2015 Kasım ayında, İngiltere’de yayınlanan Telegraph gazetesinde “Yarın, nasıl bir 3. Dünya savaşı başlar?” başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazı, aynı yılın haziranında uluslararası stratejistler ve aynı zamanda bahsi geçen yazının da yazarları olan P.W Singer ve August Cole’un kaleme aldığı “Ghost Fleet: A Novel of the Next World” adlı kitaba dayanıyor. Çıkabilecek olası bir dünya savaşı üzerine ihtimallerin sıralandığı kitapta dünyayı tekrar düzenlemek isteyen küresel güçlerin birtakım bölgesel gerilimleri tırmandırarak “uygun koşulları” hazırladığından söz ediliyor. ABD, AB, Rusya, Çin gibi daha büyük ölçekli ve etki alanları geniş devletlerin arasında, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle sona erdiği düşünülen gerilimlerin, günümüz koşullarında tekrar ortaya çıktığı kitapta dillendiriliyor. Söz konusu kitapta örnek verilen ve giderek bir savaşa evrilen bölgesel gerilimlerin en belirgini, coğrafyamızın hemen yanı başında halen yaşanıyor.Üstelik artık bölgesel olmaktan çıkıp çok daha geniş ve uzak coğrafyaları etkisi altına alarak yayılıyor.
Geçtiğimiz Şubat ayında 5. yılını geride bırakan Suriye savaşı, ilk başladığı dönemden bugüne gelindiğinde bir iç ayaklanma/iç savaş olma özelliğini yitireli çok oldu.TC devleti başta olmak üzere, Suudi Arabistan, Katar, İran gibi bölgesel güçler ve ABD, Rusya, AB hatta Çin’in içinde olduğu diğer küresel güç dengelerinin savaşa dahil olmasıyla Suriye, devletlerin adeta küçük çapta bir dünya savaşı yürüttüğü coğrafyaya dönüştü. 2014 yazında, ABD öncülüğünde 17 devleti kapsayacak şekilde oluşturulan IŞİD karşıtı koalisyon, savaşa küresel devletler bazında yapılan ilk fiili müdahaleydi.
Aslında savaşa dahil olan devletleri ve bu devletlerin birbirleriyle zaman zaman karşı karşıya kaldıkları gerilimleri göz önünde bulundurduğumuzda; Suriye’de süren hegemonya mücadelesinin bir üçüncü dünya savaşı potansiyeli taşıdığından söz edilebilir. Bu gerilimlerin dışında ise söz konusu coğrafyanın Ortadoğu olması ve barındırdığı enerji kaynakları, ticaret rotaları gibi denklemler düşünüldüğünde bu potansiyelin azımsanamayacağını söyleyebiliriz.
Ancak bir taraftan da ABD ve Rusya 27 Şubat’ta uygulamaya geçecek -IŞİD ve An Nusra hariç tutularak- bir ateşkes ilanıyla “itidalli davranmayı” sürdürüyorlar. Savaşın son süreçte Halep’te yoğunlaşması, savaşa dolaylı olarak dahil olan devletlerin, “vekilleri” olan rejim muhalifi örgütlerin söz konusu bölgeye adeta sıkışması nedeniyle, Suriye ve çevresindeki coğrafyaya askeri yığınakları ise arttı. NATO’ya bağlı devletler, ABD başta olmak üzere, İncirlik, Kuveyt ve Basra Körfezi’ndeki hava üslerini takviyelerle güçlendirdi. Geçtiğimiz aylarda “stratejik askeri işbirliği konseyi” ile Sünni ittifakını resmileştiren TC ve Suudi Arabistan da bir dizi adım attı. Suudi Arabistan savaş uçakları Konya’da konuşlandırıldı, operasyonel kara gücü olarak da Kraliyet Özel Kuvvetleri’nden takviye yapılması söz konusu. Bu Suudi Arabistan-TC ittifakına Katar’ı da dahil etmeyi unutmamak önemli. Savaşın diğer safında bulunan Suriye, İran, Lübnan Hizbullahı ve Rusya ittifakında ise 2015 ekiminden bu yana fiilen savaşa dahil olmasıyla, Esad yönetimi ve dolaylı olarak kendi lehine dengeleri değiştirmeye başlayan Rusya’yı öne çıkarmak gerek.
