"Enter"a basıp içeriğe geçin

Özgürlüğümüz Mücadelemizdedir

17092376_1371909362830653_1590562937_n
Kadınların özgürlük mücadelesinde “oy hakkı” tartışmaları, “oy hakkı” kampanyalarının yoğunlaştığı 19. yüzyıla kadar dayanır. Bugün dünyanın birçok yerinde var olan Batı tarzı “liberal demokrasi”lerle uygulamaya geçtiğinden bu yana “evrensel oy hakkı”, bir politik gerçeklik olarak dayatılsa da; liberal demokrasilerin hiçbir şekilde “özgürlük” getirmediğine tanık olan ve getirmeyeceğinden emin olan biz kadınlar için sonu gelmemiş bir tartışmanın konusudur.

“Oy hakkı” kadın-erkek eşitliği ilkesi üzerinden ele alındığında bu kadını büyük bir yanılgının içine hapsetmiş olur. Liberal demokrasinin hak ve özgürlükler kapsamına dâhil ettiği birçok meselede olduğu gibi, konunun teorik ve pratik yanları derinlemesine tartışılmadan, o “hak ve özgürlükler”den yararlanacak bireyler için uygulamaların iyi ya da kötü olduğuna karar verilmeden bir oldu-bittiye getirme söz konusudur. Liberal demokrasinin bu özelliği, siyasal, ekonomik ve toplumsal işleyişi sorgulatmayan bir devlet yapısının oluşuyla ve bireylere bu işleyişi dayatmasıyla ilgilidir. Bu devletli yapıyı ve işleyişi sorgulayanlar ise “kadın ve erkeğin eşitliği” ilkesine karşı olarak yaftalamışlardır.
Gerek geçmişte gerekse de günümüzde, kadınların “oy hakkı kazanımına” ilişkin bir dizi tartışma mevcuttur. 19. yüzyılda bu kampanyaların yoğunlaştığı Kuzey Amerika coğrafyasında yapılan bu tartışmaları incelemek, sadece “oy hakkı” ve kadın mücadeleleri arasındaki ilişkiyi daha derinlikli görmemize değil, aynı zamanda kadının siyasal özne oluşu ve siyasal eşitlik gibi kadın mücadelesinin içerisinde bulunan kavramları düşünmemize de olanak sağlayacaktır.

“Oy Hakkı” Mücadelesi

19. yüzyılda, ABD’de yoğunlaşan “oy hakkı” kampanyalarının çok tartışılmayan tarafı, bu siyasal talebin ortaya çıkmasını sağlayan düşüncedir. “Oy hakkı” kampanyaları öncelikli olarak, biz kadınların geleneksel evlilik kurumu içindeki güçlerini arttırmayı hedefliyordu. Ve tahmin edilenden farklı olarak, bu orta sınıf ağırlıklı ve muhafazakâr bir hareketti.
Kampanyaların yoğunlaştığı süreçte, Oy Hakkı Hareketi’yle ittifak içerisinde olan Alkol Karşıtı Birlik, Cinsellik Karşıtı Saflık Birlik’i (Purity League) gibi muhafazakâr hareketler, toplumsal aşırılıklardan kadına oy hakkının verilmesiyle kurtulunacağını düşünüyorlardı. Yani kadına oy hakkı verip, “toplumsal değerlerin daha iyi muhafaza edilmesi” ve “toplumsal saflık” amaçlanıyordu. Burada oy hakkı için yükseltilen “kadın”, geleneksel toplum yapısı içerisindeki annelik üzerinden yükseltiliyordu.

