiklerimi aklımda daha kolay tutabileceğimi söylüyordu. Arka avludaki ağaçların gölgesinde okuyacağım kâğıtları yapıştırıyordum. Bir gün annem avluya geldi ve sesimi duydu. Benim kâğıtları okuduğumu görünce orada kalakaldı. Nihayet “ama sen okuyorsun” diyebildi; “evet” dedim. Bana okumayı kimin öğrettiğini sordu, ne cevap vereceğimi bilemediğim için telaşlandım. Çünkü annemden para isterken ona yalan söylemiştim. Bunun yanlış bir şey olduğunun farkındaydım. Bizler yalana pek alışık değildik. “Neden bana söylemedin? Benden 6 centimo isterken neden o aptal yalanları söyledin” diye sordu ve “ben sana o parayı hiç düşünmeden verirdim” diye ekledi. Beni kucakladı, öptü hatta ona bir şeyler okumamı istedi. Beni okurken görünce gözleri yaşlarla doldu. Artık yaşlı kadının yanına giderken acele etmeme gerek yoktu, orada istediğim kadar kalabilirdim. Bu, 1929 yılında Barselona’ya gidene kadar devam etti. İşin ilginç yanı öğretmenim Franko karşıtlarının kurduğu Serbest Eğitim Enstitüsü’nün özgür bireylerinden biri olmalıydı. Çünkü oldukça ileri görüşlü bir öğretmendi. Normal bir okul öğretmeni gibi değildi. Bununla birlikte bana Salmeron’dan bahsediyordu. Onunla vedalaşmaya gittiğimde Barselona’ya gidiyor olmama çok sevindiğini söyledi. Çünkü orası büyük bir şehirdi ve orada iyi bir okula gidebilirdim. Bana bir hediye vereceğini söyledi. Elinde tuttuğu sigara kutusunun kılıfını çıkardı. Kutunun içinde bir dizi 6 centimoluk bozuk para vardı. Bunlar benim ona verdiğim paralardı. “Sana iyi bir kitap almak için saklamıştım paralarını. Sen Barselona’ya gittiğine göre orada buradakilerden daha iyi kitaplar bulabilirsin. Bu parayı sana iyi bir kitap alması için amcana ya da büyükbabana ver” dedi. Bu iyi kadınla ilgili hatırladığım bir detaydı bu. O benim en iyi öğretmenimdi. Ondan okuma yazmayı öğrendim; böylece 11 yaşında rasyonalist okula girdiğimde okumayı, toplama-çıkarma vb. yapmayı biliyordum.
E.G: Barselona’daydınız ve 13 yaşında CNT’ye girdiniz. Çalışmaya nerede başladınız?
A.P: Bir tekstil fabrikasında. O zamanlar okumayı biliyordum ve rasyonalist okulda iki yıllık bir geçmişim vardı. Bu nedenle aşağı yukarı küçük bir kültür birikimine sahiptim ve temelde pek problemim olduğu söylenemezdi. Amcalarımdan biri bir tekstil fabrikasındaydı ve benim fabrikaya girmeme önayak oldu. Önce deneme aşamasından geçtim. İlk işim büro hizmetlilerine çıraklık yapmak oldu. Daha sonra fabrika içinde hizmete başladım, oradaki işim siparişleri hazırlamaktı. Tuhafiyeler için çalışıyorduk. Paketleme yapıp faturaları hazırlıyorduk. Orada Joaquin adında benden biraz büyük bir delikanlı vardı. O da Genç Özgürlükçüler’e bağlıydı ve bizim yayınlarımızı okuyordu. Onunla aramızda bir dostluk başladı. Tüm bunlar 1936 yılının başlarındaydı. Mart ya da Nisan ayında oradaki gözüpek ve oldukça aktif bir kızla ilgimiz oldu. O ve 30 işçiyle bir sendika kurduk. Fabrikada geçirdiğimiz süre içinde delege olarak ilk militan çalışmamdı bu.
E.G: Ya ilk eyleminiz?
