Coğrafyamızda, kadın mücadelesinin son iki yıldır yoğun şekilde gündemini tutan, kadın örgütlerinin eylemini ve söylemini yoğunlaştırdığı bir mesele var: Kadınların “kazanılmış hak”larına yönelik saldırılar. Daha açık ifade etmek gerekirse kadınların uzun zaman içerisinde mücadele ederek edindiği hukuki birçok “kazanım”ın devlet tarafından yok sayılması, yok edilmeye çalışılması ve manipüle edilmesi.
Kadınların gündemini iki yıldır belirlediğini söylesek de kadınların haklarına yönelik saldırıların ve saldırılara yönelik mücadelenin iki seneden de önceye dayandığını hatırlamakta fayda var.
Yakın geçmişte, 2017’de, çocuklara yönelik cinsel şiddet kapsamında düzenlemeleri içeren TCK madde 103’ün değiştirilmesiyle ilgili öneri gündeme gelmişti. Bu değişim, cinsel şiddete uğrayan çocukların “rıza” yaşının 15’ten 12’ye düşürülmesini beraberinde getiriyordu. Yani önceden 15 yaş ve 15 yaş altında bir çocuğun kendi rızasıyla bir cinsel ilişkide bulunamayacağı; gerçekleşen her cinsel eylemin cinsel şiddet kapsamında değerlendirilmesi gerektiği ifade edilirken söz konusu maddenin değişimiyle 12- 15 yaş arasındaki çocukların uğradığı cinsel şiddetin aslında şiddet olmadığı, rıza sonucu yaşandığı iddia edilebilecekti. Ancak değişim önerisi, öneri olarak kaldı. Farklı kesimlerden birçok kadının bir araya gelerek verdiği mücadele sonucunda değişiklik kabul edilmedi. Devlet geri adım atmak zorunda kaldı.
Tartışmanın yaşanmasının hemen ardından, 2018’de, aynı yasa farklı şekilde tekrar değiştirilmek istendi. Rıza yaşının düşürülmesi tekrar gündeme geldi. Bununla da kalmadı, gerçekleşen cinsel ilişkinin “cebir ve şiddet” içerip içermediğinin sorgulanması gerektiği söylenmeye başlandı. Ancak meclis kulislerinde yayılan öneriyi kadınların erkenden gündemine alması ve hızlıca tepki örgütlemesiyle devlet yine karşısında kadınları buldu, amacına ulaşamadı.
Dün Kadın Dostu, Bugün Kadın Düşmanı?
Kadınlara yönelik saldırılar devletin ataerkilliğinin bir yansıması, bir sonucuyken kadın haklarına yönelik saldırıların patlak vermesinin bir başka önemli sebebi de iktidarda bulunan partinin başından beri benimsediği kadın düşmanı politikalar. Kadınları eve kapatmanın, evlendirmenin, susturmanın türlü yollarına başvuran iktidar her fırsatta niyetini belli etti: Kadınları susturmak, itaatkarlaştırmak ve aileye hapsetmek. Yani kadınları, tam da kendi terimleriyle, “muhafaza etmek”.
Bunu yaparken ise plansız/ programsız bir düşmanlıkla değil; aksine stratejik ve ardışık hamleler ile hareket etti. Kadınlara yönelik her saldırının arka planını aylar öncesinden başlayan algı operasyonlarıyla destekledi. Böylece kadınları bölmenin, politikalarına taraftar toplamanın, oluşacak tepkiyi kontrol edebilmenin fırsatını yaratabilirdi.
İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik başlayan saldırılar, yaşananların birebir örneği olarak görülebilir:
2014’te, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini konu alan ve hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge sayılıyor. Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu dönemde imzalanan bu sözleşme, yıllarca devletin gurur kaynağı olarak savunuldu. Sözleşmenin farklı ülkelerdeki uygulamalarının denetlenmesi için denetleme işleviyle GREVIO adında bir komisyon kuruldu. Kadın mücadelesinin içinde yer alan birçok avukat, akademisyen, milletvekili bu süreci yakından takip etti; meclisle görüşmeler gerçekleştirildi. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi devletin dış politikada yarattığı bir imaj, iç politikada ise başlattığı bir açılım stratejisi olmasının ötesine geçti, kadın mücadelesinin temel meselelerinden biri haline geldi. Öyle ki İstanbul Sözleşmesi’nin ardından kadınlara yönelik şiddeti esas alarak hazırlanan 6284 sayılı kanun 5 maddeden oluşacakken kadınların çabasıyla 20 madde daha eklenerek 25 maddeyle yürürlüğe girdi.
