İlksel Toplumun İdealizasyonuna Karşı Şiddetin Arkeolojisi – Şeyma Çopur

Sosyal antropoloji, etnoloji gibi alanlara dair yaptığı çalışmalarla tanıdığımız Fransız antropolog Pierre Clastres’ın “Şiddetin Arkeolojisi: İlkel Toplumlarda Savaş” adlı kitabı, geçtiğimiz günlerde yayınlandı.

“Devlete Karşı Toplum” ve “Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu” isimleriyle dilimize çevrilen kitaplarıyla özellikle Güney Amerika’daki, uygarlıkla henüz tanışmamış yerliler arasında yaptığı çalışmalarda, ortaya koyduğu incelemelerle anarşist düşünceyi belki de en çok besleyen antropologlardan biri olan Clastres, sosyal bilimlerdeki “devlet önyargılı” düşünme şekline en sert darbeyi vuran düşünürlerden biri olmuştur. Bugünlerde “bestseller” olmuş bazı kitaplardaki popüler düşüncelerin aksine ne devleti ne de kapitalizmi ilksel insan yaşantısının “zorunlu” bir sonucu olarak görmüştür. Ona göre ilksel insanlar, iktidarların ortaya çıkmasına karşı uzun yıllar direniş halinde kalmıştır…

Kendisine anarşist demese de yaptığı çalışmalar ve devletin ortaya çıkış tezlerine getirdiği radikal karşı çıkışlar sonucunda birçokları için anarşist antropolojiye dair ilk çalışmalar olarak Clastres’ın söz konusu kitapları gösterildi. “Şiddetin Arkeolojisi”nde ise yine benzeri bir hattan ilerleyen yazar bu kez de eleştiri oklarını ilksel toplumlardaki “savaş” gerçekliğine ilişkin farklı yorumlara yöneltiyor. Thomas Hobbes’u farklı bir gözle değerlendiriyor ve ilkel toplumlarda “savaş” gerçekliğine ilişkin pek çok önyargıyı kırıyor ve yanlış iddiaların başarılı bir çözümlemesini yapıyor.

Devlet Ortaya Çıkarken Bir Savaş Vardı, Peki Ama Neden?

“Savaş, saf bir saldırı ve saldırganlık davranışıdır, bu yüzden savaş ve anlanmayı birbirine indirgeyemeyiz. Eğer savaş avlanmaksa, savaş insan avıdır. Avlanma da örneğin bizonlarla yapılan savaş olmalıdır. (!)”

Clastres önce insanlığın tarihöncesi döneminde, savaşsız bir yaşam sürdüğü iddiasına karşı çıkarak başlıyor işe ve Thomas Hobbes’un düşüncesine farklı bir yaklaşımda bulunuyor. Ona göre Hobbes ilksel toplumlarda bir “savaş” gerçekliği olduğunu görerek ve buraya işaret ederek doğru bir iş yapıyor. Zira Hobbes, inceleme fırsatı bulduğu Amerikan yerlilerinin ne derece savaşçı olduklarını biliyor. Bakış açısına göre bu toplumların yapısına uygun bir ihtiyaç tespiti yapıyor Hobbes, “Devlet” diyor, “devlet” olmazsa savaş genelleşecekti ve toplumun kurulması imkansızlaşacaktı…

“İlkel toplum, Marksist kurama can alıcı bir soru yöneltir: Eğer ekonomik olan toplumsal varlığın üzerinde yükseldiği altyapıyı oluşturuyorsa; eğer üretici güçler gelişmeye yönelmiyorsa ve toplumsal değişimin belirleyici faktörü değilse, o zaman tarihsel devinim fikrini ateşleyen nedir?”

Sonrasında Clastres yavaş yavaş antropoloji içerisindeki farklı yaklaşımların değerlendirmesini yapmaya başlıyor. Marksist antropolojinin “savaşın gelişimin bir yolu” olduğu düşüncesinin dayanaklarını birer birer yıktıktan sonra, artı değer ortaya çıkarmanın imkansızlığından bahsediyor ve soruyor Clastres; “Herkese ihtiyacı kadar” düşüncesiyle işleyen, “hiyerarşisiz”, “zenginlik sahibi olmaya karşı kayıtsız”, “şeflerin yönetmediği” bu toplumun neden ihtiyacından fazlasını üretmeye eğilimi olsun?

Bunun yanında, ilksel toplumun “artı-değer” üretme noktasındaki “teknik imkanlılığına” da değinmeden geçmiyor, ihtiyaç fazlasını üretmenin varolan koşullarda gayet mümkün olduğunda da iddialı davrandığı söylenebilir.

“Etnologlar birbirleriyle yarışırcasına, Yabanilerin eskidiklerinde veya kırıldıklarında kolayca yeniden ürettikleri mallarına ve eşyalarına karşı kayıtsız olduklarını; herhangi bir biriktirme arzularının olmadığını tespit etmiştir.”

Sefaletin getirdiği gelişim ihtiyacı fikrini bu sayede çürüten Clastres yerine çok daha gerçekçi, çok daha tutarlı başka bir eğilim koyuyor. Tıpkı Kropotkin gibi, o da devletin ortaya çıkışı, kapitalist ekonominin gelişiminin temeline ayrıcalığı, yani iktidarı koyuyor. Bunu da “ilkel toplumun bölünmemişliğine” yönelik bir saldırı olarak görüyor. Herkesin herkesle savaşı ya da dostluğu değil, ilksel insan toplumunun temel dinamiği olan “denge”ye işaret ederek bir yandan da Levi-Strauss’un savaşın yerine mübadeleyi koyduğu tezlerine itiraz ediyor.

İlksel İnsanın Devlete Karşı Mücadelesi: Yerellik Eğilimi

“İlkel savaşın amacı nedir peki? Dağılımı parçalı yapıyı ve grupların atomizasyonunu güvenceye almaktır. (…) Güney Amerika’da bir grubun nüfusu toplumun belirlediği optimum eşiği geçtiğinde, insanların bir kısmı uzakta başka bir köy kurmak için ayrılırlar.”

Çokça söylendiği gibi insan topluluklarının parçalanışı ve göçü, temiz su kaynaklarına ya da besine erişimin zorlaşmasının yanında, aynı zamanda parçası olunan toplumsal örgütlenmenin kendisinin ve başkalarının özgürlüğünü korumak için geliştirdiği bir refleksten ibarettir. Clastres burada isim vermeden yerelliğin, federatif örgütlenmenin insan toplumlarının temelinde olduğunu belirtir.

Clastres, toplum tarafından belirlenmiş söz konusu sınırın aşılması sonucunda, bu durumun “yönetimi” merkezileştireceğinin ve “toplumun bölünmemişliği”ni “yönetenler ve yönetilenler” olarak ikiye ayıracağının ilksel insanla tarafından bilindiğini söylemektedir.

İlksel Toplumun Bitmeyen Mücadelesi: Devlete Karşı Toplum

Bu kısa incelemenin sonucunda ise Clastres, başta hak verdiği Hobbes’un yorumunu ilksel toplumun tersine çevirdiğini belirtiyor ve kitap boyunca verilen cevapları incelediği soruya yanıt veriyor.

“İlkel toplum, Hobbes’un söylemini tersine çevirerek tekrar ediyor; dağılım makinesinin birleşme makinasına karşı çalıştığını ilan ediyor; bize savaşın devlete karşı olduğunu söylüyor.”

İlksel toplumda “savaşı” işte böyle anlamlandırıyor Clastres, ne bir mübadele biçimi, ne de bireylerin ekonomik ya da sosyal ihtiyaçlarında birbirine karşı rekabetinin bir sonucu olarak…

İlksel toplumlarının, “primitif savaşını”” bütün adaletsizliklerin kaynağı olan, devlete karşı verilen bir mücadele olarak algılıyor.

 

Şeyma Çopur

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.