Anarşizmin sadece bir düşünce ve eylem olmasının dışında bilgiye ulaşmakta bir araç olarak da anlamlandırıldığı farklı disiplinlerde, son yıllarda anarşizmin önemini açıklamaya çalışan pek çok çalışma yapıldı. Coğrafya alanında bu tür çalışmalar yapan Simon Springer’ın marksist coğrafyacı David Harvey’le yaptığı tartışmaya daha önce gazetemizde yer vermiştik. Geçtiğimiz aylarda 26A Atölye’nin davetlisi olarak İstanbul’da bir konuşma gerçekleştiren Simon Springer’la anarşizm, coğrafya, toplumsal mücadeleler vb. birçok konu hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Meydan Gazetesi: Radikal coğrafya neden anarşist olmalı? Anarşizm ve coğrafya arasında ilişki kurmak neden önemli?
Simon Springer: Makalem, Steem Fook’un 1972 tarihli “Radikal bir coğrafyanın neden Marksist olması gerekir?” makalesine bir cevaptı. Dedim ki marksist olmam gerekmiyor. Radikal coğrafya marksizmin egemen olduğu bir çalışma alanı durumuna gelmiş ve Harvey, radikal coğrafyanın seyri üzerinde derin bir etkiye sahip olmuştu. Bütün bir alanda tek bir perspektifin baskın olduğu zamanlarda ortaya çıkan durgunluktan kaygılanıyordum. 1960’ların sonlarından itibaren Marksizm, özellikle Anglo-Amerikan coğrafyada beyaz erkeklerin egemenliğindeydi ve feministler görmezden geliniyordu. Feminist ve anarşist eleştirileri dikkate almaksızın yalnızca bu Marksist mesajda ısrar eden sadece Harvey değil; diğer coğrafyacılar ve diğer Marksistler için de yapılabilecek çok fazla eleştiri var.
Radikal coğrafya diye adlandırdığımız bir şey varsa, Kropotkin ve Reclus’nün coğrafi bir perspektiften anarşizm hakkında yazıyor olması sayesindedir. Yüzyıl önce var olan bu anarşizm geleneği nasıl olur da belirgin bir şekilde yok sayılır?
Coğrafyada marksist hegemonyayı kırmak için sence ne yapılmalı?
Sanırım coğrafyada marksizm hegemonyası kırılıyor zaten. Genç akademisyenler artık 10 yıl önce olduğu kadar bile marksizmden ilham almıyorlar. Marksizmin ifade ettiği mekânsal siyasetin sokakta, mahallede ve bütün dünyada olup bitenlerle anarşist mekansal siyaset kadar yakın ilişki içinde olmadığının farkındalar.
Anarşizm, kendi toplumlarımızda olup bitenlerin nabzını tutuyor, çünkü anarşizm pratiğinin kaynağı bu topluluklardır. Öte yandan Marksizm, en başından beri, anarşist bir siyasetin sahip olduğu türden bir gerçekliğe sahip olmadan, teori alanı içinde yer alan bir şeydir.
Akademide kendi bilgi imparatorluklarını yaratan akademisyenler var ve insanları marksist bir yörüngeye itmeye çalışıyorlar. Örneğin doktora tezimin başlığı konusunda komite ile uzlaşabilmek için anarşizm yerine post marksizm koymak zorunda kaldım, çünkü bir doktora tezinin başlığında “anarşizm” olmasını istemiyorlardı.
Son birkaç yıl içinde, marksizmin bu tür baskılarını teşhir ettik. Geçen sene başlayan ve her sene yapılacak olan Anarşist Coğrafyacılar Konferansı’nın ilkini İtalya’da organize ettik ve yoğun bir katılım oldu. Bu ilgiyi, egemen marksist politikanın söylenmemiş çok şey bırakmış olmasına ve marksizmin, özellikle David Harvey’nin mekanı, devlet yanlısı bir politikanın getirdiği ilişki biçimleriyle kavramsallaştırmaya çalışmasına bağlıyorum.
Devlet her zaman en önde ve merkezdedir. Devlet kapitalizme olanak sağlar. Devlet olmadan kapitalizm, kapitalizm olmadan da devlet var olamaz. Tarih bunu kanıtlıyor, ne zaman birileri devleti ele geçirip kapitalizmden uzaklaştırmak istese, kapitalizm devletli sürecin içinde kendine bir yer buluyor. Hiyerarşik ilişkilerin temeli budur. Her yönüyle sömürücüdür ve kapitalizmden daha iyi bir sömürü aracı yoktur. Günümüzde marksistlerin bunun üstesinden geldiğini ya da gelebileceğini düşünmüyorum; bunun için bir açıklamaları yok.
Asi Şehirler kitabı çıktığında okudum. Öne sürdüğü mekan politikasına gömülü olarak anarşizme yönelik o kadar fazla çarpıtma vardı ki tepem attı. Bir de tabii ölçek meselesi var. Harvey, bir anarşist projenin imkansız olduğunu ve işe yaramaz bir yerel düşünce olduğunu söylemek için konuyu tekrar tekrar ölçek meselesine getiriyor. Anarşistler Bookchin’in özgür belediyeciliği ya da Kropotkin’in federalist düşüncelerine işaret ettiğinde ise bu yapıların devlet gibi göründüğünü ve devlet gibi işlediğini söylüyor. Harvey, anarşistlerin bahsettiği yatay örgütlenme biçimlerini, politik coğrafyalarımızdaki hiyerarşilerinin yıkılıp yatay olarak yeniden düzenlenmesi düşüncesini anlamamazlıktan geliyor.
Harvey kendini hep anarşistlerin dostu gibi göstermeye çalışıyor. Ama dikkatli okuyunca, anarşistlere ve genelde anarşizme, anarşist düşünceye karşı derin bir düşmanlığı var. “Devlet nedir?”, durup bir düşünelim. Devlet demek polis kuvvetleri demek, kanunlar demek, ordu demek. Kropotkin’in bahsettiği anarşist bir federasyon düşüncesinde bu unsurların hangisi var? Yoklar, yani Harvey bilerek bu çarpıtmaları yapıyor. Ben sadece Harvey’i suçlamıyorum. Bu algı, egosu geniş akademik çevre tarafından sürekli besleniyor.
Neden David Harvey’e karşı çıkılamıyor? Marksistler kişilik kültüne öylesine inanıyorlar ki… Bunu bizzat Marx’ın kişiliğinde görüyoruz, sanki döneminde bu konularda düşünen ve yazan tek kişi oymuş gibi. “Author” (yazar) ve “Authority” (otorite) kelimelerinin kökleri ortaktır bildiğiniz gibi, o zaman yazar nedir? Adım kitapların üstünde yazıyor, bilgiyi toparlayan benim ama düşüncelerimin hepsini sohbetlerden ve ilişkide olduğum topluluklardan edindim. Harvey için de böyle, Marx için de.
Mekan pratiğimizi ve amaçladığımız politikayı düşünürken bu gerçeği hatırlamak, örgütlenme biçimimizi de değiştirecektir. Mesele David Harvey’nin, başka bir akademisyenin ya da politikacının bize ne yapacağımızı söylemesi değil, bizim beraberce bu fikirleri düşünüp değerlendirmemizdir. Bu, marksistlerin öne sürdüğünden tümüyle farklı bir coğrafi tasavvuru ortaya çıkarıyor.
Kitapta commons kavramını kullanıyorsun ama dilimizde bu kavrama ilişkin bir karışıklık var. Farklı siyasi görüşler commons’ı farklı şekilde çevirdiler. Kelimenin gerçek anlamına bakmaya çalıştığımızda komünal ilişki biçimlerine olan yakınlığını görebiliyoruz fakat nedir tam olarak commons?
