İnsanlık tarihinde erkek, iktidarlı ve devletli toplumlara geçiş ile birlikte, iktidara sahip olan oldu ve iktidarı eline her aldığında, bunu kadın üzerinde kullanmaya başladı. Erkek egemen toplumlarda kadın, yüzyıllar boyunca erkek egemenliği tarafından teslim alındı, kendisine dayatılan toplumsal rollerle bu egemenlik altında baskılandı. Devlet, erk şiddeti üretti; bu şiddet her daim kadın bedeninde somutlaştı.
Bugün içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız kapitalizm, insan ilişkilerinin sonsuz yıkımından ve en çok da kadın-erkek ilişkileri arasında kurguladığı tahakkümcü sömürüden beslenmektedir. Erkek egemen iktidarlar, cinsiyetçi tahakküm biçimleriyle; yaşamın militarizasyonuyla; emeği, bedeni ve özlüğü alınıp satılabilen bir metaya dönüştüren kapitalizmle; kadını, var olan bu krizin “ezilmekte olan nesneleri” haline getirmektedir.
Devlet, toplumun temelini aileye sıkıştırırken; kadını da aileye kapattı. Dinsel öğretiler, kültürel ve ahlaki normlar, kurallar, yasalar, örf ve adetler, sürekli olarak yaşanmakta olan bu cinsiyetçiliği normalleştirdi. Bugün, biyolojik cinsiyetten çok farklı olarak tartıştığımız “toplumsal cinsiyet”, cinsler arasındaki iktidarı belirledikçe, kadının konumunu ev içinde belirledi, bedenini cinselliği üzerinden tahakkümü altına aldı ve cinsiyetler arası eşitsizliği besleyen, koruyan ve sürekli olarak üreten durumlar yarattı.
Kadınlar, erkek egemen bir sistemde, farklı tahakküm biçimleriyle sömürüye maruz kalırken; bu durum her zaman bir iktidarın var olmasından kaynaklandı.
Anarşizm sadece siyasal ya da ekonomik iktidarın değil hepsinden öte, insanın insan üzerinde kurduğu iktidarın ortadan kaldırılması gerekliliğinden hareket eder. Cinsiyetler arası ezilmeyi sınıflı toplumdan öncesine dayandıran Kropotkin, bu ezilme durumunun insan ile insan arasındaki hiyerarşik yapının ortaya çıkması ile açıklar. Kropotkin hiyerarşinin başlangıcını, patriyarkal ailenin ortaya çıkışına dayandırırken; bireysel servet ve güç toplamayla, bunların babadan oğula aktarılmasını da cinsiyetler arası hiyerarşinin kaynağı olarak ele alır.
İktidarın şiddeti kimi zaman devlet şiddeti olarak karşımıza çıkarken; biz kadınlar içinse bu şiddet yoğunluklu olarak erkekte vücut buluyor. Kadınların, taciz ve tecavüze uğradığı, bu tecavüzlerin devlet eliyle meşrulaştırıldığı; “erk”ek terörüyle sistematik olarak katledildiği; eve, aileye kapatıldığı ve her zaman erkeğe biat etmek zorunda bırakıldığı bugünlerde, kadınlar olarak bir kez daha soruyoruz. Kapatıldığımız hücrelerden; sıkıştırıldığımız sömürüden ve tutsaklıktan nasıl kurtulacağız? Yaşamlarımızın kontrolünü kendi elimize almak için; erkek egemenliğinin baskısından ve şiddetinden kurtulmak için; yaşamlarımız ve özgürlüğümüz için ne istiyoruz?
MÜCADELE
İktidar, var olan cinsler arasında ezen erkek ya da ezilen kadın ayrımı yapmaksızın, tüm cinsleri baskılamayı ve tahakkümü altında sindirmeyi ister. Söz konusu bu iktidar kimi zaman yer değiştirse de, yoğunluklu olarak erkekte vücut bulur. Ancak bu durum, sorunun esas kaynağının “iktidarın varlığı” olduğunu ortadan kaldırmaz.