Rusya Faktörü
TC ile yaşanan “uçak krizi” sonrası Rusya tarafından atılan bazı adımlar, P.W Singer ve August Cole’un vurguladığı gibi, daha büyük ölçekte küresel bir savaşa yol açabilecek ve bölgesel gerilimlerin tırmandırılmasına örnek oluşturabilecek nitelikte. TC devletinin sınır komşusu Ermenistan’daki üssüne yapılan askeri yığınağı ve Suriye’de takviye ettiği hava savunma sistemlerini bu örnekler arasında sayabiliriz. Gerilimin muhatabı TC devleti ise yaptığı diplomatik ve askeri hamlelerle tansiyonu yükseltmekte sakınca görmedi. Diplomatik adım anlamında, düşmanın kavgalısıyla arayı hoş tutarak mesaj verme gibi bir amaç taşıyan, Davutoğlu’nun Ukrayna ziyareti, Rus işgaline uğrayan Kırım’a atıfla “toprak bütünlüğü” vurguluydu. Ancak bölgesel gerilimi yükseltme ve bunu ABD’nin de dahil olduğu ölçekte bir krize dönüştüren ise TSK tarafından Rojava’daki Kürt mevzilerine yapılan topçu saldırıları oldu. Bu saldırıların başlamasıyla ABD ile yaşanmaya başlayan PYD/YPG “terör örgütü mü,değil mi?” polemiğinde ise Rusya’dan önemli bir diplomasi hamlesi geldi. Moskova’da açılan siyasi temsilcilikle, Rojava Özerk Yönetimi bir anlamda Rusya tarafından tanınmış oldu. Böylelikle, 7 Haziran seçimleri sonrası “sınırları içindeki” Kürtlere uyguladığı katliamı söz konusu top atışlarıyla “sınırları dışına” taşımak isteyen TC devletine Kürtler üzerinden mesaj da veriliyordu.
Azez Duyarlılığı
Şubat ayının ortalarında, Halep’in kuzeyinde ve IŞİD kontrolünde olan Azez’in Demokratik Suriye Güçleri tarafından özgürleştirilmesi, Suriye’deki savaşın artık küresel bir boyutta devam ediyor olması açısından, sadece bölgesel bir anlam ifade etmiyor. Davutoğlu’nun, bölgede bulunan Menag Havaalanı ve Tel Rifat’ın IŞİD kontrolünden çıkmasından sonraki açıklamaları uluslararası medyada da çok tartışılan konular arasındaydı.
“Azez’in düşmesi”ne izin verilmeyeceğini vurgulayan Davutoğlu, bu söylemiyle sadece IŞİD yanlısı TC politikalarla tutumlu bir tablo çizmiyor, aynı zamanda bir sonraki aşamada Cerablus’un da aynı konuma gelebileceğinin farkındalığıyla telaşlı bir açıklamada bulunuyordu. Azez; Halep’in merkezi ve TC sınırı arasındaki ana koridoru oluşturuyor. Öte yandan, askeri olarak “muhaliflerin” bölgede tutunabilmeleri için stratejik öneme sahip. Bunun anlamı şu; TC’nin askeri ve lojistik destek verdiği rejim karşıtı güçlerin, bu desteği alması zora girmiş oldu. TSK’nın YPG mevzilerine yaptığı Obüs saldırıları, aynı telaşlı politikanın askeri yansımasıydı.
Davutoğlu’nun Azez açıklamalarına yansıyan telaşının bir başka biçimini, geçtiğimiz haftalarda Ankara’da gerçekleşen bombalama sonrasında gördük. Davutoğlu, saldırıdan YPG’yi sorumlu tuttu. Hatta, bombalamanın hemen ardından birkaç saat içinde bombalamanın sorumlusu olarak Salih Necer’in kimliği ve bilgileri açıklandı. Simon Tisdall, geçtiğimiz hafta Guardian’da çıkan yazısında soruyor: “Eğer ortada bombacıya ilişkin bu kadar bilgi varsa ve bu bilgiler olaydan birkaç saat sonra açıklanabiliyorsa, devlet bombalamayı neden durduramıyor?” Tisdall, sorduğu soruya şöyle cevap veriyor: “Ankara’daki Barış Mitingi sonrasında, 100’den fazla insanın ölümüyle sonuçlanan bombalamada da Tayyip Erdoğan, suçu PKK’ye atmaya çalışmış, ancak saldırganın IŞİD’li olduğu anlaşılmıştı. Kürtleri suçlamak, devletin Suriye’deki çıkarlarıyla ilgili.”
