Gazeteciler hastane başhekimi Fahri Celal Göktulga’ya, bu heykelin bir akıl hastanesinin bahçesinde bulunmasının neyi ifade ettiğini sorarlar. Göktulga yarı şaka yarı ciddi gülümseyerek “Hastane dışındakilerinin durumu içeridekilerden daha kötü,bu heykel onların durumu ne olacak diye düşünüyor” şeklinde soruyu cevaplar.
Biz nerede yanlış yaptık?
90’lı yıllarda televizyonda, bir masa etrafında “tartışan” karşıt görüşlü insanları saatlerce dinlediğimiz programlar izlediğimizi hatırlıyorum. Bu programları gecenin körüne kadar izleyip ertesi gün ise kendi gündelik tartışmalarında devam ettiren insanlara da defalarca rastladım. Bu programlar dışında da bilgi yarışmaları, hafıza oyunları gibi akıl oyunlarını içeren eğlence programlarını ya da hicveden bir üslupla güncel siyaset eleştirisi yapan güldürü programları izlerdik. Geçmişe nostalji yaparak geçen günleri “uzak güzel günler olarak hatırlamak niyetinde değilim”; keza o günlerde de Diyarbakır’da, Siirt’te yaşananları izlemezdik televizyonlarda. Sadece satır arasında “…terörist etkisiz hale getirildi” gibi cümlelere yer vardı. Hatta izlediğimiz tartışmalar çoğu zaman, esas meseleyi görünmez kılmak için yapılan birer manipülasyon ya da her şey “özgürce” tartışılıyor izlenimini yaratan birer illüzyondu aslında. Ne var ki bugüne geldiğimizde televizyon dünyasının da değişen siyasi ve güncel hayata göre farklı bir şekil aldığını söylemek zor değil. O günlerde izlediğimiz tiyatro, bugün daha da sığ bir hale gelmiş durumda.
Televizyon kanallarının hepsinde birbirini tekrar eden konuşmaları başka başka suretlerden dinliyoruz. Bütün kanallarda ya bir “aynen hocam aynen” monoloğu hakim, ya da birbirine düşmanmış gibi rekabet eden yarışma programları… Televizyonda durum böyleyken, sosyal medyada da çok farklı değil. Birbirine tahammülü olmayan gruplar paylaşımların altındaki yorumlarda bir kör dövüşündeymiş gibi birbirine fütursuzca saldırıyor. Kürt, alevi, laik, müslüman… diye diye ayrımcılık gittikçe daha da artıyor ve keskinleşen sosyal ayrımlarla farklı olana tahammül de giderek azalıyor.
Bütün bu sosyal gerçekliğin ortaya çıkmasında var olan siyasal gerçekliğin ya da medyanın gücünün etkisi tartışılmaz elbette. Ama şimdilik biz var olan bu gerçekliği bir kenara koyarak şu soruyu soralım: Bu toplumdaki her bir öznenin, bizzat bu gerçekliğin yaratılmasındaki rolü nereye denk düşmektedir?
Sosyal sınıflara ya da bu kategorizasyona ne kadar uyum sağlıyoruz? Bu noktada acaba belli sınıflara dair kalıpyargılarımız, kendi kendini gerçekleştiren kehanet gibi, düşüncemizde haklı çıkmamıza neden oluyor olabilir mi? Ya da bazı konularda çok şey bilmediğimiz halde, bilmediğimizi bilmiyor olabilir miyiz? Belki televizyonda ya da sosyal medyada üretilen gerçekliği, kendi gerçekliğimizi yerine koyuyor olabilir miyiz? Her gün içine girdiğimiz koşturmacada, her şeye kafa yoramayacağımız düşüncesiyle kendimizi akışa bırakıyor olabilir miyiz? Peki durum böyleyse bu noktada bize düşen sorumluluk nedir?
“Hiçbir şey demeseydim de…?”
Kahin: “Vazoyu dert etme…”
Neo: (etrafına bakınarak) Hangi vazo? (bu sırada bakınırken çarptığı vazo düşerek kırılır.) Çok üzgünüm.
Kahin: “Sana dert etmemeni söylemiştim, çocuklarımdan birine yaptırırım.
Neo: Bunu nereden bildin?
Kahin: Asıl soru şu, hiçbir şey demeseydim de vazoyu kıracak mıydın?
(Matrix I)
Pygmalion’dan Oidipus’a, Matrix’e kadar edebiyatta, sinemada, psikolojide, sosyolojide kendini gerçekleştiren kehanet kavramına ya da bu kavramın farklı tanımlamalarına rastlayabiliriz. 1948 yılında bir toplum bilimci olan Robert Merton bu kavramı, temel beklenti etkisi olarak ele almıştır. Temel beklenti etkisi ya da kendini gerçekleştiren kehanet aslında oldukça yaygın olarak işleyen bir süreçtir.
