Covid-19 ya da daha çok kullandığımız adıyla koronavirüs tüm dünyada yayılmaya devam ediyor. Virüs beden beden yayılırken beraberinde korku ve yıkım da her birimizin hayatında yayılıyor. Virüsün birçok sebeple dünya çapında bir salgın haline gelmesiyle tedbirler bireysel alandan toplumsal alana kadar hızla genişletildi. Virüs salgınından muzdarip bütün coğrafyalarda devlet, insanları evlerine kapanmaya davet ediyor ve evleri herkes için güvenli birer sığınak olarak gösteriyor. Virüsten kurtulmamız, yaşamamız için bu davet, davet olma sınırlarını aşarak artık çoğu yerde bir zorunluluk.
Türkiye’de evde kalma çağrısını yetkililerin her yerde tekrarladığı “Hayat Eve Sığar” sloganıyla yürütülüyor. Bu sloganın güçlü iddiası bizi, biz kadınları, bunun gerçekliğini düşünmeye itiyor. Gerçekten kadınların hayatları da evlere sığıyor mu bu zorlu süreçte? Yoksa evler kadınların yaşamlarına ket vuruyor, onları sömürünün ortasına atıyor, onlar için hayatlarının son bulduğu duraklar mı oluyor?
Bu ve bunun gibi soruları sormamız birçok kişi tarafından tepkiye yol açabilir tabi. En basit haliyle “Eh be kardeşim, koronavirüs tehlikesi önümüzde dururken neyin hesabını yapıyorsunuz?” gibisinden bir karşı çıkışı öngörmek zor değil. Oysa tam da bugünden itibaren bir yerden başlayarak hepimizin bu soruları kendimize ve çevremize sormamız gerekiyor. Çünkü koronavirüs tehlikesi üç aya yakın süredir gündemden düşmezken başka birçok tehlike görünmez hale getirildi. Sosyal medyanın akışından gündelik yaşamın akışına kadar her yerde tek gündemimiz “koronavirüs”. Tabi ki koronavirüsün gündemimizde bu denli yoğun şekilde yer alması önemli, her birimiz için. Ancak erkek şiddeti, işçi sömürüsü, göçmen krizi… gibi daha pek çok konu da yaşamlarımızda koronavirüs kadar tehlikeli boyutta varlığını sürdürüyor. Üstelik koronavirüs günlerinde tam da bu konuyla alakalı şekilde tehlikenin de boyutu büyüyor.
Şimdi Türkiye devletinin “Hayat eve sığar” kampanyasına ve kampanyanın biz kadınlar için gerçekliğine geri dönelim.
Herkesin hayatı eve sığar mı?
Türkiye’de 2019 yılında 474 kadın cinayeti kayıtlara geçti ve bu cinayetlerin 292’sinin kadınların kendi evlerinde gerçekleştiği biliniyor. 2020’de de durum değişmiyor ve kadınlar kendi evlerinde yaşamlarını kaybetmeye devam ediyor. Karşılaştığımız her kriz durumu kadına yönelik şiddeti arttırırken koronavirüs krizi de bizde aynı endişeyi yaratıyor.
Evlerine kapanan kadınları neler bekliyor? Çin ve İtalya’da yapılan çalışmalar pandemiyle beraber erkek şiddetinin arttığını gösteriyor. Öyle ki Çin’de geçen yıl şubat ayında polise yapılan şiddet ihbar sayısı bu yılın şubat ayında üç katına çıkıyor. Ancak sokağa çıkma yasağı kadınları bu şiddetle yaşamaya mecbur bırakıyor. Ve polis her yerde ve her zaman olduğu gibi erkeği korumayı sürdürüyor, kadınlardan gelen şikayetlere “Erkeğin çok iyi bir işi var, onu ihbar edersen hayatını mahvedersin.” ya da “Alkollüyken ettiği tehditleri neden ciddiye alıyorsun?” gibi cevapların yenilerini ekliyor. Benzer bir verilendirme Türkiye’de henüz yapılmadıysa da Mor Çatı gibi bu alanda çetele tutabilen sığınak ve dernekler durumun burada da farklı olmadığını vurguluyor. Dilek Kaya karantina altında kendi evinde erkek sevgilisi tarafından katlediliyor ve karantinada hayatımızın eve sığamayacağına dair örnek teşkil ediyor.Evlerde kadınları bekleyen diğer şey ise emek sömürüsü oluyor. Sokakta ne işi olduğu sorulan bir erkek “Evde kalalım da bulaşık mı yıkayalım?” diyor, ev işini koronadan daha tehlikeli görüyor. Kriz olsun, olmasın… Evin bütün işlerinden sorumlu olan biz kadınların iş yükü, kriz döneminde katlana katlana çoğalıyor. Ev işlerinin bütün organizasyonunu yapması beklenen kadınlar, çocuklara bakması beklenen kadınlar, sabretmesi ve evdekilerin gönlünü hoş tutması gereken kadınlar… Koronavirüs kriziyle evlere sığdırılmaya çalışılan hayatlarımızı evdeki erkeklik krizine karşı da korumaya çalışırken ya bedenimizde ya da psikolojilerimizde kendini gösteren şiddetin boyutlarını hesaba katmak bir yana, bunların dillendirilmesi bile “Aman canım siz de, abartıyorsunuz!” seslerinin yükselmesiyle sonuçlanıyor.
Devlet iktidarı, her ne kadar televizyon kanallarında insanlara sakin olma çağrısı yapsa da virüsün krize dönüşmesinden dolayı her birimizden daha çok panik halinde; öldüğümüz, hastalandığımız için ya da toplum sağlığı tehdit altında olduğu için değil. Hastalık yönetilemediği, yönetilemezken devletin işlevsizliği ayyuka çıktığı için. O yüzden de devletin önceliği bu virüs krizini yönetebildiğine dair bir imaj yaratmak, sonrasında da virüsten toplum değil kendisi için en az zararla kurtulmak. Sonra her şey eskisi gibi, devam!
Biz kadınlar biliyoruz ki devlet bu süreçte tüm dikkatini koronaya vermişken(!) başını kadınların olduğu tarafa çevirmeye tenezzül etmiyor ve etmeyecek de. “Hayat eve sığar” derken kadına yönelik erkek şiddeti hiçbir zaman gündemlerine girmeyecek, bu sloganı ortaya atarken bile akıllarına gelmediğimiz gibi…
Biz kadınların ne yapması gerekiyor peki? Nasıl çıkacağız ölmemek için kapandığımız evlerden ama ölmeden? “Aklınız da, varlığınız da eksik olsun hayatlarımızdan!” diyerek yani devletten beklemeyerek başlayalım işe. Erkek şiddetine karşı bugüne kadar önlemini örgütlenerek almış kadınlar olarak herkesin bireyselliğe ve yalnızlaşmaya yüzünü döndüğü bu dönemde, dayanışmamızın çeperlerini genişleterek koruyalım. Koronavirüsün getirdiği yıkıma karşı yaşamı ayakta tutan yine kadın dayanışması oluyor. Birçok coğrafyada kadınlar şiddete karşı dayanışma hatları kuruyor, sosyal medyadan iletişimlerini güçlü tutuyor ve yine birbirlerinin sesini duyan tek merci oluyorlar.
Zor günler geçiriyoruz; gündelik hayatın görünmeyenleri olan birçokları gibi, bizim için bugünleri geçirmek daha da zor. Davetle başlayan evde kalma uyarılarının olası bir sokağa çıkma yasağıyla zorunluluğa dönüşüp dönüşmeyeceğini bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, yaşamak istediğimiz hayatlarımız için bugünleri de dayanışmamıza sarılarak, beraberce atlatabileceğimiz!
Betül Deniz
İlk Yorumu Siz Yapın