A.P: Bu bir eylem değil mi? Bu, tüm eylemlerden daha önemliydi. Propaganda eylemlerini yürüttüm, koşarak bildiriler dağıttım çünkü bu bildiriler yasaya aykırıydı. Sokaklarda gizli propaganda eylemlerini yaydım.
E.G: Peki CNT’nin illegal olduğu dönemde propagandalarınızı nasıl yürütüyordunuz?
A.P: O zamanlar CNT yasaldı. Devrimci bir grev olduğunda sendikalar zaman zaman faaliyetlerini durduruyorlardı. Tüm sendikalar değil de komiteler ve doğal olmayanlar (afectados). Fakat genellikle yasallıkla yasaya aykırılık arasında gidip geliyorduk.
E.G: Yarı legal dönemlerde nasıl çalışıyordunuz?
A.P: 1936’ya kadar CNT ve anarşist hareket, yasaya uygun olmanın sadece resmi bir olay olduğunun bilincindeydi. Fakat savunma durumu açısından sahip olunması gereken şey ikinci bir saftı. Bu durum tüm baskıları gösteriyordu, baskı çok belirgindi. Katalonya’da olmadığım zamanlarda Endülüs’teydim ve bu baskıların hiçbiri sonuç vermedi. O zamanlar ikili bir organizasyonumuz vardı, yani sendikanın, arkasında hiçbir safa ait değilmiş gibi görünen bir kolu vardı. Mahalli komitenin arkasında bir başkası vardı. Organizasyon ikili çalışıyordu. Gizliliğin ortaya çıktığı zamanlar bir oyun gibiydi. Oyundakiler tanınmayan insanlardı ve gizli gazeteler çıkarılıyordu. Sendika kapalı olduğu için bir araya gelemezdiniz. İşlerin yürütülmesi ve hayatın akışını biraz olsun koruyabilmek için bir depoda, meyhanede ya da herhangi bir yerde bir araya gelinirdi.
E.G: O dönemde CNT’de kadının rolü neydi?
A.P: Kadının rolü erkeğinkiyle hemen hemen aynıydı. Kadın işyerinde erkeklerle birlikte grevlere katılırdı. Onlar fabrikanın delegeleriydiler ve sendikaya bağlıydılar. Eğer kadın, bir işyerinde görevli değilse yaşantısı farklı olurdu, farklı etkinliklerde yeralırdı. Endülüs’te kadınların katılımı daha azdı, çünkü kadınlar tarla işleriyle uğraşırlardı. Çalışan genellikle erkek olurdu, kadın evde kalır ve çocuklarla ilgilenirdi. Fakat tekstil ve işçi sendikasının olduğu Barselona’da 70 bin örgüt üyesi vardı ve bu 70 binin yarıdan fazlasını dokumacı kadınlar oluşturuyordu. Orada kadınlar tezgah başında toplumsal mücadeleye katılırlardı. Kadınlar yerel federasyon ve bölgesel komitede yer alırlardı fakat fazla sorumluluk almazlardı. Fakat fabrika delegeleri ve komiteleri de oldukça fazlaydı. Bunun ardından değişik problemler geliyordu. Şu anda da gündemde olan kadının mutlak kurtuluşu ve cinsiyet eşitliği problemleri. Tam bir eşitlik yoktu fakat eşitliğe doğru bir hareket vardı. Bununla birlikte unutulmaması gereken bir şey var ki anarşizmin 1931’e kadar olan dönemi ile 1931-36 arası farklı dönemlerdi. 1931-36 arası bize katılanlar şüphesiz devrim yapan gençlerdi. Bu genç topluluk diğerlerinden çok daha fazla bilgiliydi. Problemler farklı yönlerden ele alınıyor, erkek kadın ilişkileri farklı yönlerden ortaya koyuluyordu. Genç Özgürlükçüler ve Ateneolular farklı ilişki koşulları yarattılar. Erişilen kültürel düzey sosyal kültüre yansıyınca hareket bir gereklilik haline geldi. Aslında tam bir gereklilik sayılmazdı. İspanya’nın en iyi seksologlarından biri olan Felix Marti İbañez’in hiçbir ücret talep etmeksizin eğitim amaçlı seksoloji danışma bürosu açmasıyla geniş bir perspektif ortaya çıkmış oldu. Özgür aşk kavramı yayıldı. Bu, şu anda anladığınızdan farklı bir şeydi.