Öte yandan, kadınların oy kullanmasını, kilisenin ve evin boyunduruğundan kadının kurtulması gerektiğini düşünenler de savunuyordu. Ancak hareketin büyümesine ve yaygın olarak savunulmasına yol açan olgu, oy hakkı taraftarlarının çoğunun kendisini “iyi bir Hristiyan, ev kadını ve devlet yurttaşı” yapmak için oy kullanmak istemesi gerçeğidir.
Böyle bir siyasi ortamda, “oy hakkı” tartışmaları daha da önem kazanmaktadır. Emma Goldman’a göre, oy kullanma kampanyaları, dikkati gerçek mücadeleden saptıran bir durumdu. O, temel mücadelenin toplumun bir bütün olarak yeniden yapılandırılması, kadınların kendileri için özgür ve anlamlı yaşamlar yaratmalarıyla verilebileceğini söylüyordu.
Kadın mücadelesinin “oy hakkı”na yoğunlaştığı bir süreçte, anarşist kadınlar devlet yapısını sorgulamanın ötesine geçerek, ataerkil aile yapısını sorguladılar ve toplumsal cinsiyet sorununu tartıştırdılar. Kadınların, toplumda ezilen konumda bulunmalarının temelini cinsellik ve doğurganlıkla ilişkilendirdiler. Ekonomik etkenlerin yanı sıra, cinsel etkenlerin de kadınları baskı altına almak için kullanıldığını savundular.

Buradan çıkardıkları sonuç, kadının nasıl bir siyasal özne olacağıyla ilişkiliydi. Seçim sandıklarıyla değil; erkeklerden ve erkek egemen kurumlardan siyasi, ekonomik, psikolojik ve cinsel açıdan bağımsız olmakla siyasal özne olunacağını savundular.

Siyasal Özne Olmak

Bugün referandum gündeminin de siyasal özne olarak kadın açısından sorgulanması şarttır. Bu sorgulama yapılırken, “kazanılmış bir siyasi hak olarak” oy hakkının tarihsel arka planı da göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü;

Kadın mücadelesinin, biz kadınları oy kullanarak politikleştirmek iddiasıyla seçimlere katılmaya yönlendirmesi büyük bir yanılgıdır. Bu yaklaşım, erkek egemenliğine karşı bir mücadele olarak tanımlanamayacağı gibi, erkek egemenliğinin sürdürüldüğü mevcut sistemde seçme-seçilme ilişkisi üzerinden kadının kendini birer siyasal özne olarak ta ortaya koymasına olanak vermeyecektir.

Seçim propagandalarında sadece bir “alt başlık” olmanın dışına çıkarılmayan kadının, “eşit siyasal özne” olduğu da büyük bir yalandır. Patriyarkal sistemle özdeşleşmiş bir siyasal işleyişten olumlu ve sonuç odaklı bir değişiklik beklemek gerçekçi değildir.

Erkek egemenliği, içinde yaşadığımız siyasi-toplumsal-ekonomik işleyişte en temel kurucu dinamiklerden biridir ve toplumun bütününü şekillendirmektedir. Bu tarz bir iktidar biçimine karşı çıkış bütünlüklü bir mücadeleyle mümkündür. Ekonomik ve siyasal yapının düzenlenmesinde, devlet işleyişinin düzenlenmesinde belirleyici olmak için atılacak referandum ya da seçim tarzı adımlar kalıcı çözümler yaratamaz. Kadının özgürlüğü, devletli politikaya dâhil olunup alınacak geçici önlemlerle gerçekleşmez.

Kadın mücadelesi, eğer belli bir egemenlik ve iktidar ilişkisini hedef alıyorsa, bu iktidar ilişkisinin kurduğu yapılar kullanıldığı takdirde nasıl bir siyasal özneden bahsederiz? Patriyarka, bu sistemin en kurucu dinamiklerinden biriyse, bu ilişki biçimine karşı çıkış, ancak radikal, bütünlüklü bir politikayla verilebilir.
Kadın mücadelesi, siyaset yaparken kadınlar “adına” siyaset yapmaya soyunmaz. Amaç kadını politikleştirmek ve örgütlemektir. Kadınların iradelerini teslim edecekleri mekanizmalar kullanmak değildir.

İnsanların eşit fırsatlara sahip olması gerektiği şeklindeki düşünce liberal siyaset felsefesinden kaynaklanır. Kadınların eğitime, iş hayatına, parlamentoya eşit ölçüde erişimini engelleyen yasal düzenlemeleri değiştirmek gerektiği, bu düşünce tarafından telkin edilir. Bu esasında, mevcut sistemin içinde rekabet etmeyi hedeflemekten başka bir şey değildir. Kadın ve erkeğin bu şekilde bir işleyişte eşit hale geleceğini düşünmek boş bir düşüncedir.

Bu durumun böyle olduğu, özellikle Batılı liberal demokrasilerce kanıtlanmıştır. Hukuk, oy kullanma ve istihdam alanında sağlanan “kazanımlar” kadınların ezilmesi gerçeğini değiştirmediği gibi bu yönde olumlu değişikliklerde yaratmamıştır. Toplumsal cinsiyetin toplumsal olarak kurumsallaştırılması esas meseleyse, bu kurumlar ortadan kaldırılmadan sorun bitmiş olmaz, yalnızca görünmez kılınmış olur.

Kadınlar Referandumdan Ne Bekliyor?

Kadın örgütleri, referanduma ilişkin kampanya çalışmalarına şimdiden başladılar. Toplumsal muhalefetin büyük bir kısmının yaptığı gibi… Peki, kadınlar referandumdan ne bekliyor?

Kadının yok sayılmasının, tacizin, tecavüzün, şiddetin, savaşın, katliamların, asgari ücretle çalışan ve sendikalaşma mücadelesi veren işçi kadınların kazanımlarının gasp edilmesinin, kadınların kazandığı tüm hakların elden gitmesinin, kadınların hayatının ve geleceğinin bir kişinin sözüne bağlanmasının, başkanlık sisteminin sonlanmasını bekliyorlar. Ancak bu beklentilerin hiçbiri, bir evet ya da hayırla bitmeyecek. Bu sorunların hiçbirisi, bir referandumluk süre içerisinde çözüme ulaşılabilir sorunlar değildir. Aynı şekilde, mevcut sorunların derinleşmesinin evet ya da hayır denilerek önüne de geçilemeyecek. Bunun nedeni devletin, gerçekte otoriteyi, hiyerarşiyi, hâkimiyeti, adaletsizliği ve eşitsizliği gerektirmesiyle ilgilidir. Yaklaşmakta olan Dünya Kadınlar Günü’nü, kadınların mücadelesi, dayanışması ve örgütlülüğüyle simgeleşen 8 Mart’ı bile var olan referandum gündeminde “hayır” söylemine sıkıştıran kadın örgütlerinin düşeceği yanılgı da tam olarak budur.

Böyle bir yanılgı yaratmanın kadının özgürlük mücadelesi lehine bir sonuç getirmeyeceği ise aşikârdır. Tam tersine yönetime yakınlaştığını, etki ettiğini düşünen kadın, bu yanılgı ile gündelik gerçeklerden uzaklaşacaktır. Kadının yaşadığı adaletsizliklerden, tutsaklıklardan, yoksulluk ve yoksunluklardan kurtuluyor olduğu yanılgısı mevcut sisteme “demokratik” olduğundan dolayı güven duymasına yol açacaktır. Bu güven duygusunun, en liberal ve demokratik görüntüsüne sahip olsa bile devletin otoritesiyle, tahakkümüyle ve erkek egemen yapısıyla en kısa sürede sarsılacağı kaçınılmazdır.

Bizim irademiz, cinsiyetsiz, adil ve özgür, bir dünya isteğimiz, referandum ya da seçim gibi mekanizmalarla sağlanamaz. Yoldaş Emma Goldman’ın da vurguladığı gibi, özgürlüğümüz ve bağımsızlığımız ancak bizim tarafımızdan gerçekleştirilebilir. “Kadın ilk olarak, bedeni üzerinde başka herhangi birisinin hak iddia etmesini reddederek; istemedikçe çocuk doğurmayı reddederek; Tanrı’ya, devlete, topluma, kocaya, aileye ve benzeri şeylere hizmetkârlık yapmayı reddederek. Yaşamını daha basit, ancak daha derin ve daha zengin yaparak. Yani, kamuoyu görüşü ile halkın ayıplaması korkusundan kendisini kurtararak, yaşamın anlamını ve özünü tüm karmaşıklığıyla öğrenmeyi deneyerek. Kadınları oy sandığı değil, ancak bu özgürleştirecektir.”