Suriye’deki pozisyonunu gittikçe daha zora sokan TC’nin bu telaş politikasının altında ABD’ye mesaj göndermek yatıyor. PYD/YPG’nin “terörist” olduğunu kabul etmeyen ABD’nin fikrini değiştirmek ve Rusya’ya karşı yanına ABD’yi çekmek; Cenevre Toplantıları’nda PYD/YPG’nin katılımını engellemek; TSK’nın sınırötesi hareketliliğini ve muhalifleri desteklemesini meşrulaştırmak TC’nin bölgedeki temel hedefleri. Hedeflerle ulaşılmak istenense, Angela Merkel’le “Göçmen Pazarlığı” üzerinden dillendirilen Suriye’nin kuzeyinde, TC’nin muhaliflerin de desteğini alarak kara harekatıyla oluşturacağı güvenli bölge.
Dördüncü Nesil Savaş
1989 yılında, William S. Lind’in, ABD ordusunda görev yapan birkaç üst düzey komutanla beraber kaleme aldığı “Savaşın Değişen Yüzü: Dördüncü Nesile Doğru” yazısında kullandığı dördüncü nesil savaş kavramı, şimdilerde Suriye benzeri bölgelerde yaşananları anlamak açısından, özellikle küresel güçlerin ordularının sık başvurduğu bir kavram.
Soğuk Savaş dönemi sonrasındaki özellikle bölgesel bazda çıkan ama bir süre sonra etkisi bölgenin ve coğrafyanın sınırlarını aşan savaşları tanımlamada kullanılan kavramla vurgulanan, ulus-devlet dışındaki aktörlerin savaşlarda belirleyici olmaya başlamasıdır. Karmaşık, uzun süreli, sınırları aşan ve yoğunluklu olarak desantralize olmuş, soykırıma varan saldırıların yaşandığı, medya manipülasyonları aracılığıyla yüksek düzeyde psikolojik savaşın verildiği, sadece askeri değil politik, ekonomik ve sosyal baskının yer aldığı bir savaş biçimidir.
ABD ordusunun, Soğuk Savaş döneminde operasyon gerçekleştirdiği coğrafyalardaki deneyimlerden elde edilmiş bir bakış açısı Lind’inki. Ve tabiki bunlara karşı alınması gereken önlemler de sıralanmış küresel güçlerin orduları için…
Desantralize olmuş bir savaş gerçekliğini Suriye’den okumaya kalkmak çok yanlış olmasa gerek. İçinde bulunduğumuz politik, ekonomik ve sosyal ortamı düşündüğümüzde; yaşadığımız coğrafyada, yeni nesil savaşın her düzeyini yaşadığımız bugünlerde, savaşın sınırları aşındırmaya çoktan başlamış olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Savaşlar, iktidarlar için bölgesel ve küresel çapta hegemonyalarını işletebilmek için fırsattır. Desantralize olmuş bir savaş demek, daha da küçük ölçekte de işletilen fırsatlar yani daha fazla katleden savaş demektir. Devletlerin küresel ya da bölgesel boyuttaki savaşlardan beslenen tüm çıkar politikaları sonucunda, en ağır bedeli ödeyenler ezilenlerdir. Sınırları aşan bu savaşlara karşı, sınırları aşındıran bir dayanışmayla karşılık vermek şart. Halkların verdiği özgürlük mücadelesini bir de buradan anlamak gerek. Savaşların sınır tanımadığı bir süreçte, verilen özgürlük mücadelesinin aynı zamanda bizim de özgürlük mücadelemiz olduğunu ancak bu şekilde görebiliriz.
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayımlanmıştır.