Okuyucu belki de yukarıdaki başlıkta bir hata bulduğunu ve sovyet sistemi ile proletarya diktatörlüğünün aynı şey demek olduğunu düşünebilir? Hayır. Bu ikisi tamamen birbirini tamamlar olmak bir yana, birbirlerini tamamen dıştalayan, tamamıyle farklı iki düşüncedir. Ancak sağlıksız bir parti mantığı ortadaki bu uzlaştırılamaz şeyleri eritip bir potada birleştirebilir.
“Sovyetler” düşüncesi, sosyalizmin tamamen yapıcı yanına ait olan, toplumsal devrim olarak kabul ettiğimiz şeyin iyi tanımlanmış bir ifadesidir. Diktatörlük kavramının kökeni tamamen burjuvadır ve bu nedenle sosyalizm ile hiçbir ilgisi yoktur. İstenirse bu iki terimi suni bir şekilde birarada kullanmak mümkündür, ancak elde edilecek tek şey orijinal sovyet düşüncesinin silik bir karikatürü olur, böyleyken bu ise esas sosyalizm kavramının tahrip edilmesidir.
Sovyetler düşüncesi, ne yeni bir şeydir ne de sıkça inanıldığı üzere Rus Devrimi tarafından yüceltilmiş bir şeydir. Bu, işçi sınıfının burjuva radikalizminin kozasından çıkarak bağımsızlaştığı bir dönemde, Avrupa emek hareketinin en ileri kanadından ortaya çıktı. Bu, Uluslararası İşçi Birliği’nin [I. Enternasyonal’in], işçilerin gerçek kurtuluşuna giden yolu açmak üzere çeşitli ülkelerin işçilerini büyük bir sendika içinde toplama yönündeki heybetli planını başardığı günlerdi. Her ne kadar Enternasyonal profesyonel organlardan oluşan geniş tabanlı örgüt olarak düşünüldüyse de; kuralları, örgütün nihai amacını (işçilerin tam kurtuluşu) kabul etmenin tek koşul olduğu, zamanın bütün sosyalist eğilimlerinin katılmasına izin veriyordu.
Oldukça doğaldır ki, kurulduğu zaman bu büyük Birliğin düşünceleri 1866’daki Cenova veya 1867 Lozan Kongresi’ndeki kadar açıkça tanımlanmaktan oldukça uzaktı. Enternasyonal deneyim kazandıkça, daha çok olgunlaştı ve savaşan bir örgüt olarak tüm dünyaya daha çok yayıldı, ustalarının düşünceleri daha açık ve daha objektif bir hale geldi. Sermaye ile emek arasındaki günlük mücadeleden kaynaklanan pratik eylemlilik, [Enternasyonal’in] temel ilkelerinin kendiliğinden daha derin bir şekilde anlaşılmasına yol açtı.
1868 Brüksel kongresinin ardından, Enternasyonal toprağın, toprağın altının [doğal kaynakların] ve emek araçlarının kolektif sahipliğini desteklemeye başladı; ve [böylece] Enternasyonal’in gelecekteki gelişiminin temeli atılmış oldu.
1869 Basel kongresinde büyük işçi birliğinin içsel evrimi doruğuna erişti. Yeniden ele alınan toprak ve toprağın altı konularının yanısıra, temel konu işçi sendikalarının nasıl kurulacağı, işletileceği ve kullanılacağı hakkındaydı. Belçikalı Hins ve arkadaşları tarafından sunulan bu konudaki bir rapor kongrede canlı bir ilgi uyandırdı. İilk defa burada işçi sendikalarının ilgileneceği görevler ve keza bu sendikaların önemi tamamıyla hatasız bir şekilde, belli bir ölçüde Robert Owen’in düşüncesini hatırlatır bir şekilde ortaya kondu. Böylece Basel kongresinde sendikaların, yerel federasyonların basitçe sendikalardan, [yani] yegane varoluş nedenleri kapitalist toplum olan ve [kapitalist toplumun ortadan kalkmasıyla] silinip gitmeye mahkum, sıradan ve geçici organlardan daha fazlası demek olduğu açık ve yanılgıya imkan vermez bir şekilde ilan edildi. Hins’in ortaya koyduğuna göre, sendikaların faaliyetlerinin ücretler anlamında işçilerin yaşam koşullarının iyileştirmesiyle sınırlı olması gerektiği şeklindeki devletçi sosyalist görüş köklü bir şekilde düzeltildi.
Hins ve arkadaşlarının sunduğu rapor, ekonomik mücadele [için kurulan] işçi örgütlerinin nasıl geleceğin sosyalist toplumunun hücreleri olarak değerlendirilebileceklerini, ve Enternasyonal’in görevinin tarihsel misyonlarını yerine getirmek üzere yerel örgütlere donanım sağlayacak eğitimi sağlamak olduğunu gösteriyordu. Aslında kongre Belçikalıların görüşünü kabul etti; ancak bugün biliyoruz ki, pekçok delege, özellikle de Alman emek örgütlerinden gelenler, etki alanlarının sınırları dahilinde bu önergeyi yürürlüğe geçirmeyi hiç mi hiç istememekteydi.
Basel kongresinin ardından, ve özellikle de oldukça farklı bir yol izleyen Avrupa toplumsal hareketine dayanan 1870 savaşının ardından, Enternasyonal’in içinde iki karşıt eğilim –bu karşıtlığın kopmayla sonuçlanmasına varacak kadar birbiriyle uyuşmayan iki eğilim– belirgin bir hale gelmişti. Sonraları bu anlaşmazlığı, Michael Bakunin ile –Londra’daki Genel Konseyi elinde bulunduran– Karl Marks arasındaki kişisel bir kavgaya indirgeme girişimleri yapıldı. Bu kadar temelsiz, bu kadar gerçeklerin tamamen göz ardı edilmesine dayanan başka bir hata daha olamaz. Doğaldır ki, bu gibi durumlarda genelde olduğu üzere kişisel çatışmaların da rolü olmuştur. Bakunin’e karşı saldırılarında her türlü yakışıksız yola başvuranlar, her defasında Marks ile Engels idi. Gerçekten de Karl Marks’ın biyograficisi Franz Mehring de bu konuda sessiz kalamamıştır; çünkü bu esasen boş ve aptalca bir dalaşma meselesi değildi, bu belli bir doğal öneme sahip olmuş ve olan iki ideolojik görüşün çarpışmasıydı.
Enternasyonal’in temel desteğini edindiği Latin ülkelerinde, işçiler ekonomik mücadele örgütlenmeleriyle aktiftiler. Onların gözünde, devlet mülklü sınıfın siyasi ajanı ve koruyucusuydu; ve böyleyken, siyasi iktidarın ele geçirilmesi, yeni bir tiranlığın başlangıcından ve sömürünün devam etmesinden başka bir şey demek olmadığı için, [siyasi iktidarın ele geçirilmesi] hiçbir koşul altında amaçlanmamalıdır. Bu nedenle onlar, profesyonel siyasetçiler tarafından idare edilen yeni bir yönetici sınıf yumurtlayacak başka bir siyasi parti kurarak burjuvaziyi taklit edinmekten kaçındılar. Onların amacı makinaların, sanayinin, toprağın ve toprak altının kontrolünü ele geçirmekti; ve bu yaklaşımın siyasi iktidar için herşeyi feda edecek burjuvazinin Jakoben siyasetçilerinden kendilerini tamamen ayrıştırdığını doğru bir şekilde önceden gördüler. Latin Enternasyonalcileri iktidar tekelinin mülkiyet tekeliyle birlikte kaldırılması gerektiğinin farkındaydılar; [böylece] gelecek olan toplumun tüm yaşamı tamamen yeni bir temel üstüne kurulacaktı. “İnsanın insan üstündeki hakimiyetinin” geçmişe ait olduğu gerçeğini bir başlangıç noktası olarak kabul ederek, bu yoldaşlar “şeylerin idare edilmesi”ni [ing. administration of things] doğru bir şekilde kavramaya çalıştılar. Devlet içindeki partiler siyasetinin yerine emeğin iktisadi politikasını geçirdiler. Dahası, konseyler (veya sovyetler) nosyonunun ardında yatan gerçek olan, toplumun sosyalist anlamda yeniden örgütlenmesinin bizzat sanayinin içinde yerine getirilmesi gerektiğinin farkına vardılar.
Oldukça açık ve kesin bir şekilde, İspanyol Bölge Federasyonu’nun kongresi Enternasyonal’in bu anti-otoriter kanadının bu görüşleri üzerine derinlemesine eğildi, ve onları daha da geliştirdi. İşte (sovyetlerle aynı anlama gelen) “juntalar” ve “işçi konseyleri” terimleri buradan ortaya çıkmıştır.