İnsan beyni durmaksızın bir bilgi akışına maruz kalır, bu noktada bu uyaranları işlemek için kestirme yollar seçer, bilgileri sınıflandırır, kategorize eder ve bu noktada “bilişsel cimrilik”, zihinsel bir enerji tasarrufu sağlar. Şeyleri gruplara ayırmak işimizi kolaylaştırır. Örneğin kalemleri renkli kalemler, siyah kalemler ya da tükenmez veyahut kurşun gibi ayırarak tasarruf sağlamanın kimseye zararı olmayacaktır. Peki aynı sınıflandırmayı sosyal gruplar için yaptığımızda? Kürtler, aleviler, müslümanlar ya da laikler gibi?
Bilişsel cimrilik, önyargılar ve kategorizasyonla başlar. Bu sınıflandırmalarla aynı “kategoride” olan durumlar için belli davranış beklentileri oluşur. Ve bu beklentilere uygun her davranış beklentinin ispatı olarak görülürken, beklentiyi doğrulamayan davranışlar “istisna” olarak değerlendirilerek görmezden gelinecektir. Böylece bu kısır döngü çoğu zaman kendi sosyal sınıfına atfedilen beklentilere maruz kalan kişinin, kendinden beklenen davranışı gerçekleştirmesini de beraberinde getirecek.
Bu duruma ilişkin olumlu bir örnek olarak psikologlar Robert Rosenthal ve Lenore Jacobson tarafından yürütülen bir araştırmaya göz atabiliriz. Bir ilkokulda çocuklara IQ testi yapılmış ve bu öğrencilerden birkaçı rastgele seçilerek, öğretmenlerine bu çocukların “gelecek vaadeden çocuklar” olduğu söylenmiştir. Oysa seçilen öğrencilerle diğerleri arasında zeka açısından fark yoktur. Bu testin üzerinden bir yıl geçtikten sonra çocukların IQ seviyeleri tekrar ölçülmüş ve “gelecek vaat ettiği” söylenen çocukların, şaşırtıcı bir şekilde diğerlerinden daha yüksek düzeyde bir ilerleme kaydettiği gözlenmiştir. Öğretmenlerin bu gruplara dair belirli beklentilerin etkisine girmesi, çocuklara beden dili ya da sözel olarak bir şekilde yansımış ve öğrencilerin başarılarına, motivasyonlarına ve zeka düzeylerine etki etmiştir.
Diğer taraftan bu bilişsel cimrilik, sınıflandırma ve kategorize etmenin bir sonucu olarak kalıpyargıların ortaya çıkmasının da yaygınlaşmasının da birçok kalıpyargının gerçeğe dönüşmesinde ve ayrımcılığın hayata geçmesinde önemli rol oynar.
Bu araştırmalarda karşılaştığımız bu durumlarda kişilerin beklentilerinin karşısında hangi davranışların ya da ne gibi durumların ortaya çıktığına baktığımızda, kalıpyargıların ya da kehanetin kendini nasıl tekrar ürettiğini açıkça görebiliyoruz ama gündelik yaşamlarımızda beynimiz her şeyi sınıflandırmaya, gruplandırmaya ya da bilişsel bir enerji tasarrufuna gittiği sürece bunu fark edebiliyor muyuz? Ya da bilmediğimizi biliyor muyuz?
Bilmediğini bilmemek: Dunning Kruger Etkisi
Beynimizin bilişsel tasarruf yapmak için uyaranları kategorize etmesi yetmezmiş gibi bu durumun farkında olmayışımız da kendimize aşırı güvenmemize neden olabilir. Cahil cesareti olarak da tariflenen bu durum en alçakgönüllü ifadesiyle bilmediğinin farkında olmamak; bu nedenle çok doğru, çok haklı, çok bilgili olduğunu sanıyor olmak denebilir.
Bu doğrultuda Justin Kruger ve David Dunning’in Cornell Üniversitesi’ndeki öğrenciler arasında yürüttükleri çalışmayı kısaca özetleyecek olursak; öğrencilere bir test yapılır ve klasik “nasıl geçti” sorusu sorularak, kendi performanslarını değerlendirmeleri istenir. Bu değerlendirmeleri inceleyen Kruger ve Dunning’in karşılaştığı tablo şöyledir: Soruların yüzde onuna bile yanıt veremeyenlerin kendine güvenleri müthiştir, testin %60’ına yanıt verdiklerini düşünürler. Soruların yüzde doksanını yanıtlayanlar ise en alçak gönüllü deneklerdir, soruların yüzde yetmişini yanıtladıklarını düşünürler.
Ya bildiğimiz gibi değilse?