Kanun yürürlüğe girdi girmesine ama İstanbul Sözleşmesi de 6284 sayılı kanun da kadınların yaşadığı şiddeti engelleyemedi. Devlet sözleşmeyi imzaladı imzalamasına ama hiç uygulamadı. GREVIO, denetleme sonucunda yayınladığı raporda, “Türkiye’de uygulama eksikliği olduğunu” ortaya koydu ve devleti kadın hakları için göreve çağırdı. Ancak TC açısından hiçbir değişim söz konusu olmadı.
Bütün sürecin bir özeti olarak 2018’e gelindiğinde ise adeta öküz öldü ortaklık bozuldu. Ortaklığı bozan ise dış ve iç politikası değişen devlet oldu.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere öncelikle algı operasyonu başlatıldı. Devletin İstanbul Sözleşmesi üzerinden kadınların kazanımlarına yönelik başlattığı saldırının ilk adımıydı bu. İstanbul Sözleşmesi’nin aile birlikteliğini bozduğu, aile kurumunu yıktığı söylendi. Hatta “kadınları kocasız bıraktığı”, mağdur ettiği savunuldu. İstanbul Sözleşmesi’ni savunanların ise asıl kadın düşmanı olduğu iddiası ortaya atıldı. Algı operasyonunu gerçekleştiren Yeni Şafak, Yeni Akit gibi gazetelerin yanı sıra bu konuda söz sahibi olarak görülen Sema Maraşlı gibi yazarlar ve eğitimciler de televizyon programlarına katılarak İstanbul Sözleşmesi’nin ve 6284 sayılı kanunun “zararlarını” anlattı.
Akit Tv’nin yayınında, ”İstanbul Sözleşmesini İmzalayarak Aslında Neyi İmzalıyoruz?” başlığında konuşan Sema Maraşlı 6284 sayılı kanun ve bu kanunun dayanağını oluşturan İstanbul Sözleşmesi’nin kadınları öldürdüğünü savundu. Birçok erkeğin çocuklara cinsel şiddet uygulamadığı halde bu kanundan dolayı cinsel şiddet uygulayanlarla aynı hapishanede tutulduğunu, kadınların beyanını esas alan bu kanun yüzünden erkeklerin cinsel şiddet uygulamasa bile küçücük taciz olaylarından dolayı cezalandırıldığını ve evli olduğu erkek hapishanedeyken kadınların kanlı gözyaşları içinde ağladığını söyleyen Maraşlı, aynı yayında “küçük yaşta evlendi diye hapishaneye tıkıyorlar” diyerek erkeklerin gerçekleştirdiği onca tacizi, cinsel şiddeti, katliamı meşrulaştırmaya çalıştı. Maraşlı sözlerine İstanbul Sözleşmesi’nin Batı’nın müslümanlar üzerinde bir oyunu olduğunu, müslüman ülkelerini kötü göstermek için bu sözleşmenin imzalatıldığını da ekledi.
İstanbul Sözleşmesi’ne yapılan saldırıyı aynı zamanda kadın mücadelesine yapılan bir saldırı olarak gören kadınlarsa “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” diyerek sözleşmeyi savunmayı sürdürdü. Kimi zaman polis tarafından kimi zaman Sema Maraşlı gibi kişiler tarafından hedef alınan kadınlar, seslerini daha çok kadına ulaştırmak için “hukuki kazanım”larını korumak için yola koyuldu.
Devletin Söz’üne Güven Olmaz!
Bu bölüme kadar devletin kadınlara yönelik saldırılarının bir bölümüne yer verdik. Saldırının sayısı ve boyutları yazılandan çok daha fazlası elbette. Ancak verilen örnekler iki sene içinde bardağı taşıran son damlalar olarak görüldüğünden önemliydi.