Birinci Enternasyonal’in liberter sosyalistleri, sosyalizmin bir hükümet kararnamesiyle olamayacağını, aksine tabandan yukarıya doğru organik bir şekilde büyümesi gerektiğini tam olarak kavramışlardı. Keza onlar emeğin, üretimin ve benzer bir şekilde eşit tüketim için dağıtımın örgütlenmesini üstlenecek olanların sadece işçiler olduğunu da anlamışlardı. Onların parlamenter siyasetçilerin devlet sosyalizmi [görüşlerine] muhalefet etmelerine neden olan baskın düşünce işte buydu.
Yıllar geçtikçe ve hatta bugün bile, bu Latin ülkelerinin emek hareketleri vahşi zalimliklerle karşılaşmıştır. Bu kanlı politikanın izleri 1871 Paris Komünü’ne kadar sürülebilir. Sonradan, bu tip gerici aşırılıklar İspanya ve İtalya’ya da sıçradı. Sonuç olarak, “konseyler” düşüncesi geri plana çekildi, çünkü tüm açık propaganda [imkanları] bastırılmıştı; ve işçi örgütleri, gizli [hale gelen] hareketlerinde tüm enerjilerini, tüm kaynaklarını gericiliğe karşı savaşmaya ve [onun] kurbanlarını savunmaya harcamakla sınırlandırılmış militanları örgütlüyordu.
Devrimci Sendikalizm ve Konseyler Düşüncesi
Devrimci sendikalizmin gelişmesi, bu düşünceyi tekrar yüzeye çıkardı ve ona yeni bir soluk verdi. 1900 ile 1907 yılları arasında, Fransız devrimci sendikalizm hareketinin en aktif döneminde, konseyler düşüncesi en geniş, en iyi tanımlanmış biçimine kavuştu. Pouget, Griffuelhes, Monatte, Yvetot ve diğer bazılarının, özellikle de Pelloutier’in yazılarına genel bir bakış bile; ne Rusya’nın ne de başka bir yerin, Rusya’daki 1917 olaylarından onbeş yirmi yıl önce devrimci sendikalizmin yayıcılarının biçimlendirdiklerine ufacık dahi bir katkı yapmadığına ikna etmeye yetecektir.
Bu yıllar boyunca, sosyalist işçi partileri konseyler fikrini kontrolden çıkmış [kontrolsüz] bir fikir olarak değerlendirdiler ve reddettiler. Bugün sovyetler fikrini (özellikle Almanya’da) savunanların çoğunluğu, daha dün onu bir tür “yeni ütopya” olarak küçümsüyorlardı. Bundan geri kalmayan Lenin, 1905’de St. Petersburg delege konseyi başkanına, konseyler sisteminin partinin ortak hiçbir ortaklığının bulunmadığı, modası geçmiş bir kurum olduğunu söylüyordu.
Ve böylece devrimci sendikalistler sayesinde itibar kazanan konseyler nosyonu, uluslararası emek hareketinin en önemli noktasını vurgular ve köşetaşını oluşturur; bu, diğer herhangi bir yol yanlış olacağı için, konseyler sisteminin sosyalizmin bir gerçeklik olmasını sağlayacak yegane kurum olduğunu eklememize izin verilmesi sayesinde [olmuştur]. “Ütopya”, “bilimsellik”e galip gelmiştir.
Eş olarak, konseyler düşüncesinin, burjuva ideolojik geleneklerinin uyanışını içeren devlet düşüncesinin karşısında, uluslararası emek hareketi içinde derin kökler salan liberter sosyalist görüşten kaynaklandığı sorgulanamaz bile.
“Proletarya Diktatörlüğü”: Burjuvazi’den Bir Miras
Bu, diktatörlük hakkında söylenebilecek tek şeydir, çünkü bu sosyalist düşüncenin ürünü değildir. Diktatörlük emek hareketinin çocuğu değildir, aksine onların [burjuvazinin] “mutluluğunu” garanti altına almak üzere proleter kampa aktarılan, burjuvaziden alınmış acınacak bir mirastır. Dikatörlük, yine burjuva kökenli olan siyasi iktidar hırsı ile yakından ilişkilidir.
