1833’te İsveç’te dünyaya gelen ve dönemin en bilinen kimyagerlerinden olan Alfred Nobel’in ünü, yaptığı sayısız deneye, deneyleri esnasında çıkan yangınlara, o yangınlarda kardeşi de dahil olmak üzere yaşamını yitiren insanlara; ama en çok da mucidi olduğu dinamite dayanıyordu. 1867 yılında icat ettiği dinamit ile Alfred Nobel’in ismi tarih boyunca unutulmayacak bir yere kazındı. İcat edildiği andan itibaren inşaat ve maden gibi sektörlerde ama en çok da savaşlarda kullanılan dinamit, yarattığı etkiyle de insanlık tarihinde yerini hızla edindi. Ancak Alfred Nobel’in icat ettiği dinamitten ve yaratabileceği etkilerden “pişmanlık duyduğu”da aynı tarihe not düşüldü. Kimi gazetelerin “ölüm taciri” olarak andığı Alfred Nobel’in vasiyeti, belki bu icat karşısında bir günah çıkarmaydı. Alfred Nobel, ölümünden sonra kendi adına bir vakıf kurulmasını istediğinden, 1895 yılında kurulan Nobel Vakfı edebiyat, barış, bilim gibi birçok alanda “en iyileri” seçmeye ve ödüllendirmeye başladı.
Nobel Ödülleri, 1940-1942 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle verilememiş olsa da aynı dönemlerde Nobel Barış Ödülü’nün aday isimleri oldukça manidardı. 1935’te faşist Mussolini, 1939’da Hitler, 1945’te ve 1948’de ise Stalin Nobel Barış Ödülü’ne aday olarak gösterilmişti. Her bir isim, dönemlerinin katliam ve soykırımlarının mimarıyken; Nobel Barış Ödülü’nün aslında “barış”tan neyi anladığı sorusunu sormak kaçınılmazdı… Bu tarihlerden yıllar sonra 2009 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan Barack Obama’nın ödül töreni sırasında yaptığı konuşma, Nobel Vakfı’nın barıştan ne anladığını açıkça gösteriyordu. Ödülü alan Obama, Afganistan işgalini olumlarken, açıkça “savaşın bazen gerekli olduğunu” söylüyordu.
Nobel Ödülleri verildiği isimlerle, Nobel Vakfı sponsorluk aldığı silah şirketleriyle, Nobel Ödülü jürisi taciz gündemiyle henüz unutulmamışken; Nobel Ödülü’nün bu yıl ekonomi başlığında verildiği çalışma da konuşulmaya başlandı.
2019 Nobel Ekonomi Ödülü, “küresel yoksullukla mücadeledeki deneysel yaklaşımları” sebebiyle, Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’e verildi. Bu üç isim, küresel yoksulluğa çareyi “deneysel yollarla” arıyor. Kontrollü deneyler yoluyla yoksulluğa, açlığa, hastalıklara ya da ekonomik adaletsizliklere çözümler üretilebileceğini belirten bu üçlünün çalışması, küresel yoksulluğa yeni bir çözüm önerisi olarak konuşuluyor.
Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan üçlü, “yoksulların ne satın aldıkları, ne yedikleri, çocukların sağlığı konusunda ne yaptıkları, kaç çocuk sahibi oldukları” gibi başlıkları deneysel yöntemlerle inceliyor ve çözümleri de bu deneysel yöntemlerle arıyor. Ödülü alan isimlerden Esther Duflo “Yoksulluğa karşı önerilen radikal çözümler genellikle işe yaramıyor. Yoksulluğa son vermenin anahtarı elimizde değil. Ama elimizde bilimsel verilerle çözümler üretebiliriz” diyor. Peki gerçekten Duflo’nun söylediği gibi, ekonomik adaletsizliklere “bilimsel verilerle” çözümler üretmek mümkün mü? Yaşadığımız yoksulluğun, açlığın, hastalıkların ve aslında tüm ekonomik adaletsizliklerin çaresini bilimle bulabilir miyiz?
Kapitalizm ekonomik adaletsizlikler sayesinde ayakta durabiliyorken; Nobel Ödüllü çalışmalar bu adaletsizlikleri ortadan kaldırmaktan öte ancak adaletsizliklerin esas sebebini görünmez kılmakta işe yarayabilir. Zenginliğine zenginlik katanlar, doymak nedir bilmeyenler, başkalarını sömürdükçe ayakta kalabilenler, bu yoksulluğun ortadan kaldırılmasına elbette izin vermeyecektir. “Küresel yoksulluğa çözüm”ün aranacağı en son yer belki de onun varlık sebebi olan kapitalist sistemdir.
Belli ki Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’in gözden kaçırdığı bir şey var. “Küresel yoksulluk sorunu”nun esas kaynağını, yani kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça ne açlığa, ne hastalıklara, ne de yoksulluğa çare bulunabilir. Yapılacak hiçbir deneysel araştırma, yoksulluğu ortadan kaldıracak bir çözüm sunamayacaktır.
Çünkü yoksulluğa çözüm kapitalizmin içinden değil, kapitalizmi yıkmaktan geçer.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.