Her Anarşistin Bir Şair Tarafı Vardır
E.G: “Özgür aşk” kavramı neydi?
A.P: 1931’den öncekilerin mi yoksa sonrakilerin mi sahip olduğu kavram?
E.G: 1931-36 arası.
A.P: “Özgür aşk” kavramı sadece bir insanla özgürce bir birliktelik olarak anlaşılmıyordu. Bir erkekle bir kadın kiliseye ya da mahkemeye başvurmadan birlikte yaşayabiliyordu. Onlar birbirlerine uyum sağladıkları için özgürce birlikte oluyorlardı. Ve birbirlerine uygun olmadıklarını düşünene kadar da bu birliktelik devam ediyordu. Anarşist ve anarko-sendikalist hareketi karakterize eden model önemli sorulardan birini teşkil ediyordu. Birbirinden farklı yerlerde olan teori ve pratiği birleştirme denemesiydi bu. Örneğin Endülüs’te ilk uluslararası emekçi birliği sistemi yanlılarından sonraki tartışmalar oldukça zarar verici ve ürkütücüydü. Bahis oyunları, sarhoşluk ve ardından alkolizm. Anarşizm bunu ortadan kaldırdı. Bu çok şeye maloldu ve uğruna çok mücadele verildi. Öyle ki biri sendikaya gidip arkadaşını şikayet eder de sarhoş olduğunu, kumar oynadığını ya da kavga ettiğini söylerse sendikadan ihraç ediliyordu. Bu basit bir kovulma değildi, birey üzerindeki manevi baskıydı. Çünkü böylece kollektivitenin dışında kalıyordu. Biz gençler 1936’ya kadar dans etmeye ya da meyhaneye gitmiyorduk. Çünkü konuşmadan kâğıt oynamak bize tiksinti veriyordu. Sonunda bunun insan vücudunun olgunlaşmasına bir engel teşkil ettiğini anlamıştık.
Barselona’da yazları mayıstan eylüle kadar danslar olurdu. Fakat cuma, cumartesi, pazar günleri oraya giden olmazdı. Çünkü bizler Genç Özgürlükçüler olarak cuma, cumartesi, pazar günlerini kapsayan geziler düzenliyorduk. Herkes battaniyesini yanında getiriyordu, çünkü uyku tulumu yoktu. Kiraladığımız trenle 40-50 km. katedip Barselona’nın biraz uzağında kamp kuruyor ve doğanın ortasında birlikte yaşıyorduk.
E.G: Orada neler yapıyordunuz?
A.P: Hep birlikte yemek yiyorduk, sohbet ediyorduk, dans ediyorduk, gitar çalıyorduk, özgürce; hiçbir şeyi örtbas etmeye gerek duymaksızın 3 özgür gün geçiriyorduk. Her konuda tartışmalar yapıyorduk. En güzeli içimizde dini baskı ya da “saat 10 artık geç oldu” diyecek bir anne korkusu yoktu. 12, 13, 14 yaşında kızlar da bizimle üç gün üç gece kalıyorlardı. Anneleri onlar için endişelenmiyordu. Güven duygusu taşıyorlardı. Çünkü eğer kamptan biri kızlardan biriyle yatar da kız hamile kalırsa, kız anne ve babasına bu durumdan bahsetmiyordu; çocuk büyüyordu ya da kız kürtaj yaptırıyordu. Fakat kız karnındaki şişliği gizlemeye gerek duymuyordu. Çünkü ilişki basitçe cinsel duyguları tatmin amaçlı değildi. Bu birliktelikte şiirsellik, tinsellik, değer ve anlayış kavramları vardı. Gençlerin aşkları birçok yönden platoniktir. Elele gezen hatta öpüşmeyen genç çiftler tanıdım. Onlar öyle mutluydu. Özgürlük yanlısı hareketin şiirselliğini şekillendiren gençler 1931’den önceki nesili izleyen tüm riyakârlıkların karşısında yer aldılar ve “özgür aşk”ı ortaya koydular. Fakat farklı bir şekilde, çünkü onlar daha az deneyimliydiler. Bununla beraber bu insanların önünde şapkaların çıkarılmasına da tanık oldum. Onlar 1870’li yıllarda savaşmış olan ve 4-5 milyon kişinin yaşadığı bir kentte iki-üç kişilik anarşist gruplar oluşturan arkadaşlardı. Propagandalarını orada yürütüyorlardı ve orada mahkemeye başvurmaksızın kız arkadaşlarıyla birlikte yaşıyorlardı. Çocuklarını da vaftiz ettirmiyorlardı. Çocuklarına rahip ve rahibeleri göstererek “bu amca hırsız, bu teyze fahişe. Onlar köpek gibi yaşıyorlar” gibi sözler söylüyorlardı. Bir oyun gibiydi bu. Rahip, bu şekilde bir birlikteliğin uzun süre devam etmeyeceğini söylüyordu. Bu şekilde birlikte olan arkadaşlarımızın bir çok problemleri oldu, fakat ayrılma düşüncesi hiç akıllarından geçmedi. Problem çözümleniyordu ve ayrılık teşebbüsleri olmuyordu. Aldatmaların üzeri biraz kapatılsa bile çiftler hissettiklerini birbirlerine söylerlerdi. Temel oldukça sağlamdı. Ortada rahibin sözlerinde haklı olduğunu düşündürecek bir olay yoktu. O zamanlar üç dört kişilik anarşist gruplar kentin aynasıydılar. Sarhoş olmuyor, kumar oynamıyorlardı. Kadın ve erkek evlerinde uyumlu bir beraberlik sürdürüyorlardı. Bir kargaşa anında onlar önde giderken kent halkı onları takip ediyordu. Çünkü onlar kentin hoşgörüsünü ve sevgisini kazanmışlardı. Bu, kazanılmak istenen davanın propaganda düşüncesiydi. Teoriyle pratiğin birleştirilmesi anarşizmin şimdiye kadarki kazanımlarında büyük ölçüde etkili olmuştur. Teori bir taraftan pratik başka bir taraftan işlerken bir ilerleme olması beklenemez.
E.G: Anarşistlerin kültürel etkinliklerinden ve o dönemdeki anarko-sendikalistlerden biraz bahseder misiniz? Tiyatro gruplarından, tartışmalardan, Ateneo’lu özgürlükçülerden ve bu gibi konulardan…
A.P: Çeşitli yayımlarımız vardı; doğacı, vejetaryen, nüdist ve esperantist yayınlar. O zamanlar herkesin işlediği bir toprağı vardı. Hiçbirimiz vejetaryen, doğacı ya da nüdist değildik. Fakat denizde çıplak yüzüyorduk, et sevmiyorduk; sevmiyorduk çünkü et pahalıydı. Bu yüzden yarı vejeteryandık. Ateneo’da dersler geceleri yemekten sonra yapılıyordu. Edebiyat derslerinde bizim kitaplarımızı okutuyorlardı. Genellikle sosyal içerikli romanlar okunuyordu. Dil sınıflarında daha çok Esperanto dilini gösteriyorlardı. Bu dili öğrenirken üç ay bize kâfi geliyordu. Ortak okuma çalışmaları yapılıyordu. Bu oldukça ilgi çekiciydi. Bir kişi herhangi bir kitaptan yüksek sesle bir bölüm okuyordu ve daha sonra diğerleri bu bölümün yorumunu yapıyorlardı, daha sonra başka bir bölüm okunuyor ve o bölümün yorumu yapılıyordu; ve bu böylece sürüp gidiyordu. Yüksek sesle okurken çekingenliğinizi de yeniyordunuz. Bu şekilde de kollektif düşünce de gelişmiş oluyordu. Bu çalışmalar çok iyi sonuçlar vermiştir. Resim yapmayla ilgilenenler atölyelerini Ateneo’ya kuruyorlar ve orada sergiler düzenliyorlardı. Ayrıca toprağı işliyor ve buradan kazandıklarımızı dışarıdan başka bir arazi almaya yatırıyorduk. Özgürlükçü komünizmin gelmesini beklemeksizin hayatımızı yaşıyorduk. Ateneo’da çeşitli edebiyat konuları ve ekonomi prensipleri ele alınıyordu, fakat bizim bakış açımıza göre, burjuva ekonomisinin yolsuzlukları ve tamamen karşıt temellere dayanan farklı bir tipte ekonomiye sahip olduğu gözönünde bulundurularak. Bu yüzden burjuva ekonomisinden faydalanılamayacağı biliniyordu, çünkü bizim ekonomimiz ihtiyaç ve ortak mülkiyete dayanırken onlarınki kâra ve özel mülkiyete dayanıyordu.
Cevap bekleyen sorulardan bir tanesi de şiirsellikle ilgili. Lily Litvak’ın da dediği gibi her anarşistin bir şair tarafı vardır. Aslında genel kültür ve genel bilgi eksikliği bilinci vardı ve bu eksiklikler tamamlanmaya çalışılırdı. Bu çalışmalar sohbet şeklinde değil, ders şeklinde ele alınırdı ve bu çalışmalar gece 12 ye 1’e kadar devam ederdi. Pazarları tiyatro eserleri sunabileceğimiz sinemalar ya da salonlar kiralardık. Fakat o zamanlar tiyatrolar bugünkünden farklı olarak sahnelenirdi. İnsanlar çalışıp hayatını kazanmaya uğraşırdı, daha sonra Ateneo’ya gelip prova yapar, dekoru ve kostümleri hazırlarlardı. Her şeyi onlar yapardı. Halk ücretsiz olarak oyunları izlerdi ya da giriş için verebileceği miktarda para verirdi. Bu paralar hapistekilere yarım topluluğuna verilmek üzere toplanırdı. Oyunlarda rol alan hiç kimsenin içinde profesyonel bir oyuncu olma isteği yoktu, bunun için mücadele etmiyorlardı. Buna rağmen içlerinde çok yetenekli insanlar vardı. Örneğin Ateneo’lu emekçilerden Margarita Xirgu’nun Ateneo’ya gelen başarılı İspanyol ve Katalan aktristler ve şarkıcılarla bir dizi çalışması oldu. Orada ilk mesleki çalışmalarını yaptılar. Daha sonra profesyonelliğe adım attılar. Fakat kökenleri tiyatroydu, Ateneo’lu özgürlükçülerdi. Koro çalışmalarımız da vardı. O dönemdeki kültürel hayata anarşistler egemendi. Daha da önemlisi Barselona İspanya’nın beyniydi. İlk olarak oldukça güçlü faaliyetleri vardı; ikincisi Fransa’dan gelen büyük çapta düşünce birikimi vardı. Buradaki hareket İspanya’daki entellektüelleri çekiyordu ve orada toplanılıyordu. Katalanlık ya da Katalanca konuşma sorunu yoktu. Şimdi tüm bunlar güçten düşmüştür. Pazar günleri bazı mahallelerde: San Andrés, San Martin, El Clot, El Poblet, Sants, Gracía, La Barceloneta’da çeşitli festivaller, tiyatro gösterimleri yer alırdı. Tiyatro eserlerinde daha çok sosyal karakterler işleniyordu. Fakat senaryo yazacak pek kimse bulamıyorduk. Savaş sırasında yazarlar nedeniyle büyük zorluklar yaşadık; hemen hepsi burjuva karakterliydiler. Tiyatro ve sinemayı yenilemekte büyük zorluklarla karşılaştık. Aslında iyi bir yönetmen olan Mateo Santos vardı. Ateneo’da film gösterimi ve film montajı gibi işlerle ilgileniyordu. Tüm bu etkinliklerin mükemmel oldukları söylenemezdi, fakat yapabileceğimizin en iyisini sergilemeye çalışıyorduk. Etkinliklerimizin içinde Flamenco da vardı. O dönemdeki Flamenco sosyal sözler içeriyordu. Dans gösterilerimiz de vardı. İspanyolluğa düşmeksizin dans gösterimizi sunardık.