Bazı açılardan çok açık ve basit bir fikir ama içinde bulunduğumuz kapitalist dünya bu fikri tamamen unutturduğu için karmaşık hale geldi. Temelde commons, Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşma ilkesinin coğrafi ifadesi olarak anlaşılabilir.
Literatürün bir kısmında ise dar bir politik tasavvura, yani Henri Lefebvre ve Habermas’ta olduğu gibi özel alan ve kamusal alan kavramlarının içine sıkıştırılmıştır. Özel alan açıkça sermayenin hak iddia ettiği mekanlara işaret ederken kamusal alan halk için, halk tarafından, halkın olan ideal biçimiyle karşımıza çıkıyor ve bu mekana bir müdahale ya da onu sınırlayan bir otorite yok. Gerçekte ise bu mekanlar çoğu zaman devletin kontrolünde. Kamusal alanda sadece devletin etkin olmasını öngören bir politik tasavvurda mekan ile ilgili yapabileceklerimiz sınırlıdır. Ya da düşüncemizi genişletir ve kamusal alanı, komünal mekana dönüştürmek üzere geri almayı tasavvur ederiz ve görmek istediğimiz commons vizyonuna yaklaşabiliriz.
Commons konusundaki karışıklığın bir diğer boyutu ise mülkiyet kavramı. Bu mesele, Kamboçya’daki çalışmamda özellikle kavgasını verdiğim bir mesele. Bu kavga, çok farklı bir coğrafi sahiplik anlayışına sahip olan Kamboçyalı köylülerin her gün yaşadığı deneyimleri yansıtıyor. Bu anlayış tapu gibi bir belgeye değil, fiili kullanım esasına dayanıyor. Proudhon’un mülkiyet ve zilyet arasında gösterdiği ayrımdaki gibi. Sıradan Kamboçyalı, toprak sahipliğini zilyet olarak algılar; toprağı kim ekiyorsa toprak onundur.
Buna karşılık mülkiyet nedir? Mülkiyet hırsızlıktır, mülkiyetin temelinde egemenlik hakkı düşüncesinin olduğunu söyleyen Proudhon, mülkiyet sahibine tanınan bu hakkın, onun mülkü istediği gibi kullanma ve suistimal etme hakkı olduğunu gösterir. Zilyetin tersine mülkiyet, temelde bir sömürü aracı haline gelir. Mülkiyet, geçmişte kralların kutsallığına dayanırken günümüzde devlete ve onun yasal otoritesine dayanır. Dünyanın genelinde mekan politikası gittikçe daha fazla mülkiyet ilişkilerine sıkıştırılıyor. Bunun arkasında devasa kurumlar var. IMF ve Dünya Bankası kanca attıkları her ülkede kadastro rejimi kanunlarını dayatıyor çünkü bu alan her zaman kapitalizmin beşiği olmuştur.
Commons düşüncesi Kamboçya köylülerinin anlayışına benzer, fakat zilyetlik bireysel değil komünaldir. Toplumun fiili kullanımına dayanır. Kamusal alanı commons olarak düşündüğümüzde mülkiyet düşüncesini sürdüren kuvvetlerin ciddi saldırılarına uğrarız, yani devletin saldırısına. İşte yine devlet ve kapitalizmin nasıl birlikte hareket ettiğini görüyoruz. Devlet enine boyuna kapitalizmin içine örülmüştür, bu örgüyü çözmek imkansızdır.
Mahalle düzeyinde commons yaratmak için çabalar görüyoruz. Devletin ve kapitalizmin bizi nasıl koşullandırdığı hakkında büyük bir söylem var. Koşullandırıyor ama bizim hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir etkinliğimiz de var. Bir grup anne-babanın çocuklarına tek başına bakmaya çalışmak ve ücretli kreşlere vermek yerine çocuk bakım kooperatifi örgütlemesi gibi basit bir şey de olabilir bu. Bunun işlemesi için nasıl bir mekan gerekir? Ancak daha yakın ve daha kolektif yaşamaya başladığımızda bu mekanlar mümkün olabilir. Bu şekilde commons düşüncesini yeniden ele alırsak, belirgin bir mekan politikasını görürüz. Zorluk burada başlıyor çünkü dünyamız mülkiyet ilişkileri ile sarılı ve çoğumuz kendimizi dünyaya karşı yalnız bireyler olarak görüyoruz. Yaşamı güzel kılan ise birbirimizle kurduğumuz kalıcı ve güçlü bağlardır. Farklı şekillerde bir araya gelerek mekanlarımızı commons düşüncesini içeren bir anlayışla yeniden düzenlemek, bu bağları kurmakla mümkün olacaktır.