Kapitalizmin gelişimiyle kendini var eden ve geliştiren ataerkil kültür, kadını, hem bedeni, hem kimliği, hem de emeği ile sömürür. İçinde yaşadığımız bu baskıcı kültürün yansıması olarak kadın, her daim korunması gereken bir “nesne” olarak görülür.
Bizlere dayatılan bu yok oluşu yıkmak ve kendimizi, kendi ellerimizle var edebilmek için, mücadele etmekten başka bir yolumuz yok. Kapitalizme, erkek egemenliğine ve her ikisinin de temelinde yatan iktidara karşı yaşamlarımızı geri almak; tüm insanlığın dönüşümünü sağlamak için, bütünlüklü bir mücadele kaçınılmazdır.
ÖZGÜRLÜK
İktidarın varlığı demek, özgürlüğün yok oluşu demektir. İktidarın babada, sevgilide, abide ya da herhangi bir erkekte somutlaştığı bir yerde ise kadının özgürlüğü asla mümkün değildir.
Kadının kapatıldığı hücresinde (ev, işyeri, aile…) mutlu, özgür ya da “eşit” olduğu yanılgısına kapılanlar, kadının kurtuluşunu “onu baskılayan iktidarı ele geçirmesinde” ararlar. Ancak kadının özgürleşmesi ne “erkeğe eşitlenmekle” ne de varlığını baskıdan ve yok saymadan alan iktidarı ele geçirmekle mümkündür. Kadın, özgürlüğü düşledikçe, düşlediğini eyledikçe ve ancak kapatıldığı hücrelerin her birini parçaladıkça özgürleşecektir.
Kadının ya da bireyin özgürleşmesiyle toplumun özgürleşmesi arasında bir öncelik ya da sonralık ilişkisi kuranlara karşı, biz kadınlar özgürleşirken, bütün bir yaşamı da özgürleştireceğiz. “Birimiz bile özgür değilsek hepimiz tutsağız.”
PAYLAŞMA ve DAYANIŞMA
İçinde bulunduğumuz kapitalist işleyiş, bireyi “tekleştirir” ve yalnızlaştırırken; erkek egemenliğinin baskısı da kadını yalnızlaştırarak bitmeyen bir tecrite sürükler. İktidar, bu tecritten kurtuluşunun mümkün olmadığını her vurguladığında; buna alışmayı ya da biat etmeyi salık verir.
Ekonomik olarak da, kültürel olarak da, bireyi bir yalnızlığa sürükleyen iktidar, bu yalnızlığın, kadınların tüm yaşamına yansımasına ve tekrar tekrar kadını hiçleştirmesine zemin sağlar. Kurtuluşunu “daha iyi”, “daha mutlu”, “daha zengin”, “daha güzel” olmakta aramak zorunda bırakılan kadın, tüm yaşamı boyunca asla ulaşamayacağı bir “daha” için sürüklenip durur.
Kapitalist ekonomik düşünceye yabancı ve ona düşman olan paylaşma ve dayanışma ruhuysa; tüm dayatmalara karşı kadının özgürleşmesine yardımcı olacak temel unsurlardır. Tüketim nesnesi ya da erkeğin baskının sindirdiği nesne olmayı reddeden her bir kadın; bir arada durdukça ve yaşamı paylaştıkça özgürleşebilecektir. Kadın, paylaşmayla ve dayanışmayla, özgürlüğün ve adaletin gerçekleştiği toplumsal düzen olan anarşizmle bunu gerçekleştirebilecektir. Ancak duygudaşlıkla, karşılıklı yardımlaşmayla ve yoldaşlıkla paylaşılan, pratikle yoğrulmuş bir yaşam kadını özgürleştirecek; dayanışmayla özgür bir yaşam inşa edilecektir.
BEN OLMADAN BİZ OLAMAYIZ
İktidarın mutlaklaşmasının ölçüsü, iktidar olanın da ona tabi olanın da bu güce tapınma ölçüsüdür. Karşılıklı bir ilişki biçimi olan iktidarın varlığında, güce biat eden, iktidarın baskıladığı bir nesneye dönüşür. İktidar ise sahip olduğu bu gücü yitirme kaygısına kapıldıkça, aynı gücün kölesi haline gelir.