Diktatörlük, daima İktidar için açgözlü olan devletin almaya hazır olduğu biçimlerden birisidir. O, savaş durumundaki devlettir. Devlet fikrinin diğer savunucuları gibi, diktatörlüğün destekçileri de kendi iradelerini –geçici olarak (?)– halka dayatacaklardır. Tek başına bu anlayış bile, bizzat varoluşunun özü tam olarak kitlelerin yapıcı katılımı ve doğrudan inisiyatifi olan toplumsal devrim önünde bir engeldir.
Diktatörlük, organik bir varlığın, tabandan yukarıya doğru olan doğal bir örgütlenme biçiminin reddedilmesi, tahrip edilmesidir. Bazıları insanların kendi kaderlerinden sorumlu olmak için yeterince olgunlaşmadığını iddia ederler. Bu nedenle kitlelerin üstünde bir yönetici, “uzman” bir azınlığın vasiliği olmalıdır. Diktatörlüğün destekleyicileri belki de dünyadanın en iyi niyetli [insanları] olabilir, ancak İktidar’ın mantığı onları daima en aşırı despotluk patikalarına sapmaya mahkum edecektir.
Bizim devletçi sosyalistlerimiz diktatörlük nosyonunu burjuva öncesi bir partiden, Jakobenlerden aldılar. O parti grev yapmayı bir suç olarak lanetlemişti ve işçi örgütlenmelerini ölüm cezasıyla yasaklamıştı. Roberspierre’in aynı etki altında olduğu bu zorba tavırlı [küstah] davranışın en aktif sözcüleri, Saint-Just ve Couthon idi.
Burjuva tarihçilerin Büyük Devrim’i [1789 Fransız Devrimini] yanlış ve tek taraflı bir şekilde tasvir etmeleri çoğu sosyalisti oldukça etkilemiştir; ve Jakoben diktatörlüğün başta gelen liderlerinin şehitliği giderek çoğalır gözükürken, Jakoben diktatörlüğü de fazlasıyla sağlıksız bir itibar kazandırmıştır. Genelde ahali, düşünceleri ve hataları eleştirel olarak ele almalarını engelleyen, şehitlere tapınmaya kolayca tutulur.
Fransız Devriminin yaratıcı işi iyi biliniyor –feodalizmi ve monarşiyi yıkmıştır. Tarihççiler bunu Jakobenlerin ve Konvansiyon devrimcilerinin işi olarak yüceltmişlerdir; ancak bununla beraber, zaman geçtikçe bu resmin bütün bir Devrim tarihinin tamamen yanlış resmedilmesi olduğu ortaya çıkıyor.
Bugün, bu yanlış yorumun tarihsel gerçekliğin, özellikle de Devrimin bona fide [samimi niyetli] işinin Ulusal Meclis ve Konvansiyonu savunan köylüler ve şehirden gelen proletarya tarafından gerçekleştirildiği gerçeğinin bilinçli bir şekilde gözardı edilmesine dayandığını biliyoruz. Jakobenler ve Konvansiyon, fait accompli [olmuş bitmiş] olana değin, yani halk eylemleri bu tip değişiklikleri onlara dayatana değin radikal değişimlere karşı daima şiddetle muhalefet etmişlerdir. Sonuçta, Konvansiyon’un feodal sistemin lağvedildiğini ilan etmesi, zamanın siyasi partilerinin şiddetli muhalefetine rağmen devrimci köylülerin eski baskıcı sisteme yaptıkları saldırının resmi olarak tanınmasından başka bir şey değildir.
1792 gibi geç bir tarihte bile, Ulusal Meclis feodal sisteme hala dokunmamıştı. Ancak bir sonraki yıl, devrimci denilen Meclis, “kırın ayaktakımının” hakkını, halkın halk kararıyla halihazırda kazandığı bir şey olan feodal hakların kaldırıldığını ilan etmeye tenezzül etmişti. Aynısı, veya neredeyse aynısı, monarşinin resmen kaldırılması için de geçerlidir.
Jakoben Gelenekler ve Sosyalizm
Fransa’daki halk sosyalist hareketinin ilk kurucuları Jakoben kamptan gelmişti, bu nedenle 1792’nin siyasi mirasının ağırlıklı olarak onların omuzlarında yüklü olması doğaldır.
Babeuf ve Darthey “Eşitler”i [The Equals] kurduklarında, Fransa’yı bir diktatörlük aracılığıyla tarımsal bir komünist devlete dönüştürmeyi amaçlıyorlardı; ve komünistler olarak, eğer Büyük Devrim idealine ulaşmak istiyorlarsa ekonomik sorunu çözmeleri gerekeceğinin farkındaydılar. Ancak Jakobenler gibi “Eşitler” de amaçlarına devleti kuvvetlendirerek, ona engin güçler bahşederek ulaşabileceklerine inanıyorlardı. Jakobenlerle birlikte, devletin her şeye kadir olması inancı doruğuna ulaştı, ve bu o kadar içlerine işledi ki izlenebilecek alternatif tasarıları düşünmekten yoksun bir hale geldiler.
Yarı ölü Babeuf ve Darthey giyotine gönderildiler, ancak düşünceleri halk arasında yaşadı; Louis Philippe hükümdarlığı dönemindeki “Eşitlikçiler” [Egalitarians] gibi gizli topluluklarda kendisine sığınak buldu. Barbes ve Blanqui gibi adamlar aynı çizgide çalıştılar, komünistlerin hedeflerini gerçeğe dönüştürmek üzere tasarlanmış olan proletarya diktatörlüğü için savaştılar.
Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da belirttikleri proletarya diktatörlüğü nosyonunu işte bu adamlardan miras almışlardı. Bu araç sayesinde, görevi radikal baskıcı yasalar sayesinde burjuvazi potansiyelini ezmek ve zamanı geldiğinde toplumu devlet sosyalizminin ruhuna uygun bir şekilde yeniden düzenleyemek olacak, sınırsız yetilere sahip bir merkezi iktidara kavuşacaklardı.
Marks ve Engels sosyalist kamp için burjuva demokrasisini terk ettiler, düşünceleri derin bir şekilde Jakoben etkilerce şekillendirilmişti. Dahası, o zamanki sosyalist hareket kendine özgü bir yol ortaya çıkaracak kadar gelişmiş değildi. Bu iki liderin her ikisinin de sosyalizmi, Fransız Devrimine kadar uzanan burjuva geleneklerine az ya da çok tabiydi.
Herşey Konseyler İçin
Enternasyonal dönemindeki emek hareketinin büyümesi sayesinde, sosyalizm kendisini burjuvazi geleneklerinin son kalıntılarından kurtarmış ve tamamen bağımsız hale gelmiş olarak buldu. Konseyler anlayışı, ne koşul altında olursa olsun devlet nosyonunun ve iktidar siyasetinin terk edilmesini sağladı. Benzer şekilde, herhangi bir diktatörlük önerisine cepheden karşı çıktı. Aslında, sadece iktidara sahip olan kuvvetler ve devletten iktidar araçlarını almaya girişmedi, aynı zamanda kendi hakimiyetini de mümkün olduğunca arttırmaya çalıştı.
Konseyler sisteminin öncüleri, insanın insan tarafından sömürülmesiyle birlikte insana insan tarafından hükmedilmesinin de sona ereceğini düşünüyorlardı. Yönetici sınıfların örgütlü iktidarı olan devletin, emeğin kurtuluşunun bir aracına dönüştürülemeyeceğini fark etmişlerdi. Aynı şekilde, toplumsal devrimin temel görevinin eski iktidar yapısını yıkmak, yeni bir sömürü ve geri dönüş olasılığını ortadan kaldırmak olması gerektiği görüşündeydiler.
“Proletarya diktatörlüğü”nün bir fabrikanın diktatörce yönetilmesiyle karşılaştırılabilir olmadığına kimse itiraz etmesin, çünkü bu bir sınıf diktatörlüğüdür. Böyle bir sınıf diktatörlüğü var olamaz; çünkü bu son tahlilde, o sınıf adına haksız bir şekilde kendisinin konuşma hakkına sahip olduğunu iddia eden belirli bir partinin diktatörlüğüne dönüşür. Bu nedenle, despotizme karşı savaşında liberal burjuvazi “halk” adına hareket ettiğini söylemişti. İktidarı kullanma zevkini asla tatmamış olan partilerde, iktidar hırsı veya onu kullanma arzusu fazlasıyla tehlikeli bir biçim alır.
İktidarı ilk kez kazananlar, ona eskiden beri sahip olanlardan daha fazla bile iğrençtirler. Bu açıdan Almanya örneği aydınlatıcıdır: Almanlar şu anda sosyal demokrasinin profesyonel siyasetçileri ile sendikaların merkezi görevlileri tarafından oluşturulan güçlü bir diktatörlük altında yaşıyorlar. Kendilerine itiraz etmeye cesaret eden “kendi” sınıf üyelerine boyun eğdirecek tedbirlerin hiçbirisini adice ve vahşice bulmuyorlar. Sosyalizm sözlerini geri alan bu centilmenler, belli bir derece özgürlüğü ve kişisel dokunulmazlığı garantileyen burjuva devrimleri kazanımlarıyla karşılaştıklarında bile onların “ağırlığı altında kaldı”lar. Dahası, onlar yetkililere karşı minnet duymayan herkesi tutuklayacak ve onları en azından bir süreliğine zararsız kılacak denli ileri giden, en korkunç polis sisteminin babalığını yaptılar. Fransız despotlarının “lettre de cachet”ini ve Rus çarlık sisteminin idari sürgünlerini mezarlarından çıkarılarak, bu yegane demokrasi şampiyonları tarafından uygulandı.
Söylemek gereksiz ancak bu yeni despotlar, iyi Almanlar için her türlü hakkı garanti altına alan anayasaya olan desteklerini ısrarla belirtip durdular; ancak bu anayasa yanlızca kağıt üstünde var oldu. 1793 Fransız cumhuriyetçi anayasası bile aynı kusurdan muzdaripti –hiçbir zaman uygulamaya geçirilmedi. Robeespierre ve onun sadık hizmetkarları, anavatanın tehlike altında olduğunu söyleyerek kendilerine [bu durumu] açıklamaya çalıştılar. Sonuçta “Dürüst” ve adamları, Heyet’in [ing. Directory, Fransız devriminde cumhuriyet hükümetini idare eden beşler heyeti] utanç verici yönetimine, Thermidor’a, ve en nihayetinde de Napoleon’un kılıcı altındaki diktatörlüğe yol açacak olan diktatörlüğü oluşturdular. Bugün Almanya’da biz kendi Heyet’imize kavuştuk: tek eksik olan Napoleon rolünü oynayacak bir adam.
Devrimin gül sularıyla yapılamayacağını biz hepimiz biliyoruz. Ve yine mülk sahibi sınıfların ayrıcalıklarını kendiliklerinden bırakmayacaklarını da biliyoruz. Muzaffer devrim gününde, işçiler kendi iradelerini bugünkü toprak, toprakaltı ve üretim araçları sahiplerine dayatmak zorunda olacaklar; ki bu –bu konuda açık olalım–, işçiler toplumsal sermayeyi ellerine almadan, ve herşeyden önce halk yığınlarını hakimiyeti altında tutan bir kale olan ve olmaya devam edecek otoriter yapıyı yerle bir etmeden olamayacak bir şeydir. Böylesi bir eylem, hiç şüphesiz ki bir kurtuluş eylemidir; bir toplumsal adalet ilanıdır; bütünüyle bir burjuva ilkesi olan diktatörlükle hiçbir ortak yanı bulunmayan toplumsal devrimin bizzat özüdür.
Çok sayıdaki sosyalist partinin, liberter sosyalistlerin ve devrimci sendikalistlerin damgasını taşıyan konseyler düşüncesinde birleşmesi olgusu, şimdiye kadar takip ettikleri taktiğin bir yanılsamanın, bir çarpıtmanın ürünü olduğunun; konseylerle birlikte emek hareketinin, bilinçli proletaryanın uzun süredir arzuladığı tam bir sosyalizmi geçerli kılma yetisine sahip tek organı kendi başına yaratması gerektiğinin itiraf edilmesidir, kabul edilmesidir. Diğer yandan, bu ani değişimin konseyler kavramına, özelliklerine, sosyalizmin orijinal görevleriyle hiçbir ilişkisi olmayan ve konseylerin daha ileriye doğru gelişmesine engel teşkil edecekleri için ortadan kaldırılmaları gereken pekçok yabancı özelliği sokma riskini de içerdiği unutulmamalıdır. Bu yabancı unsurlar herşeyi ancak diktatöryal bir bakış açısından ele alabilirler. Bu riskleri göğüslemek ve toplumsal kurtuluşun doğuşunu bundan daha fazla yakınlaştıramayacak –aksine daima onu geciktirecek– deneyleree karşı sınıf yoldaşlarımızı uyarmak bizim görevimiz olmalıdır.
Sonuç olarak, bizim tavsiyemiz şudur: Herşey konseyler ve sovyetler için! Onlar üstündeki herhangi bir güce hayır! Aynı zamanda bir toplumsal devrimcinin sloganı olacak bir slogan.
Çeviri:Anarşist Bakış