16. yüzyıla kadar bütün iktidarlar tutsak ettiklerine fiziksel zararlar verir veya idam ederdi. Tüm bunları da toplumun yaşadığı alanlarda birer meydan gösterisine dönüştürerek yapar buna da suçu ve suçluyu “ıslah etme” derlerdi. Tutsak işçilik denilen yöntemin temelleri de 16. Yüzyılda atıldı. İşçilerden ve köylülerden daha düşük ücretle zorla çalıştırılan tutsaklar, iktidarların zenginliğini arttırmak için kimi zaman sürgün edilerek başka kıtalarda köleliğe zorlandı, kimi zaman madenlerde çalıştırıldı, kimi zaman taş kırdı, donanma gemilerinde kürek çekti.
Spor salonlarından bildiğimiz yürüyüş bantlarının hikayesinde bile tutsak işçilerin izleri var. Yürüyüş bantları ilk kez 1800’lü yıllarda yapıldı. Tekerleğe benzeyen bu alet elleriyle asılı demirlere tutunan tutsakların adımlar atıp bantları döndürmesiyle çalışıyordu. Tutsaklar yürüyüş bantlarında 6-7 saat aralıksız adım atıyorlardı. Tutsakların avluda “boş boş” durmasından etkilenerek geliştirilen bu alet sayesinde tutsak işçiler bir bir ölmeye, yaşam süreleri kısalmaya başladı. İşte ıslah etmek denilerek tutsakları köleleştiren bu tarz uygulamalar, geçmişten günümüze zaman zaman hafifleyen ama genellikle sertçe uygulamalar olarak varlığını bugünlere dek sürdürdü. Son birkaç yüzyılda devletler zorla çalıştırmayı tutsakları “hapis sonrası hayata alıştırmak” için yaptığını iddia etse de gerçeğin bu olmadığı ortada.
Şayet zorla çalıştırma, iddia edildiği gibi tutsakların yaşamını iyileştirseydi, bu kadar hapishaneye de bu kadar tutsağa da ihtiyacımız kalmazdı değil mi? Peki neden var? İktidarların dışarıda yaptığını içeride sürdürmek için olmasın yani daha fazla sömürmek için.
Tutsak işçilik yaşadığımız coğrafyada Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak cumhuriyetin ilanıyla beraber hız kesmeden devam etmiş bir uygulama. Her ne kadar TC Anayasası “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz, angarya yasaktır.” dese de maddenin devamı şu şekilde ilerler: “şekil ve şartları kanunla düzenlenmek üzere hükümlülük veya tutukluluk süreleri içindeki çalıştırmalar (…) zorla çalıştırma sayılmaz”. Yani devlet yine yasalarıyla sömürüyü kılıfına uydurmuş durumda. Bu durum tabi ki sadece TC için geçerli değil, BM ve Uluslararası Çalışma Örgütü’de (ILO) zorla çalıştırmayı onaylıyor. Şart ise şu: Bir mesleğiniz veya hastalığınız yoksa, çalışmak zorundalıktır.
Belirtilen işlerde çalışmak istemeyen tutsaklara yönelik uygulamalar ise oldukça sert. Zaten ekonomik olarak zor durumda olan tutsaklar yemek ve aydınlatma hariç her şey ücretli olduğundan gelirlerini bu yolla elde etmek zorunda. Elde ettikleri gelir de günlük 7-8 lira. Çalışmak istemeyenlere ise disiplin cezası uygulanıyor, ziyaret saatleri iptal ediliyor veya kapalı hapishaneye yollamak bir tehdit olarak sunuluyor. Üstelik devlet resmiyette tutsak işçilere aylık olarak 330 lira vermiş görünse de, 150-200 liradan fazlasını alabilmeleri mümkün değil. Haftada 5 gün 8 saat çalışması gereken işçiler, hafta sonu da çalışmak zorunda. Sigortaları ise sadece sembolik olarak var. Bir tutsak işçi 20 yıl çalışsa bile, tutsaklığı sona erdiğinde herhangi bir işçi gibi emekli de olamıyor. Devlet aslında tutsak işçilerin çalışma zorunluluğunu sağlayarak yegane amacını gerçekleştiriyor; ucuz iş gücü.
2006’dan bugüne çalışan tutsak işçi sayısı neredeyse üç kat artmış durumda. 1997’de 3214 olan tutsak işçi sayısı, 2016 yılında 50.343 olarak açıklandı.
2010 yılında 137/3 sayılı iş yurtları uygulamaları genelgesinin, “kurum dışı çalışma” bölümünde yapılan değişiklikle, artık her patron hapishanede üretim merkezi açabilecek konuma getirildi. Yani demek oluyor ki dışarıdan yetinmeyen patronlar içeride de bir yöneticiyle anlaşarak, düşük ücretle çalışma zorunluluğu olan yüzlerce çalışana sahip olabilecek, üstelik sigorta ödemeden prim vermeden.
Kendisi en acımasız suçlu olan bu kapitalist sistemin, “suç” işlemiş her bireyi ceza ve ıslah diyerek ucuz iş gücüne dönüştürmesinin adıdır tutsak işçilik. Fabrika veya hapishane fark etmeksizin emeğimizi ve yaşamlarımızı çalan kapitalizme ve patronlara karşı yapacağımız tek bir şey var: içeride de dışarıda da hücreleri parçalamak.
Murat Çıkrıkçıoğlu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.