Radikal coğrafyayı başlatan çalışmalarıyla Reclus ve Kropotkin’den bahsettin. Peki ya güncel anarşist coğrafyayı araştırabileceğimiz kaynaklar neler?
Coğrafya konusunda dünyadaki en büyük organizasyon olan AAG’nin 10.000 kişinin katıldığı yıllık konferansında mutlaka birkaç tane anarşist coğrafya oturumu yapıyoruz. Geçen yıl Uluslararası Coğrafyacılar Birliği’nin Moskova ve Bolivya toplantılarında Kropotkin oturumları yaptık. 2016’da Anarşist Coğrafyalar üzerine pedagoji, teori ve direniş üzerine bir üçleme yayınladık, siz de Meydan gazetesinde duyurdunuz.
Şu anda Anarşist Politik Ekoloji üzerine 4 ciltlik kolektif bir çalışmanın içerisindeyim. Ayrıca Anarşist Çalışmalar Ağı’yla ilişkileniyoruz ve onların konferanslarına da katılım yüksek. Artık tabu olmayan anarşizmin temellerini inşa etmeye çalışıyoruz ve bu farkındalığı arttırıyor. Bunu kendi uzmanlık alanımız haline getirmeye çalışmak yerine daha fazla insanı dahil etmeye çalışıyoruz.
Bir çok insanın çalışmalarını anarşizm başlığında değerlendirebilirim ama hepsi kendilerine anarşist demiyorlar. Örneğin Doreen Massey’nin kitabı “Mekan’a Dair” coğrafyanın sürekli evrilen bir süreç olduğunu ve bizim onu sürekli yeniden şekillendirdiğimizi gösteriyor. Mekanı yeniden şekillendirenin sadece devlet ya da kapitalizm değil, kendimiz olduğunu ve mekandaki evrimin bizi önceden belirlenmiş bir yere götürmediğini gösteriyor.
Audrey Kobayashi ırk politikaları; Rhys Jones sınırlar, Federico Ferreri ise Kropotkin ve Reclus’nün arşivleri üzerine çalışıyorlar. Anthony Ince, Gerónimo Barrera gibi başka anarşist coğrafyacılar devlet karşıtı coğrafyaları; Richard J. White gündelik hayattaki karşılıklı yardımlaşma ilişkilerini; Ophélie Veron, anarşist feminizmi araştırıyor.
Rojava ve Chiapas gibi coğrafyalar ve buradaki süreçler bizim için önemli. Bu deneyimler hakkında ne düşünüyorsun?
Her iki toplumla da bir bağlantım olmadığı için bir şey söylemem zor. Kamboçya’da yaptığım çalışmada bile politik olarak kendimi dışarıdan biri olarak görüyorum. Ben Kamboçyalı değilim ve onlar adına, onların politik vizyonlarını konuşamam. Toplumlarla kurduğum politik ilişkide kendi görüşlerimi dayatmak yerine onlarla birlikte çalışmayı ve birlikte çalıştığım insanların dünyaya iletmek istediği mesajları dillendirmeyi tercih ediyorum. Aynı zamanda bu hareketler bana ilham veriyor. Bunlar sadece teori değil, çeşitli biçimlerde görünür hale gelen fikirler. Bookchin’in düşüncesinin nasıl benimsendiğine bakın. Bu düşüncelerin belirli bir anlayış içerisinde uygulanıyor olması ne kadar ilham verici.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.