Erkek egemen sistemde söz konusu olan kadın erkek ilişkisi de, bahsedilen bu karşılıklı ilişkinin bir yansımasıyla var olur. Erkek sahip olduğu güçle, bu gücün kölesine; kadınsa erkeğin sahip olduğu bu gücün tahakkümü altında bir köleye dönüşür. Böylesi bir düzen içerisinde kadının özgürleşmesi, öncelikli olarak, iktidarı elinde bulunduran erkeğe biat etmeyi reddetmesinden geçer.
Kadın, iktidarı ve aynı iktidarın yarattığı tüm tahakküm biçimlerini reddettikçe kendisini var edebilir. Gücün karşısında durarak ve bu güce direnerek aktif bir “özne” haline gelen kadın, ancak böylelikle kendini gerçekleştirebilir ve kendi devrimini yaratabilir. Kadının bu içsel devrimi, düşlediğini eyleyen, yaşamlarının kontrolünü eline alan, özgürleşen kadınların ve tüm insanların devrimidir.
ÖZSAVUNMA
İktidarın var olduğu her alanda sürdürdüğü saldırısı, onun baskısına karşı mücadele edenlerin direnişiyle karşılaşır. İktidar yok etmek için, asimile etmek için ya da yalnızca kendi hegemonyasını artırmak için doğrudan ya da dolaylı olarak saldırdıkça, her daim bir savunmayla karşılaşır. Kadınsa, çoğu zaman bu saldırıların da savunmanın da en temel öznesidir.
İktidar, erkeğin saldırısında somutlaştığında, kadın için şiddete karşı direnmek esas olmuş; devletin kendisinde somutlaştığında, özsavunma, bir var olma mücadelesi olmuştur. Kadın erkek tarafından düşünsel, bedensel, yani doğrudan yaşamsal bir saldırıya maruz kaldığı her an direnmekten başka bir yol seçmemelidir. Kadını “korunmaya muhtaç” addeden iktidar kodlarının karşısında kadın; kendi yaşamına yön veren aktif bir özne olarak, dolaylı ya da dolaysız olsun, hem iktidarın şiddetine hem de erkeğin şiddetine karşı direnerek, özünü savunarak özgürleşir.
ÖZÖRGÜTLÜLÜK
Kapitalizm, üretim ve tüketim döngüleri içerisinde, en alt basamaktan en son basamağa kadar, bireyleri ve toplum içi ilişkileri, kendi var oluşunu esas alarak düzenler. Var oluşu gereği tek olamayacağını öngören iktidar, “iktidar olmak ya da kalmak” için kendisini var edecek her bir özneye muhtaçtır. Kapitalizmin en önemli özelliği de, iktidarını yalnızlaştırılmış bireyler topluluğunun bütününde var etmektir.
Böylesi bir yaşam içinde “birey”den ve dolayısıyla kadından bahsetmek imkansızdır. Kapitalist ilişki biçimlerinde “tüketilmiş”, iktidarlı toplum yapısında “baskılanmış”, erkeğin ardında “yok edilmiş” olan kadının, söz konusu bu koşullar altında kendini yeniden var edebilmesi, ancak kendi gibi olan kadınlarla bir araya gelmesiyle mümkündür. İktidarlı ilişkilerin yarattığı tüm siyasal, ekonomik ve sosyal yıkıma karşı kadının özgürleşmesinin yegane yolu, kendisine ve başkasına yönelen tahakküme karşı çıkmak , bu tahakküme karşı çıkan başka kadınlar da bir arada durmak, el ele vermek, örgütlenmektir.
ÖZYÖNETİM
Toplum içerisindeki bireylerin, paylaşma ve dayanışmayı esas alan bir yaşam anlayışıyla ve doğrudan demokratik karar alma süreçleriyle işlettikleri özyönetim modelinde toplum, özörgütlenmeler aracılığıyla organize edilir. Ekolojik uyumu, cinsiyet ilişkilerindeki tahakkümün ortadan kaldırılmasını, mülkiyet ve kapitalizmin dayattığı tüketimin karşısında paylaşım kültürünü esas alan bu model; tahakküme dayalı tüm ilişki biçimlerini ortadan kaldırır.