Peki bu bardak nasıl doldu?
Bu bardak, kadınların hayatında şiddetin münferit olarak yaşanmadığını, aslında her gün yüzlerce kadının erkek şiddetiyle yaşamak zorunda bırakıldığını görmemizle doldu.
Bu bardak, katledilen kadınların sayısının her gün artmasıyla doldu. Ve katillerin devlet tarafından ödüllendirilmesiyle.
Bu bardak, iş yerinde kadınların kadın oldukları için gördükleri baskı ve tacizle doldu.
Güvensiz sokaklarla, ulaşım araçlarıyla, ev içi şiddetle… Doldu, doldu bardak.
Kadınlar sabrettikçe, geçmesini bekledikçe, yaşadıklarına katlandıkça kadını daha da çok ezdi erk’ler. Hem erkekler hem de erk sahibi olan devletler.
Sonunda taştı bardak. Taştı taşmasına, yetti yetmesine… Ancak bitmedi, bu şekilde bitmez de.
Kadınların yaşamındaki şiddet, devletin imzalayacağı hiçbir sözleşmeyle sona ermez.
Yazıda da söylediğimiz gibi devlet, kadınlara verdiği sözü hiç tutmadı. İyi de madem tutmayacaktı bu sözü, İstanbul Sözleşmesi’ni kim için imzaladı? Kendisi için. Yani, kendi erk’ini korumak için. Sözleşmenin imzalandığı günden bugüne katledilen kadınların sayısı hiç azalmadı, üstelik arttı. Çünkü kadınlara sözde “söz” veren devlet, mahkeme salonlarında katil erkekleri korudu, yaşamını savunan kadınları ise cezalandırdı.
Tabii ki kadınlar mücadeleyi, sokağa çıkmayı, isyanı hep sürdürdü. Ancak bazen öfkeyle çıkılan sokaklarda kadınların sesi yükselirken bazen de devletin kadınları korumasını talep eden sesler yükseldi.
İşte sıkıntı da tam burada. Böylesi kadın düşmanı, böylesi ataerkil bir mekanizma olan devlete “Bizi koru”, “Bize verdiğin sözü tut” demekte.
Kadınlar Kazanacak, Devlet Kaybedecek!
Kadın mücadelesi veren her birey ve her yapının kadını toplumun neresinde konumlandırdığı çok önemli. “Kadınlar korunsun” demek, devletten kadınların korunması için talepte bulunmak, kadını korunması gereken bir özne haline getirir ve edilgenleştirir.
Diğer yandan, olmaz ama, devlet her ne kadar “kadın dostu” politika da uygulasa erkekleri cezalandırsa da hatta idam da etse toplumdaki ataerki yok olmadıkça kadınların yaşadığı şiddet son bulmaz. “Gerekirse içeri girer, paşa paşa yatarım” diyerek katliam yapan erkekleri hatırlayalım. Devletin “koruma” kararına rağmen katledilen kadınları hatırlayalım. Hatırlayalım ki kadına yönelik şiddet devletlerin hüküm sürdüğü yüzyıllar içerisinde asla azalmadı ve artarak sürüyor.
Öyleyse, şimdilik bir kenara bırakalım “kazanılmış” hakları. Çünkü yazının bu kısmına kadar gördük ki devletin bize sunduğu “kazanımlar” birer illüzyondan ibaret. Kazanımların ardında bir “kayıp” var. Kadınların kaybettiği özgürlük var.
Her bir kadın birbirini bulduğunda, iki kadının birbiriyle kurduğu dayanışma ilişkisi büyüyüp başka kadınlara ulaştığında, kadınlar kendi yaşamlarından başlayarak ataerkiye karşı koyduğunda… Kazanacağız. Birken iki, ikiyken beş, onlarca, yüzlerce kadın, örgütleneceğiz… Bizi gelip şiddetten kurtaracak birisini beklemeden, kanunlara ve devlete sığınmadan, kadın dayanışmasına sarılarak kazanacağız. Ve biz kazanırsak devlet kaybedecek!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.