1979 yılında tütün ve sigara şirketlerinin, sigara karşıtı kampanyaların etkisini azaltmak amacıyla hazırladıkları gizli bir talimat ortaya çıktı. 1969 yılında bir tütün şirketinin kaleme aldığı bu belgede tütün şirketlerinin sigara karşıtı kampanyalarla başa çıkmak için kullandığı taktiklere yer veriliyordu. Bu taktiklerden biri şu şekilde belirtilmişti: “Genel kamuoyunun kafasındaki olgusal gerçeklerle başa çıkmanın ve bu konuda ihtilaf yaratmanın en iyi yolu şüphe yaratmaktır.”
Bu belgelerin ortaya çıkması üzerine Stanford Üniversitesi’nden bilim tarihçisi Robert Proctor, tütün şirketlerinin kafa karıştırma yöntemlerini araştırmaya başladı ve “agnotoloji” kavramını ortaya attı. Bu kavram, bir çıkar sağlamak için kasıtlı olarak kafa karıştırmak ya da yalan bilgi yaymak anlamına geliyor; bilgisizlik yayma bilimi diye de kullanılabilir.
Bilginin siyasi ya da ticari çıkarlar için güçlü kurumlar tarafından çarpıtılıyor olması da bunun bir parçası. Proctor, siyasi ve felsefi konularda insanların bilgisinin çoğu zaman inanca, geleneğe ve daha çok propagandaya dayalı olduğunu belirtiyor. Yani bilginin erişilebilir olması, o bilgiye ulaşıldığı anlamına gelmez.
Zamanımızın Bariz bir Özelliği: “Düşünce Yoksunluğu”
“Bana öyle geliyor ki düşünce yoksunluğu -gaflet içindeki bir umursamazlık ya da dumura uğramış bir zihin ya da koflaşmış “hakikatler”i tasasızca tekerrür eden bu hal- zamanımızın en bariz özellikleri arasındadır. O nedenle önerdiğim şey aslında çok basittir: Hiç bir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir.”
(Hannah Arendt, İnsanlık Durumu)
“Düşünce yoksunluğu… Zamanımızın en bariz özellikleri arasındadır.” diyor Arendt 1958 yılında. İkinci dünya savaşı sonrasında Eichmann davasını Kudüs’te izlerken, bir taraftan kişinin sadece kendine söyleneni yapan ve bunu yaparken de kendini kendi eylemlerinden sorumlu görmemesini sorguluyordu Arendt. O’na göre Eichmann’ın en büyük suçu düşünmemesiydi. “Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca insanın olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu” diyordu. Kötülük gittikçe sıradanlaşıyor, normalleşiyordu.
Aradan geçen zaman Arendt’i haklı çıkarmaya devam ediyor. Düşünce yoksunluğu bizim de zamanımızın en bariz özellikleri arasında olmaya devam ediyor. Belki daha da yakıcı bir şekilde. Arendt’in bahsettiği insanlık durumunun tam içine düştüğümüz bir noktadayız belki.
Belki bu yüzden artık cimrilik yapmayı, tasarruf etmeyi bir kenara koyup gerçekten yaptıklarımızı düşünmenin zamanıdır.
Gündelik hayatlarımızda tekrarlayan hareketlerimiz, sorgulamadığımız alışkanlıklarımız, ilişki biçimlerimiz, yaptığımız ya da yapmaya korktuğumuz eylemler, bizi hangi noktaya getiriyor?
Sistemin genel kabullerine göre planladığımız hayatlarımız bizi olmak istediğimiz kişi olmaktan uzaklaştırıyor mu?
Kalıpyargıların yeniden yeniden üretildiği bu noktada, her gün bu kalıpyargıların kendini gerçekleştirdiğini ya da bu noktada sorumluluğun hangi noktada olduğunu görmezden gelebilir miyiz?
Bilmediğimizi bilmediğimizin farkında olmayarak, aslında bildiğimizi sandığımız şeylerin de birilerinin siyasi, ticari çıkarları paralelinde bize doğru olarak sunulduğunu yok sayabilir miyiz?
Ya da doğru bildiğimizi şaşırmamız için kafamızın karıştırıldığını, aklımızla dalga geçildiğini bile bile bu yalanlara inanmaya devam edebilir miyiz?
“Bu işler öyle kolay değil!” sesleri arasında belki el yordamıyla doğru bildiğimizi yapmanın, korka korka eylemenin cesaretiyle, davranmaya “cesaret” edebilir miyiz?
İçinde bulunduğumuz durumlarda kehanetlerin/beklentilerin mağduru olduğumuz söylemini bir kenara bırakarak kendi beklentilerimize göre hareket edebilir miyiz?
Belki de “iyi düşünelim iyi olsun” sığlığını bir kenara bırakıp kendi eylemlerimizi, sorumluluklarımızı ya da siyasi kapasitemizi yeniden düşünmemizin zamanı şimdi, şu andadır.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.