Özyönetim modelinin işleyişi, iktidarsız bir toplumsal ilişki biçimiyle ve doğrudan demokratik karar alma süreçleriyle mümkündür. Özyönetimle, toplumun yönetilmesi değil; halkın kendini örgütleyebilmesi sağlanır. Söz konusu bu modelde toplum, merkezsiz birliklerle organize edilir.
EKOLOJİK UYUM
İçinde bulunduğumuz ekosistemde, sadece insanlarla değil, tüm canlı ve cansız varlıklarla ilişki halindeyiz. Bu ilişki, toplumsal ilişkinin de bir belirlenimi. İktidarlı toplumlarda insanın insanı sömürmesinin zemini olan kapitalist anlayış, insanın doğa üzerindeki tahakkümünü de meşrulaştırmak ister; çünkü böylece doğanın sömürüsünü de meşrulaştıracaktır.
İktidarlı toplum yapısına geçişle “doğadan ayrılmış bir insan” anlayışı, doğa üzerindeki tahakkümü açığa çıkarmıştır; dolayısıyla doğanın bir parçası olan kadının üzerindeki tahakkümü de. Hiyerarşik toplumun iktidarlı ilişki biçimi, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünü yarattıktan sonra, doğanın sömürülmesine, talanına ve yıkımına yol açmıştır. Yani esas olarak ekolojik talan, “erk”eğin kadın üzerindeki tahakkümüyle doğmuştur.
İnsan, ancak doğanın bir parçası olduğunu fark edip, bu uyuma dahil oldukça özgürleşebilir. Özgürlük, doğadaki hiçbir bileşen (insan, hayvan, varlık vs.) arasında önem hiyerarşisi olmaksızın kurulacak bütünlüklü bir mücadeleyle yaratılabilir. İktidar merkezli bir anlayışa karşı oluşturulacak hiyerarşisiz, statüsüz, otoritesiz, mülkiyetsiz, iktidarsız yaşam, bütün bileşenleriyle, ekosistemin kurtuluşu olacaktır. Yaşam tutsaklıktan kurtulduğunda, kadın da özgür olacaktır.
DOĞRUDAN DEMOKRASİ
Toplumu yönetenlerin, hükümetin daha ötesinde devletin, biz yönetilenler üzerinde hiç umursamadan aldığı kararları uygulaması, bu kararları zor ile dayatması ve temsili demokrasi çerçevesinde bizi bu yönetime müdahil oluyormuşuz gibi göstermesi bir demokrasi aldatmacasıdır. Özgürlüğü “sunulan alternatiflerden birini seçme”ye odaklayan çoğulcu demokrasiye karşı, anarşizm, öznesi olan bütün bireylerin etkin bir şekilde katılacağı, bir parçası ve yönlendiricisi olacağı karar alma süreçleri işletir.
Kadını zaten görünmez kılan bu demokrasi aldatmacasıyla, “seçme ve seçilme hakkı” adı altında, tarih içerisinde kadına yönelik bazı politikalar işletilmiş olsa da, kadının özgürleşmesi konusunda bir uygulama değişikliği olmamıştır. Hükümetlerin politikaları, kendi iktidarlarına biat etmesini istedikleri hemen herkesi, kadınları da, oyalamıştır.
Anarşizm, buna karşı bir pratik olarak işlettiği doğrudan demokrasiyle, kişinin etkin bir özne olmasına zemin olmuştur. Bilginin de emeğin de bir tahakküm aracına dönüştürülmeksizin var olduğu doğrudan demokratik yöntemde, karar alma süreçleri hiyerarşi olmadan işletilir, kişilerin bu sürece katılımı esas alınır. Deneyimlinin deneyimsiz üzerindeki tahakkümüne karşı işleyen bu yöntemle, iktidarın baskısıyla nesneleştirilmiş olan bireyler yeniden bir özne haline gelir ve kendini gerçekleştirmeye başlar.
Doğrudan demokrasi; kadının yok sayıldığı iktidarlı ilişki biçimlerine, kadının özgürlüğünün meclisteki %50 koltuk oranına sıkıştırılmasına ve “erkek egemenliğinin sunduklarından birini seçme”ye karşı, özgürleşmenin esas pratiğidir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayımlanmıştır.