Geçtiğimiz ay İstanbul’da 5.7 şiddetinde yaşadığımız deprem saniyeler sürmüş olsa da üzerimizdeki etkisi hala sürmekte. Art arda gerçekleşen küçük depremler ve ardından gelen 5.7 şiddetindeki deprem, “Büyük İstanbul Depremi”ni tekrar konuşulur hale getirdi. Depremin ardından hepimizin düşüncesi aynıydı: “Büyük İstanbul Depremi olduğunda ne yapacağız?”
Bu soruyu sorarken herkes oldukça endişeli. Çünkü beklenen büyük depremi bırakalım bir kenara, bu küçük depremlerde bile birçok konuda sıkıntıların olduğunu gördük. Cep telefonlarının saatlerce şebekeye bağlanmaması, bazı binalarda görülen çatlaklar, deprem anında ve sonrasında toplanabilecek alanların olmaması gibi birçok konu var olan endişelerimizi arttırdı.
Deprem Değil Kapitalizm Öldürür
Günlerdir 15 milyon nüfuslu bir şehirde gerçekleşecek olan, en az 7 şiddetinde bir depremden söz ediyoruz. Bu olası depremin gerçekleştiği anda yaratacağı tahribatı tahmin etmeye uğraşıyoruz: Hangi binalar yıkılır? Hangi semtler daha güvenilir? Deprem anında nerede toplanacağız, toplanma alanları nerede?
17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi hepimizin hafızasındaki yerini tazeledi bu günlerde. 7.6 şiddetinde yaşadığımız bu depremde 17.480 kişi yaşamını yitirmişti. Bu rakam bir yıl sonra 18.373 olarak düzeltildi.
Bir doğa olayı olan depremlerde, bu kadar yüksek tahribatın, kaybedilen binlerce yaşamın sebebi doğal afet denilip geçilemez. Üzerimizdeki bu tahribatın sebebi gerçekten deprem mi, yoksa rant hırsıyla gözü dönmüş, kentsel dönüşümlerle, devlet projeleriyle 15 milyonun yaşadığı bir şehri bina yığınına çevirmiş, olası bir felakette toplanma alanı ve yollar dahi bırakmamış olan kapitalist sistem mi?
Doğa Verdiğini Alır
Hepimizin bildiği bir gerçek var ki: Doğa verdiğini alır. Neredeyse akan bütün nehirlerin üzerine barajların yapıldığı; “başı boş akan” suların kurutulduğu; yeşilin kalmadığı; ormanların, ağaçların kesilip yerine gökdelenlerin inşa edildiği; yoksul mahallelerimizde yaşayanlarımızın evlerinin yıkılarak yerine 2+1 konutların yapıldığı; yol çalışmalarıyla imkansızı “başarıp” en olmadık yerlerden yeni yolların açıldığı bir şehirde, İstanbul’da bizi öldürecek olan şey deprem değil kapitalizmdir.
Çünkü beklenen “Büyük İstanbul Depremi” gerçekleştiğinde yaşamlarımızı ne 2+1 konutlara ne her yanımızı kaplayan AVM’lere ne de başka bir yere sığdıramayacağız. Ve kuşkusuz böylesi bir depremden sonra, ilk olarak yaşadığımız binalar yıkılmış olacak. Köprüler, yollar, viyadükler enkaza dönüşecek. Yollar çökecek, kalanlarda ise hareket etmek mümkün olmayacak. Patlayan su boruları, çalışmayan doğalgaz vanaları ve daha birçok şeyle baş etmek zorunda kalacağız. Bu anda ne devleti ne de devletin herhangi bir kurumunu yanımızda göremeyeceğiz.
Deprem En Çok Ezilenleri Sarsar
Yaşadığımız deprem, sel ya da başka bir afette sanki ezilenler ile ezenler denkmiş gibi açıklamalar duyarız. Yöneticiler ve patronlar depremin etkisini arttıranlar kendileri değilmiş gibi davranırlar. “Biz de bu felaketten etkilendik, ama takdiri ilahi işte” ya da “kader” derler. Gölcük depreminde dediler, Trabzon’da HES borusu patlayınca dediler, SOMA’da dedier. Ama biz ezilenler, ezenlerle denk değiliz. Çünkü deprem en çok ezilenleri sarsar.
Deprem sonrası başlayan arama-kurtarma çalışmalarının nereden başlayacağı en başından bellidir. 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminde, depremzedeler ilk yardımların 3 gün sonra geldiğini söylemişti. Enkaz altında kalanlarımız hayatta kalabilmek için dakikalarla yarıştı. Bu yüzden her türlü dayanışmanın, her çabanın değeri büyük. Fakat akıllarda bazı soruların oluşmasına sebep oluyor böylesi “gecikmeler”. Büyük İstanbul Depremi olduğunda arama-kurtarma ekipleri (ilk) kimleri kurtaracak?
Ezilenleri Dayanışma Yaşatır
Bu sorunun cevabı, geçmişte yaşanan olaylarda saklı. “Bizi kim kurtaracak” diye sorsak da ancak biz, birbirimizin hayatlarını kurtaracak, kendi özörgütlülüğümüzle hayatta kalacağız. Yıkılan evlerimizi beraber inşa edeceğiz, çünkü ilk kurtarılacak bölgeler bizim mahallelerimize çok uzak olacak, biliyoruz. Sadece deprem değil herhangi bir felakette “umursanmayan”lardan olacağız, bunu da biliyoruz.
Depremin etkisini azaltabilmek için kendi irademizle kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda sağlam, sağlıklı, doğayla uyumlu yaşam alanlarını oluşturmamız gerekiyor. Bunun için şimdi nasıl mücadele ediyorsak, bugün içinde yaşadığımız dönemde depremin etkisini en aza indirgeyecek yöntemleri de düşünmemiz ve yaratmamız gerekiyor. Biz yardım etmeyecek, dayanışmayı büyüterek birbirimize el uzatacağız. Çünkü ihtiyacımız olan şey yardım değil, dayanışmadır. Aslında bunun örneğini 2005 yılında ABD’nin New Orleans eyaletinde meydana gelen Katrina Kasırgası’nda deneyimledik.
Katrina Kasırgası, 2000’e yakın insanın yaşamını yitirmesine yol açmış, 1 milyondan fazla insanın evini yıkmıştı. Afetten birkaç gün sonra eski Kara Panter üyesi Robert Hillary King ve Anarşist Scott Crow, Ortak Taban Kolektifi’ni (Common Ground Collective) kurarak, devletin umursamadığı yoksul mahallelere temel destek götürmüştü. Kolektif, otonomi ve yerel faaliyet ilkeleri ile öz-örgütlü bir yapıda kurulmuştu. Kurulmasının başında sadece yemek ve su gibi ihtiyaçların dağıtımını yapan kolektif, gelen 4 sıhhıyeci ile birlikte Algiers’de bir acil ve ilk yardım kliniği kurdu.
1 Mart’a gelindiğinde kıtanın birçok yerinden gelen 23 bin kişi kolektifte gönüllüydü. Kolektifin felsefesi en başından beri “yardım değil dayanışma” oldu. “Ortak Taban Kolektifi” zamanla internet erişimi sağlayan “Ortak Taban Teknoloji Kolektifi”, “New Orleans Kadın Sığınma Evi” ve “Ortak Taban Kliniği” gibi birçok bağımsız kolektife bölünerek çoğaldı. Bir yıl içinde 7 klinik ve 100 mahalle bahçesi yapıldı. Enkaz temizleme, çatı onarma gibi hizmetleri ücretsiz sunan kolektif, yeri geldiğinde kentsel dönüşüm gibi sosyal, ekonomik ve ırkçı saldırıları da önledi.
2012’de Sandy Kasırgası’ndan etkilenenler için kurulan Occupy Sandy ise Occupy hareketinin bir yan çalışması olup, Ortak Taban Kolektifi’nden insanların da katıldığı ve aynı ilkeler etrafında ve özörgütlü yapıya sahip. Öncekine göre daha hazırlıklı ve örgütlü oldukları için daha da başarılı çalışmalar yapmışlardır.
Yardım Değil Dayanışma Yaşatır
Bu felaketler sonrasında devlet, nüfusun çoğu siyah olan afet bölgelerine destek götürmekten çok kanun düzenini sağlamakla uğraşmıştır. Felaketten 10 yıl sonra bile yıkılan evlerin ancak %10’u yeniden yapılmıştır. Tek bir merkezden yönetilen ve bürokratik bir kurum olarak devlet, bu tür durumlarda aciz ve hantal kalmaktadır. Gönüllülük ve dayanışma üzerine kurulu ve özörgütlü işleyen yapıların başardıkları kamuoyunun dikkatini çekmiş, hatta ABD’nin AFAD’ı FETA bile, daha sonradan bu inisiyatiflerle görüşmeler yapmaya çalışmıştır.
Amerika’daki bu deneyim ve esas aldıkları “yardım değil dayanışma” ilkesi, bizlere bunun mümkün olabileceğini göstermiş oldu. Doğal olarak bu deneyimleri, paylaşma ve dayanışmayı bizler kendi sokağımızda, yan komşumuzda ve mahallelerimizde yıllardır “iyi günde, kötü günde” belirli sorunlar ve konular üzerinden deneyimlemekteyiz. Ancak daha geniş deneyimi yaratmak için afeti beklememek gerekir. Şimdi şu anda özörgütlü deneyimi yaratmak, önceki örneklerin gösterdiği gibi afet zamanında daha hazırlıklı olmamızı sağlayacaktır. Katrina Kasırgası’nın ardından kazanılan deneyimle kendi deneyimlerimizi yaratabiliriz.
Yardımla değil, dayanışmayla…
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51.sayısında yayınlanmıştır.